UNUTULMAYACAK BİR GÜN

„…O gün ilk kez karşılaştığım „işçi sınıfı“ hiç film ve afişlerdeki gibi kolları pazulu, ellerinde orak- çekiç taşıyan, güçlü kuvvetli insanlar değildi…“
Üniversiteyim. Dev-Gençliyim. DGSA (Devlet Güzel Sanatlar Akademisi-Fındıklı) kantininde devrimin nereden başlayacağını tartışıyoruz. Kentlerden mi, köylerden mi başlayacak halkın iktidarı? Silahlı mı silahsız mı olacak?
„Fabrikalar işçilerindir“ diyoruz, ama – ben kendi adıma söyleyeyim-, okulda temizlik işlerinde çalışan işçilerin ya da kantine Dev Gençli arkadaşlar tarafından getirilmiş bir iki işçinin dışında kimseyi şahsen tanımıyorum. Ama işçilerin ve köylülerin bir gün bu burjuva düzenini mutlaka yıkacağına, iktidarı ele geçireceğine, sosyalizmi kuracağımıza da yürekten, ikircimsiz ve tertemiz duygularla inanıyor, güzel günlere olan özlemimizi haykırıp duruyoruz.
Hal böyleyken bir sabah büyük bir uğultuyla uyandım. Dışardan tam da ne olduğunu anlayamadığım tuhaf bir gürültü geliyor. Helikopterler geçiyor başımızın üzerinden, korna sesleri, sirenler… O zamanlarda İstanbul’da babanemin Moda’daki evinde kalıyorum. Telaşla evden fırladım. Babannem pencereden başını çıkarıp arkamdan bağırdı, „Akşama vakitli gel, patlıcanlı pilav var“…
Doğru vapura koştum. Alışılmadık bir kalabalık. Vapur epey gecikerek geldi. Ellerinde bayraklarıyla gelen bir grupla birlikte vapura bindim. Karaköy’e vardığımızda, okula gitmek için vasıta bulamayacağımı anladım. Eminönü tarafından hiçbir vasıta gelmiyor, Galata Köprüsü’nün çıkışı Frukolar tarafından (o zamanlar beyaz kaskları nedeniyle polise Fruko derdik) kesilmiş. Herkes gibi yürüyerek yola koyuldum.
15- 20 dakika içinde okuldaydım. Kantinin altındaki öğrenci derneğinde toplanmış durum değerlendirmesi yapan arkadaşların arasına katıldım. Teknik Üniversiteli arkadaşlarla buluşmak üzere önce Taşkışla’ya sonra da Beyoğlu tarafına çıktık. Orada toplanmış küçük bir grup işçi ile birleşerek, Karaköy’e indik. Neden öyle yaptığımızı, nereye gitmeyi hedeflediğimizi hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, gideceğimiz her yere büyük bir heyecanla koşarak gittiğimiz ve „ben bu olayın içinde mutlaka yer almalıyım, ben olmazsam birşeyler eksik kalır“ duygusu… Şimdi düşündükçe kendime şaşıyorum, çünkü olayı da tam olarak kavramış değildim. Tüm fabrikalarda iş durmuş, işçiler kentin dört bir yanından merkeze doğru yürüyorlarmış. Bu, zaten görünüyor ama neden bilmiyorum.
Karaköy’e indiğimizde hepimiz donduk kaldık. Galata Köprüsü açılmış, köprünün ayağında askerler ve bir de tank var. Köprünün öbür ayağı bir mahşer yeri gibi. Bayraklar sallanıyor, sloganlar bulunduğumuz yerden duyuluyor. Biz de bu tarafta birikmiş olan işçilerin arasına katılarak onlarla birlikte slogan atmaya başladık. Neler söylediğimizi şimdi anımsamıyorum. Bir fotoğraf gibi aklımda kalan, işçiler. Mavi, beyaz, siyah önlüklerinin altına bol pantalon ve terlik giymiş kadınlar; ayaklarında postalları, üstlerinde tulumları, ellerinde bayraklarıyla işçiler.
O gün ilk kez işçi sınıfıyla tanıştım. Filmlerde, afişlerde gördüğüm dev gibi kocaman, adaleli, güçlü kolları, pençe gibi elleri olan işçiler değil. Hergün yanlarından gelip geçtiğimiz irili ufaklı, şişman zayıf, uzun kısa insanlar… Ama yine de haklarını aramak için bir araya gelmiş bu “sıradan” insanların elele verdiklerinde nasıl bir güç oluşturacağını iliğimde kemiğimde hissettim. O an yaşadığım güven duygusunu hala hatırlıyorum. Kendimi onların arasında ne kadar da güçlü, mutlu ama „yabancı“ hissetmiştim.
İstanbul Valiliği, kentin iki yakasındaki işçilerin birbiriyle ilişkisini kesmek için Galata ve Unkapanı köprülerini açmış ve polisin sağlayamadığı güvenliği askerle sağlamaya çalışmıştı. İçinde bulunduğum gruptan zaman zaman fırlayarak köprünün hafif meyilli duran kanatlarına tırmanmaya çalışanlar oluyor; eğer asker onlara engel olamazsa, köprünün açık olan orta kısmına kadar ulaşıyorlardı. Bir çatışma, eylem değil bayram havası vardı. Silahlarını kalabalığa çevirmiş olan asker bir süre sonra, işçilerle sohbet edip, sigara içmeye başlamıştı.
Orada kaç saat durduğumuzu hatırlamıyorum ama sonra aramıza, orada tanıştığımız bazı işçileri de alarak okula döndük. Önce dernekte, daha sonra Akademi’nin denize bakan sahilinde küçük bir ateş yakarak sabaha kadar oturup konuştuk. İşçiler bize Adalet Partisi ve CHP’nin ortaklığıyla sendikal haklarının nasıl kısıtlandığını, yeni Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasasıyla, sendika seçme özgürlüğünün engellendiğini, Türk-İş’in sarı sendika, DİSK’in ise devrimci sendika olduğunu anlattılar. Belki de diğer arkadaşlarım bu anlatılanları biliyorlardı ama ben bu konuyla ilk kez karşılaşıyordum. Sendikal hareket ne kadar önemliymiş meğer diye düşünmüş, o akşam çok şey öğrenmiş, henüz tanımadığım bambaşka bir dünyayı keşfetmiştim. Daha sonra kendim de DİSK’te çalışmaya başlayınca bu yasanaın gerçekten de Türk-İş’ten DİSK’e geçmeyi engellemek için çıkarıldığını ve lokavtın bir hak olarak işverene verilmesinin sonuçlarını da görmüştüm.
Gün hafif ağarmaya başladığında Kabataş’taki Sebil’e gidip sıcak birer çayla simit yedik. Simit mideme inip de karnım hafiften doyduğunda babanemin sesi geldi kulağıma. Patlıcanlı pilavı kaçırmış, babaneme de gelmeyeceğimi haber verememiştim… Eeee! Ne yapalım, o yıllarda, yani 51 yıl önce, ne kablosuz akıllı telefonlarımız ne de internetimiz vardı. Şimdi yaşansa aynı şey hiç şüphesiz, patlıcanlı pilavı gönüllü olarak kaçırırdım yine ama en azından babaneciğimi merak içinde bırakmazdım.