FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

18 YAŞINDAYDIM, IŞIĞIMI ALDILAR…

18 YAŞINDAYDIM, IŞIĞIMI ALDILAR…

Helin Demirel

Merhaba, ben Dicle. Urfa’da yaşayan örnek bir ailenin en küçük ferdiyim. Beni çok seven annem, babam, iki ablam, iki de abim var. Yani seviyorlardır herhalde. Sonuçta kardeş kardeşi sevmez olur mu hiç? Elbette sever.

Kendi kanını, canını sevmemek, sevememek… Saçmalamayalım…

Üstelik ben işe yaramaz bir çocuk da değildim. Çocukluğumdan bu yana elimden her iş gelir, hatta ablalarımdan daha hamaratımdır. Köylüler yardıma ihtiyaçları olduğu zaman beni çağırırlardı, ben de her zaman isteyerek gitmesem de, elimden geleni yapmaya çalışırdım. Yardım dediğim; köydeki günlük işler. Tarhana sermek, salça yapmak, dolma oymak ve içli köfte yapmak gibi. Bir de tarla işleri vardı tabii, o tür işlerlerle çoğunlukla abimler ilgilense de, hasat zamanı fıstıkları Urfa’nın o yaz sıcağında kendimi bildim bileli hep beraber toplarız. Kimimiz mühendis, kimimiz öğretmen oldu yine de kendi fıstığımızı her zaman kendimiz toplarız. Yanlış anlamayın sitem etmiyorum, üstelik ablalarımla ve abimlerle bu konuda her zaman gurur duymuşumdur. Onlar liseyi şehir dışında bitirdiler, ben ise liseye ailemin yanı başında Halfeti’de başlamıştım. İşleri annemin ve babamın üzerine yıkıp gitmek istemediğim için en yakın liseyi tercih etmiştim hatta bitirmek üzereydim, derslerim fena da sayılmazdı. Aileme olan düşkünlüğümü ve el becerimi köylüler ve akrabalarım her zaman takdir ederdi, nereden bilebilirdim ki niyetlerinin farklı olduğunu…

Küçük ablam Mercan üniversiteden mezun olup tekrar yanımıza yerleştiğinde ben lise sona başlamıştım. O yaz tatilinde büyük ablam Ezo ve iyi bir aile dostumuzun oğlu olan Ferhat’ın düğününü yapmıştık. Anlayacağınız herkes çok mutluydu, ben de çok mutluydum ama annem ile babamın mutluluğu başkaydı. Abimler o yaz çalıştıkları şirketten dört haftalığına izin almışlardı. Böylece kına, düğün ve tarla işlerinin üstesinden kolaylıkla gelebilmiştik. Bizim oralarda hava akşamları bile çok sıcak olur, bu yüzden güneş batar batmaz terasa çay içmeye geçerdik ve hep birlikte olmanın tadını çıkartırdık. Kahkahalarımız sanki havada uçuşurdu fakat artık o mutlu günlere inanmakta çok güçlük çekiyorum, bana masal gibi geliyor O zamana kadar yaşadıklarımın hepsi ya güzel bir rüyadan ibaretti ya da o mutlu günlerimin ardından yaşadıklarım kötü bir kabustu sadece…

Düğün bittikten sonra annem, babam, Mercan ablam ve ben kalmıştık evde başta içimizde bir boşluk oluşmuş olsa da, ne yalan söyleyeyim uzun süre sonra biz bize kalmak da çok iyi gelmişti bana, en çok da Mercan ablamla. Fırsatını bulup baş başa konuşamamıştık bir türlü. Malum evimiz hem küçük hem de kalabalıktı, çok da iş güç vardı. Zaten birkaç gün sonra okullar açılacaktı ve üniversite sınavına çalışmam gerekiyordu artık. Ablam henüz göreve başlamadığı için ev işlerinde yardımcı oluyordu bana, ben de derslerime daha fazla odaklanabiliyordum. Her gün okula gidip geleceğim ve derslerin beni zorlayabileceğini düşündüğüm için başta okulların açılacağına üzülmüştüm. Ama sonra farkettim ki okul beni yormuyor aslında, tam tersine okulda rahatça nefes aldığımı hissediyordum, evde o kadar koşturup yorgun düşüyormuşum ki, orada olmak beni adeta dinlendiriyordu. En önemlisi de ailem ve köyümüzün yaşlı insanları dışında farklı insanlarla bir arada bulunabiliyordum, okul arkadaşlarım bana ayrı bir huzur veriyordu. Onlardan başka arkadaşım da olmamıştı zaten. Okulda pek konuşmazdım sadece okula gidip gelirdim, ders aralarında ise ödevlerimi yapmaya çalışırdım. Sınıf arkadaşlarımın yaşamlarının benimkinden çok farklı olduğuna şahit olunca sanki değişmeye başlamıştım.

