Gregor Hamza
Patrondan iki saatliğine de olsa izin almayı başarmıştı. Ses tonunu aşağı çekip acınası bir durum yaratarak, geç kalmayacağını, arkadaşının annesinin cenazesine gideceğini söylemişti. Bir ayı aşkın süredir yıkanmamış bordo renkli önlüğünün cebinden çıkardığı paraları dolabın üzerindeki mermer tezgâhın üzerine döktü. Kırış kırış olmuş birkaç kağıt parayla, düştükleri mermer tezgahın üzerinde, kendi etraflarında bir süre dönen bozuk paralar. Kahvenin içindeki iki oyun masasından çay parası alınmadığını, karşı berberde ise üç çayın bardak boşu olduğunu, bunları da çay ocağına asılı olan kâğıda yazdığını söyledi. Alelacele önlüğün askısını boynundan yukarı geçirerek çıkardı. Bu esnada önlüğün askısına takılan gözlüğü neredeyse düşecekti. Sabahları, depodan kovaya doldurup çıkarmak zorunda olduğu kömürün isi ve karası, ayrıca kahvedeki sigara dumanları iyice üzerine sinmişti. Buna alışkın olması kokunun rahatsız edici gücünü kırmaya yetiyordu. Tam kapıdan çıkacaktı ki, patron oturduğu koltukta kendisinden yana döndü, biraz da omuz üzerinden başını çevirerek, seslendi kendisine; çıkmadan tuvalete paspas atmasını istedi. İşte burada hazmedemediği tek durum buydu. Her türlü ayak işine onu koşturmalarını sineye çekmesine rağmen, müşterilerin film izledikten sonra tuvalette otuzbir çekmesi, ardından onların pisliklerini temizleme işinin ona düşmesi zoruna gidiyordu. Hatta bir keresinde patrona durumu anlatmış tuvaleti çalışanlar dışındakilere iptal etme önerisinde bulunmuştu. Ana avrat küfür yiyerek susmak zorunda kalmıştı.
Sokağa çıktı. İnce ince eriyen buzulların, yarıkların arasından akan kar suyu, İsmetpaşa Semti’nin irinli bünyesini yıkayan sebil niyetineydi… Ulus’un arka bahçesi olan bu eski yerleşim yeri, yeni dönemde sit alanı olarak deklare edildiğinden bu yana, çürüyen, yıkık harabeleri ile bünyesinde daha çok ayyaş, kumarcı, tinerci taşır olmuştu. Yazın Ankara’ya gelen mevsimlik inşaat işçileri için bekar odalarıyla, ucuz lokantalarıyla, çay içip film izleyebilecekleri bir bölge olarak tercih sebebiydi… Köfteci Nuri’nin dükkânının önünden geçerken açık kapıdan içeri, dükkânın boşluğuna seslendi, “Kolay gelsin. Hayırlı işler.”. Nuri ortada yoktu. Dükkanın dibinde, mutfak sayılabilecek alanda babası, elindeki kemikten sıyırdığı etleri öteliyordu bıçakla… Yanından ağır ağır geçen sarı taksi küçük bir çukura girip çıkarken paçalarına su sıçrattı. Küfür etmek için eğilip içeri baktı. Haymanalı olduğunu bildiği pavyonculardan biri, yanına iki sarışını almış, iri taşlarla donattığı parmakları, sarışınların mini eteklerinin sıyrılarak açıkta bıraktığı cılız, çıplak bacaklarındaydı. Bir şey demeden taksinin yanından uzaklaşmasına izin verdi.
