Ben artık yaşını başını almış (her nekadar öyle hissetmesem de) bir kadınım. Memleketin yakın tarihine imza atmış çok önemli olayların içinde yer aldım. Bir anlamda geçen yüzyılın yarısının ve bu yüzyılın çeyreğinin tanığı oldum.
Bizim kuşağımız hiç nefes alamadı ne yazık ki. Hayatımız, ülkemizin ve daha da iddialı söylerdik eskiden, üstünde yaşadığımız bu planetin güzel günlere kavuşması için mücadele etmekle ve bunun bedelini ödemekle geçti. Peki genç kuşaklar diyeceksiniz, biliyorum! Onlar boğuluyorlar. Bunu görmemek için kör, sağır olmak gerek. Boğuluyorlar ama çok azı boğulduğunun farkında. Ne dersiniz?
Uzatmayayım, ben bir anlatıcıyım. Tanığı olduğum dünyayı, kendi gözlerimin gördüğü açıdan anlatmaya çalışıyorum ve istiyorum ki, başka tanıklar da başka açılardan anlatsın, yamalı bohçamız tamamlansın. Bazı arkadaşlarım eleştiriyor beni: „geçmişi bırak geleceğe bak.“ Bakayım da, orada bozbulanık bir gelecek var. Ayrıca geçmişi bilmeden yani gözlük takmadan ileriye de bakamazsın ki.
Haziran ayının bence en unutulmaması gereken olaylarından birisi, 15-16 Haziran’dır. O yıllarda, ben üniversite, çiçeği burnunda bir DGSA öğrencisiyim. Dev-Gençliyim. Devrim yapmak, halkın ve işçilerin iktidarını kurmak istiyoruz. „Toprak köylünün, fabrikalar işçinindir“ diyoruz. Ama ben kendi adıma söyleyecek olursam, o güne kadar ne köy ne de fabrika yüzü görmüşüm. Aramıza katılan bir kaç fabrika işçisi dışında işçi de tanımıyorum. İşçilerin ve köylülerin bir gün bu burjuva düzenini mutlaka yıkacağına, iktidarı ele geçireceğine, sosyalizmi kuracağına da yürekten, ikircimsiz ve tertemiz duygularla inanıyor, güzel günlere olan özlemimizi haykırıp duruyoruz.
Ben İstanbul, Moda’da babaannemle oturuyorum o yıllarda. Sabah, ne olduğunu anlayamadığım büyük bir uğultuyla uyandım. Helikopterler geçiyor başımızın üzerinden, korna sesleri, sirenler… Fırladım evden. Doğru vapura koştum. Alışılmadık bir kalabalık. Vapur gecikerek geldi. Ellerinde bayraklarıyla gelen, üstlerinde iş elbiseleri olan bir grupla birlikte vapura bindim.
Karaköy’e vardık. Eminönü tarafından hiçbir vasıta gelmiyor, Galata Köprüsü’nün çıkışı Frukolar tarafından (o zamanlar polise Fruko derdik) kesilmiş. Herkes gibi yürüyerek yola koyuldum. 15- 20 dakika içinde okuldaydım. Kantinin altındaki öğrenci derneğinde toplanmış durum değerlendirmesi yapan arkadaşların arasına katıldım. Teknik Üniversiteli arkadaşlarla buluşmak üzere önce Taşkışla’ya oradan da Beyoğlu tarafına çıktık. Orada toplanmış küçük bir grup işçi ile birleşerek, Karaköy’e indik.
Ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum ama sanki devrim olmuş gibi geliyor bana. Heryere büyük bir heyecanla gidiyor ve „ben bu olayın içinde mutlaka yer almalıyım, ben olmazsam birşeyler eksik kalır“ duygusuyla koşuyoruz.