Arkadaşlarım, Ayşe ve Fatma bir gün beni okul çıkışı tatlı yemeye davet ettiklerinde çok sevinmiştim ama bir o kadar da endişe sardı içimi. Annem ve babamdan nasıl izin isteyecektim? Nasıl bir tepki verirlerdi, ne derlerdi; hiçbir fikrim yoktu. Çünkü; şimdiye kadar ailemden biri yanımda olmadan hiçbir yere gitmemiştim. Başka türlüsünü de bilmezdim…

Ben hiçbir arkadaşımla okul dışında vakit de geçirmemiştim, olmayan biri ile nasıl vakit geçirebilirdim ki zaten? Yine de güzel olur yarın gidebiliriz dedim. Eve vardığımda doğrudan ablama koşup durumu anlattım, bana „git annemlere sor, bilmiyorum ne derler“; anneme sorduğumda ise, „eski köye yeni adet getiriyorsun kızım, git babana sor ben sorumluluk alamam“ dedi. Babama sormaktan çok korkuyordum, şimdiye kadar beni hiç terslememişti çünkü o güne kadar hiç bir isteğim olmamıştı.

Cesaretimi toplayıp babama sormaya karar verdim. Babam çok şaşırdı ve, „nerden çıktı şimdi bu” diye öfkelendi. O öfkelenince zar zor kısık bir sesle, „okul için sadece bir iki saat baba” diyebildim ancak. “Yeni yeni adetler çıkartıyorsun başımıza, mecbur musun dışarı çıkmaya? Madem mecbursunuz oturup evde yapın” diye bağırdı.

Kabul edip köşeye çekildim, benim zaten söz söyleme hakkım olmamıştı ki hiçbir zaman… Ben zaten hiçbir zaman düşüncemi dile getirmemiştim. Ailemin bu şekilde davranmasında benim de büyük payım vardı, onları bu kadar kötü alıştıran bendim.

O gece çok düşündüm. Evet, onlarla çıkmak zorunda değildim ama ne olurdu ki çıksaydım? Bir türlü anlamamıştım. Annem çok üzüldüğümü görünce, „Kızım, elâlem ne der diye hiç düşünmüyorsun“ diyerek serzenişte bulundu. „Haklısın, anne“ dedim. O zamanlar gerçekten de haklı olduklarını düşünüyordum…

Artık farkındayım; annem çok cesaretsiz bir kadın, tıpkı benim gibi. Düşünün ilk defa babamdan bir şey istemiştim, iki arkadaşımla dışarda tatlı yiyecektik. Hatta babam okul için sadece birkaç saat buluşacağımızı düşünüyordu. Israr bile etmemiştim. Tepkisi çok garip geliyor, değil mi? Ben o zamanlar anlamaya çalışıyordum onu ama anlaşılır bir tarafı yokmuş, benim yaşımdaki kızlar her gün gezip eğlenirken ben okul haricinde hiçbir yere çıkamıyordum.

Ne yazık ki bunlar iyi günlerimdi, alışkındım zaten bu tarz durumlara başka türlüsünü de bilmezdim. Daha doğrusu bilmeme fırsat verilmemişti…

Hem ben, on parmağında on marifet diye dillerde dolanan bir isimdim. Yani, bir zamanlar…

İnkâr etmeyelim her ne olursa olsun elâlemin ne düşündüğü her şeyden önemlidir, değil mi? Sonuçta; elâlem dünyanın en büyük jürisidir… Yanılıyor muyum? Yanılmıyorum, en azından yaşadıklarım bunu öğretti… 

Her neyse…

Lise yıllarımın son senesine kadar o kadar mutluydum ki, mutluluğumun bir gün son bulacağını aklımın ucundan bile geçiremezdim. Meğerse mutluluk dediğim şey cahillik kavramıymış.