Bir zamanlar memur-işçi kesiminden orta halli ailelerin yaşadığı evler zamanla içinde yaşayan evsiz- barksızlar ve göçmenleriyle bir zamanların hoş semti, Altındağ’ın çürüyen dokusuna dönmüştü,
Dolmuşların indiği dar yoldan, Hacıbayram üzerinden Bentderesi’ne giden yola koyuldu. İliklerini donduran bir rüzgar vardı, kaplumbağa gibi boynunu kıstı, kafasını montunun daha bir içine gömdü, ellerini cebine soktu. Birazdan varmış olacağı genelevdeki kadınlardan birinin onu ısıtacağını düşündükçe adımlarını daha bir hızlı atıyordu. Çalıştığı kahvede haftalığı üç kuruştu, buna rağmen yarısını geneleve harcıyordu. Bir çeşit mesleki deformasyondu yaşadığı, sabahtan akşama seks filmleri oynatılan kahvede, canının kadın istemesi, bir tene ihtiyaç duymasından daha doğal ne olabilirdi ki!..Hani çalıştığı ocağın bulunduğu taraftan ekran görülmüyordu fakat, oradan yayılan ‘ahh, ohh’ seslerini duyuyordu mecburen. Kulaklık takıp, müzik dinlemeyi denedi, garsonun ‘bi çay, iki oralet’ türünden sipariş seslenişlerini duyamıyordu bu kez. Gözleriyle sürekli garsonu takip etmek de epey yorucuydu. İki ayı aşkın bir süre önce, ‘Boş vakitlerimde okurum’ diye getirdiği Dostoyevski kitaplarından birini tek satır bile okuyamadan hamamböceklerinin dolaştığı tezgah altında tutuyordu. Hacıbayram’a kadar gelmiş, Gülbaba Türbesinin önündeki yokuştan aşağı yürümeye başlamıştı. Bir anda elleri ceplerinde olduğundan dikkatini koruyamadı, ayağı kaydı, düşmemek için kendini kastıysa da, bacakları ayrıldı bir balet gibi. Bacak arasındaki yangıyla yavaşladı, dikkatli yürümeye başladı.
Her kapının ağzında üç beş kişinin toplaştığı genelevin içindeydi. Sağındaki ilk kapının ağzına yöneldi, önündeki kafalar arasından, üzeri demir parmaklıklı cam kapıdan içeri bakmaya çabaladı. İlgisini çekmedi gördükleri. Öbür kapılara; merdiven altındaki, merdiven üstündeki, bir eşikle aşılabilecek, üzerinde sundurma, balkon olan türlü kapılara yöneldi. Kapılardan birinin önünde durdu, hemen yanda yere konulmuş yemek tepsisindeki boş tabakları yalayan sarman bir kedi vardı. Cebindeki parayı düşündü, Ulus Halinin oradaki mağazaların birinde gördüğü kadife pantolonlardan birini almak istiyordu nicedir, parayı denkleştiremiyordu. Şu an bu kadınlardan biri ile birlikte olmaktan vazgeçiyor olsa, cebindeki parayla o kadife pantolonu alabilirdi. Kapının önünde kimse yoktu ve içeride mavi ışık altında üç kadın oturuyordu. Kadınlar da onu fark etmişler, kaş göz, dudak hareketleriyle içeriye gelmesini istediklerini belli edecek hareketlerde bulunuyorlardı. İçeriden geldiği belli olan Muazzez Ersoy’un seslendirdiği, ‘Seven Olmaz ki’ adlı parçası ona nasıl bir tesir ettiyse artık, ürkekçe kapıyı itti. Başı önde gözüne kestirdiği, saçları röfleli sarışın kadına yöneldi, ‘Kaç numara?’ diye sordu belli belirsiz. Kadın, başıyla yukarı çıkan dar basamaklı merdiveni işaret ederek ‘Ondört numara’ dedi. ‘Sigaramı bitirip geliyorum’.
Yukarı çıkarken, sakallı bir adam pantolonunun belini düzelterek aşağı iniyordu. Durdular karşılıklı, saniyenin yüzde biri kadar bir zaman aralığında birbirlerine bakıp, başlarını eğip geçiştiler. İkinci kattaydı, birkaç oda vardı katta. Kapı üstlerinde numaraları ararken bir kapı açıldı, ansızın içeriden çıkan çıplak bir kadın elini vajinasında tutarak, hemen arkasındaki kapısı açık tuvalete girdi. Kapıyı örtmeden musluktan akan soğuk suyu birkaç kez vajinasına çarptı eliyle.
Odada sıkılmıştı kadını beklerken. Bu süre zarfında soyunması gerekirken (genelevlerde zaman mühimdi, sıradakini bekletmemek için çabuk olunmalıydı), o montunu dahi çıkarmamıştı. Duvarlarda bulunan rengi solmuş yazılara bakarken sevişmek isteği kaybolmuştu. Perdesiz küçük pencereden dışarı baktı. İnce bir kar tabakasının kapladığı karşı evin çatı oluğunda, iki güvercin kımıltısız durmaktaydı. Güvercinlerin arkasında hangi çatının bacasından yükseldiği anlaşılmayan ince, koyu bir duman yükselmekteydi. Başını odaya çevirdi yine. Ucuna iliştiği yatağa baktı. Çarşafı, ardından yorganı düzlerken aşağıda anlaştığı kadın girdi içeri. Kapı aralığından eli belinde, ‘N’apıyorsun sen?’ diye sordu, gülmemeye çalışırken.