Tüm fabrikalarda iş durmuş, işçiler kentin dört bir yanından merkeze doğru yürüyorlarmış. Bu, zaten görünüyor ama neden yürüyorlar bilmiyorum. Karaköy’e indiğimizde hepimiz donduk kaldık. Galata Köprüsü açılmış, köprünün ayağında askerler ve bir de tank var. Köprünün öbür ayağı bir mahşer yeri gibi. Bayraklar sallanıyor, sloganlar bulunduğumuz yerden duyuluyor. Biz de bu tarafta birikmiş olan işçilerin arasına katılarak onlarla birlikte slogan atmaya başladık. Neler söylediğimizi şimdi anımsamıyorum. Aklımda kalanlar fotoğraf kareleri gibi. Mavi, beyaz, siyah önlüklerinin altına bol pantalon ve terlik giymiş kadınlar; ayaklarında postalları, üstlerinde tulumları, ellerinde bayraklarıyla işçiler.
O gün ilk kez işçi sınıfıyla tanıştım. Filmlerde, afişlerde gördüğüm dev gibi kocaman, adaleli, güçlü kolları, pençe gibi elleri olan işçiler değil. Hergün yanlarından gelip geçtiğimiz irili ufaklı, şişman zayıf, uzun kısa insanlar… Ama yine de haklarını aramak için bir araya gelmiş bu “sıradan” insanların elele verdiklerinde nasıl bir güç oluşturacağını iliğimde kemiğimde hissettim. O an yaşadığım güven duygusunu hala hatırlıyorum. Kendimi onların arasında ne kadar da güçlü, mutlu ama „yabancı“ hissetmiştim.
İstanbul Valiliği, kentin iki yakasındaki işçilerin birbiriyle ilişkisini kesmek için Galata ve Unkapanı köprülerini açmış ve polisin sağlayamadığı güvenliği askerle sağlamaya çalışmıştı. İçinde bulunduğum gruptan zaman zaman fırlayıp köprünün hafif meyilli duran kanatlarına tırmanmaya çalışanlar oluyor, eğer asker onlara engel olamazsa, köprünün açık olan orta kısmına kadar ulaşıyorladı. Bir şiddet, bir çatışma, bir eylem değil bayram havası var sanki. Silahlarını kalabalığa çevirmiş olan asker bir süre sonra, işçilerle sohbet edip, sigara içmeye başladı.
Orada kaç saat durduğumuzu hatırlamıyorum ama sonra aramıza orada tanıştığımız bazı işçileri de alarak okula döndük. Önce dernekte, daha sonra Akademi’nin denize bakan sahilinde küçük bir ateş yakarak sabaha kadar oturup konuştuk. Sendikal haklar, Türk_İş, sarı sendika, DİSK, devrimci sendika, iş kazaları, artıdeğer… gibi bazı kavramları ilk kez o ateşin başında duydum. Belki diğer arkadaşlarım biliyorlardı, bilmem ama ben dünyadan ne kadar habersiz bir „devrimci“ olduğumu o gece anladım. Henüz tanımadığım bambaşka bir dünyayı keşfetmiştim artık.
Gün hafif ağarmaya başladığında Kabataş’taki Sebil’e gidip sıcak birer çayla simit yedik. Simit mideme inip de karnım hafiften doyduğunda babanemin, geç kalma“ diyen sesi geldi kulağıma. Ona eve gelmeyeceğimi haber verememiştim… Eeee! Ne yapalım, o yıllarda, yani 52 yıl önce, ne kablosuz akıllı telefonlarımız ne de internetimiz vardı. Şimdi yaşansa aynı şey hiç şüphesiz kimbilir kaç selfi çekmiş, sosyal medyada paylaşmıştık bile…
İşte böyle… Dünyaya bakışımı değiştirdi 15-16 Haziran benim. Üzerine çok şey yazıldı, konuşuldu bu büyük işçi direnişinin. Bir daha da böyle yığınsal ve güçlü bir işçi direnişi yaşamadı ülkemiz. O gün sokaklara çıkıp bir kalıp sabun, ve çocuklarına işyeri kreşleri açılması için direnen, hayatını riske atan işçiler neredesiniz diye sorasım var ama…