Ayşe ile Fatma bir süre sonra anlamışlardı onlarla okul dışında neden vakit geçiremediğimi, „madem sen gelemiyorsun, biz gelelim size, hem ailenle de tanışmış oluruz“ dediler. Bize gelir gelmez babam onlarla çıkmama izin versin diye elini öpüp onunla sohbet etmeye, gözüne girip güvenini kazanmaya çalıştılar. Babam “nerede yaşıyorsunuz, aileniz ne iş yapıyor, kardeşleriniz var mı?” gibi birçok soru sordu. Gittiklerinde ise, „bunlar; ahlaklı kızlara benziyor” dedi.

Babama göre ahlâk ne demekti acaba?

Arkadaşlarımı Mercan ablamla tanıştırdıktan sonra mutfağa geçip irmik helvası yapmaya koyuldum. Muhabbetleri mutfaktan duyuluyordu, ablamla anlaştıklarına sevinmiştim iyi bir okey dörtlüsü olmuştuk aslında. Birkaç gün sonra öğretmenimiz bize bir grup ödevi verdi, Ayşe; „artık baban bizi tanıyor yarın bize gelirsiniz ödevi yaparız“ dedi. Sesimi hiç çıkarmadım gülümsedim sadece…

Evet, olarak algıladılar ama ben babamla ters düşmekten korkuyordum. Eve vardığımda babamla bu konuyu konuştum, uzun bir konuşmadan sonra, „Ayşe’nin ağabeyi var oraya gidemezsin ama Fatma’nın sadece bir kız kardeşi var. Fatma’ya gidebilirsin. Ama çok oyalanma, dedi. Sevinilecek bir seviyede değildi ama küçük de olsa bir gelişme vardı… Şimdi Ayşe’ye, „ağabeyin olduğu için sana gelemiyorum Fatma’ya gidelim“ teklifimi nasıl söyleyecektim.

Durumu Mercan ablama anlattım, o da bana „Fatma’ya gittiğini söyle ama Ayşe’ye git, nerden öğrenecekler ki“ dedi. Ben, yalan söylediğim ortaya çıkar diye çok korkuyordum ama ablam ısrar edince bana da mantıklı gelmeye başladı. 

Ertesi gün okul çıkışı Ayşelere gittik. Ayşe’nin ailesi çok iyi bir izlenim bıraktı bende, çok cana yakınlardı. Ayşe’nin ağabeyi Deniz de çok sempatikti. Ödevimiz kısa sürmüştü yarım saat içinde bitirip salona yemek yemeye geçtik. Ben Deniz’e bakmaya bile korkuyordum, o ise tam karşıma oturdu. Deniz ile konuşurken yanlış bir şey yapıyormuşum gibi hissediyordum ama güzel sohbeti beni rahatlattı. Öyle bir sohbette dalmışız ki kendime geldiğimde masada ikimiz yalnız kalmıştık. Durumun farkına varınca istemsizce yanaklarım kızardı, o anda hissettiklerime anlam veremedim. Ayşe ile Fatma’ya seslendim ve artık eve gitmem gerektiğini söylemeliydim… Ayşe geldi, Fatma gitti bile, siz konuşmaya o derece dalmıştınız ki kulaklarınız hiçbir şeyi duymadı, biz de sohbetinizi bölmek istemedik“ dedi. Utancımdan başımı öne eğdim, zaten ilk defa yabancı bir erkekle konuşuyordum…

Çıkarken, Deniz yolcu etti beni, eve bırakmak için çok ısrar etti ama ne kadar istesem de kabul edemezdim. Bıraksaydı ve gören olsaydı neler olurdu kim bilir? Şimdi düşünüyorum da, keşke o gün beni eve bıraksaydı herkes görseydi. Daha kötü ne yaşayabilirdim ki! Beni aç, susuz mu bırakacaklardı?

O gün daha neler mi oldu? Deniz beni yolcu ederken vedalaştık, sağ eli sağ elimdeyken sol eli ise sağ omzumdaydı yani kısacası el sıkıştık. Gözlerimin içine bakarak “kendine iyi bak Dicle“ dedi. Onu bir daha göremeyecekmişim gibi hissetmiştim, arkamdan kapıyı kapattığında içimden bir parça kopar gibi olmuştu. Niye öyle hissettiğimi anlamaya çalışırken birden. „Dicle, Dicle“ diye bir ses duydum. Komşumuz Sebahat Teyze’ydi seslenen.

Ben ne yapacağımı bilemedim, o an içimi bir korku sardı. Ne zamandır oradaydı, Deniz’i görmüş müydü acaba. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmayı tercih ettim. Yanına gittim, farklı bakıyordu. Arkadaşından mı geliyorsun diye sordu. Ödev için Ayşe ile buluştuğumuzu söyledim. İkimiz de köye gittiğimiz için mecbur beraber yürüdük. Normalde susmayı bilmeyen kadın yol boyunca bir kelime bile söylemedi. Eve girerken bana kendine iyi bak Dicle, dedi. Artık Deniz’i gördüğüne emindim. Evde yalnızca ablam vardı, ona Deniz ile el sıkışırken Sebahat Teyze’nin bizi görüp yanlış anlamış olabileceğini anlattım. Hiç sesini çıkarmadı. Annemler nerede olduğunu sorduğumda, „birazdan gelirler“ dedi. Ben ne zaman gelirler diye değil, neredeler diye sormuştum. Ablamın morali çok bozuktu. Sesimi çıkarmadım ama burnuma kötü kokular geliyordu.  Sebahat Teyze benim yanımda olduğu için o konuyla alakalı olmadığına emindim. Başka bir şey vardı.

Nihayet annemler eve geldi, yüzleri gülüyordu. Babam, „kızım ödevi bitirdiniz mi?“ diye sordu. „Evet“ dedim. „İyi yapmışsınız kızım“ dedi. Bir şeyler dönüyordu ama ne olduğunu çözememiştim. Sonra mutfağın yanından geçerken annem ile babamın fısıldaşarak konuşmasına şahit oldum. Şaşkınlıkla dinledim, duyduklarıma inanmak istemedim. Böyle bir şey nasıl olabilirdi, bu benim yaşamım, hiçbir zaman söz söyleme hakkı tanınmamış yaşamım… 

Benim zaten dünyadan haberim yoktu, meğer kendi dünyamdan bile haberim yokmuş. Bugün, Mustafa’nın ailesi ile bir yerde konuşmaya gitmişler. Ailem „Dicle liseyi bitirmeden evlendiremeyiz ama lise bitimine az kala tekrar arayın“ demiş. Annem babama, benim çok talibim olduğunu söylüyordu. „kardeşimin oğlu, senin amcanın torunu, Mesut ile Feride’nin oğlu şimdi de eski komşumuzun oğlu Mustafa“ dedi. Lise biter bitmez hemen düğünümü yapmak istiyorlardı. En kötüsü de Mercan ablamın 5 yıldır Mustafa’ya sevdalı olmasıydı. Mustafa’nın ablamın duygularından haberi yoktu, ablam da açılmaya cesaret edememişti zaten. Ben Mustafa’yı doğru dürüst tanımıyordum bile, en önemlisi ablamın yüzüne nasıl bakacaktım. Demek ki ablam bundan haberdar olduğu için morali bozuktu. Odasına doğru giderken sesini değiştirerek telefonla konuştuğunu duydum. Büyük bir şaşkınlık yaşıyordum çünkü ablam, telefonda Mustafa’ya benim kirlendiğimi, erkeklerin evlerine girip çıktığımı, hatta Sebahat Teyze’nin beni bir ara yakaladığını söyledi. Ablam, bunu bana nasıl yapmıştı? Hâlâ aklım almıyor… Ablam, bunun doğru olmadığını bile bile beni nasıl ateşe atmıştı? Beni öldürseler evlenmezdim zaten Mustafa’yla. Duyduklarıma inanamadım, ömrüm boyunca bu kadar üzülmemiştim. Kapıyı kilitleyebileceğim tek yer olan lavaboya gittim ve düşündüm, kendimi toparlayıp hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi davranmak istiyordum. Bugünü unutup hayatıma olduğu gibi devam edecektim. Güzel şeyler düşünmeye çalışırken Deniz’in gülüşü canlandı gözlerimde. Her şeye rağmen Deniz’in hayali gülümsetmişti beni. Farkındaydım daha yeni tanışmıştık ama Deniz’de benim bile doğru dürüst bilmediğim bir koku vardı sanki ruhumun kokusu… 

Ben bunları düşünürken gitgide yükselen sesler geldi kulağıma. Bağrışlar, çığlıklar, haykırışlar… Seslerden ne dediklerini anlayamıyordum. Anladığım tek şey vardı; o da arka arkaya çağırılan ismim… Yüzleşmekten çok korkuyordum, evet ben annemin kızıydım cesaret bende ne gezer… Sonuna kadar o lavaboda kalamayacağıma göre çıkmam gerekiyordu, çıktım. Çıkmadan önce babam anneme yönelmişti: “Sen kızına sahip olamadın.” 

Lavabodan çıktığımda annem kızgın gözlerle bana bakarak başını salladı. Babam, yüzüme bile bakmamıştı. Ben ise korkudan sesimi dahi çıkaramıyordum. Keşke hakkımı tam orada savunsaydım, o zamanlar da bilmezdim kendimi savunmayı şimdi de bilmiyorum, değişen hiçbir şey yok…

Annem, beni yakamdan çekerek Sebahat Teyze’ye götürmeye çalışıyordu, ben ağlamaktan başka hiçbir şey yapamıyordum. Bütün olanlar kötüydü ama en çok ablamın dedikleri kırmıştı kalbimi. Annem beni Sebahat Teyze’ye sürüklerken büyük bir öfkeyle ne duyduklarını anlatmaya başladı. Dayım, arayıp kısaca, „kızınıza sahip çıkın; Dicle, o yolun yolcusu olmuş“ demiş. Annem ve babamın buna nasıl inandıklarına anlam veremedim, ben zaten Ayşe’ye gittiğim gün dışında hep evdeydim. Beni annem babam da korumayacaksa kim koruyacaktı? Ben kime güvenecektim bu saatten sonra?  Üstelik dayıma bunu diyen de bize arada gelip giden arka komşumuz Murat Amca’ymış. Annem Murat Amca’nın eşini arayıp beni nerede gördüklerini sormuş. Biz görmedik ama sarmaş dolaş geziyorlarmış etrafta demiş. Annem ona da sormuş kimden duyduğunu, onu da arayayım, onu arayanı da arayayım derken ipin ucu Mustafa’ya gelmiş. Mustafa’dan sonrası da isimsiz bir arama ve görgü şahidi Sebahat Teyze. Sebahat Teyze’ye vardığımızda annem ona duyduğu her şeyi anlattı. Sebahat Teyze’nin cevabı beni çok şaşırtmıştı, ailemin aksine o beni korumuş, arkamda durmuştu.

Sebahat Teyze:

-Ağzından çıkanı kullağın duyuyor mu? diye yükseldi anneme. Ayşe diye güzel bir kızla kapının önünde vedalaştığımızı ve söylenenlerin doğru olmadığını söyledi. Sebahat Teyze vedalaştığımın bir kız değil erkek olduğunu gördüğü halde söylenenleri yalanladı, beni ateşe atmamıştı ve anlaşılan kimseye de bir şey anlatmamıştı. Bunu ondan hiç beklemiyordum, giderken de kulağıma; “Seviyorsan vazgeçme, ben sevdiğime kavuşamadım sen kavuş.” diye fısıldadı. Çok üzüldüm o vakit ona keşke sevdiği ile kavuşsaymış. Sebahat Teyze’nin dedikleri beni kurtarmaya yetmemişti, inanır mısınız, annem o kadar inanmıştı ki benim hakkımda söylenenlere, Sebahat Teyze’nin dediklerini duymamıştı bile. Keşke elâleme değil de söylenenlerin doğru olup olmadığını bana sorsaydı, sormadı çünkü; annem için doğrular önemli değildi, önemli olan elalemin benim hakkımda ne düşündüğüydü…

Ertesi sabah, uyanıp okula gitmek için hazırlanırken kaydımı bugün okuldan alacağını, artık dizimi kırıp evde oturmam gerektiğini emretmişti babam. Karşı çıkacak cesaretim bile olmamıştı. Bu yaptığım en büyük hataydı. Ben dik duramadım, durabilirdim ama durmadım. O zaman kabul etmek daha kolay gelmişti belki de…

Yıllarca evden doğru dürüst çıkamadım, çıkartmadılar. Ben de bu duruma hiçbir zaman karşı çıkmadım. Bayram günleri mecburen beni de götürürlerdi akrabalara, başımı hep eğer sesimi hiç çıkarmazdım. Üç yıl boyunca Ferhat eniştem hariç hiç kimse konuşmadı benimle onunla da fazla görüşme şansımız olmuyordu. Annem, babam, abimler, ablamlar hiçbiri. Ben onlara her şeye rağmen hep iyi davrandım, hürmet ettim. Mercan Ablam’ın baştan beri her şeyi bilmesine rağmen, hatta bana Ayşe’nin evine gitme cesaretini verdiği halde dedikodumu o yaymıştı. Suçsuz olduğumu çok iyi biliyordu. Yine de bu durumda olmamın suçlusu o değildi, bendim. Ben istesem liseyi bitirmenin bir yolunu bulurdum sonrasında üniversiteye de başlardım. Ben hakkımı savunmadım, savunmalıydım. Söylenenlerin hepsi doğru bile olsaydı kimsenin beni eve kapatmaya hakkı yoktu. Arkadaşlarım beni sormaya geldiklerinde evde değil. Ezo ablasında kalıyor deyip gönderiyorlardı. Her şeyin üstünden üç yıl geçtikten sonra olanlar unutulmuş gibiydi. Yavaş yavaş benimle konuşmaya başladılar. Onlar bana yaşattıklarını unuttu ama ben yaşadıklarımı unutmadım, unutamam. Yine de okula gitmeme izin vermiyorlardı, okula gitmek için izin mi gerekiyor diyemedim. Sonrasında Ferhat eniştem beni eşine, yani ablama rağmen Diyarbakır’a yanına almıştı.  Annem ile babamı da, biz işteyken yeğenlerine bakar, yemek yapar bahanesi ile ikna etmişti. Ablam ben yokmuşum gibi davransa da orada daha rahattım, serbesttim. Tüm gözler üstümde değildi.

Günün birinde Ayşe’den bir mektup geldi bana, mektubu açtığımda Deniz’in yazdığını gördüm. Deniz’i bir an olsun unutmamıştım her gece olmayacak hayaller kuruyordum, her gün ona hasret kaldığım için içim parçalanıyordu ama onun da bana karşı boş olmadığını bilmiyordum. Adresi araştırıp bulmuş, hatta Diyarbakır’a kadar sırf beni görmeye gelmişti. Nasıl heyecanlıydım tahmin edemezsiniz, onu en son gördüğüme daha 18 yaşındaydım, onunla tekrardan buluşmaya gittiğimde ise neredeyse 24 olmuştum. Onu karşımda görünce dilim tutuldu, onun da eli ayağı titriyordu. Bunca zaman karşıma çıkmanın bir yolunu bulamadığı için özür diledi. Ailemle olan sıkıntılarımı öğrendiğinden beri hep aklındaymışım beni güçlü bir kadın olarak gördüğü için de daha çok bağlanmış bana. Oysa ben hep kolay yolu seçmiştim. Eve dönerken sadece onun numarasının kayıtlı olduğu bir telefon verdi bana, başta kabul etmesem de sonrasında beni ikna etti. Sonuçta sadece onunla konuşmak için kullanacaktım. Telefonumu saklamam gerekiyordu, çok dikkat etmeliydim. Ailemle aram kötü olmasa da artık yabancı gibiydik, benim içim hiç birine ısınamadı o günden sonra. Annem ablamı günde en az iki defa arıyordu, bir kere olsun beni sormamıştı. Ben çoktan aile olmaktan vazgeçtim zaten.

Deniz’e tutunmaya çalıştım, fakat benim bir yanım hep eksikti. Deniz’le de olamadık. Yasaklar daha tatlı olur derler ya bizimkisi de öyle bir şeydi galiba. Üçüncü görüşmemizde anlamıştım aslında kafamda kurduğum kişinin aslında o olmadığını ama bir türlü vazgeçememiştim. O, bunca sıkıntıma rağmen bana gelmişti, Diyarbakır’a tayinini aldırmıştı. Beni ailemden çok sevmişti ama ben geleceğimizde mutluluk göremiyordum. Hayata bakış açısı, çevresi, kullandığı kelimeler hepsi bana çok tersti, konuşacak ortak konularımız bile yoktu. İnsanların bana yaptığını ona yapmak istemiyordum. Güvenini kırmak, üzmek istediğim son kişiydi o. Bu yüzden dayanabildiğim kadar dayandım ve günün birinde ona ayrılmak istediğimi mesaj yollayarak söyledim, bitti. Pencereleri sonsuza kadar kapattım, yapayalnızdım yine. Elimden kimse tutmadı. Bu hikayenin mutlu sonu yok, bu hikayede ailesi ve cesaretsizliği yüzünden yaşamayan, sadece nefes alan bir kadın var.

Adım Dicle, 29 yaşındayım; o mektup gelmeden nasıl yaşıyorsam öyle yaşıyorum. Fakat artık içimde ne bir umut var ne bir sevgi… Hayatta hiç bir şey başaramamış bir kadınım ben.

Benim gibi olmayın, kimseye boyun eğmeyin, savaşın; yürüyeceğiniz yolu tırnaklarınızla kazıyın…

Fotoğraflar: Helin Demirel

Picture of Helin Demirel

Helin Demirel

Tüm Yazıları