
Geride bıraktığımız 27 Mart’a ve hayata dair…
Hayatın sanattan ibaret olduğu bir dünya hayaliyle başlayayım yazıma.
Her 27 Mart’ta Süreyya Karacabey’in “alternatif” tiyatro bildirisini beklerim. Bu sene de çok güzel bir yazı yazdığı için onun yazısından bir alıntıyla başlamak istiyorum.
İşitilmeyen sesleri duyulur kılacak replikleriniz, ortak bir iyinin üreteceği ümidin içinden geçtiğinde ve hatırlatacak herkese, geride bırakılanın sadece bir hikâye olduğunu.
Replikleriniz pazar yerlerinden, duraklardan, parklardan geçecek, telaşla koşturan insanın kalabalıklarının içinden. Uzaktan yankılanan sesleri işitecek bir gün sahneler ve tiyatro seyircilerin ömründen geçecek.
Şu “seyircilerin ömründen geçecek” sözü nedense repliklerini bir sanat eserine dönüştürme çabası taşıyan benim gibi biri için çok dokunaklı.
Bir de ömür dediğimiz öyle bir geçiyor ki. Hayatı daha anlamlı kılmak için verdiğimiz çabayı bir kenara bırakacak olursak -hayat o kadar sert ki- verdiğimiz mücadele de haliyle çetin geçiyor.
27 Mart Dünya Tiyatro Günü bu sene tam da böyleydi.
Ne şenlik vardı ne coşku… Ne tiyatro salonlarında izdiham ne eskisi gibi oyunlar ücretsizdi… Yaşadıklarımız bunların hangisini yapabilmemizi mümkün kılıyor? Sokak şenlikleri olabilir mi mesela? Hiç sokak tiyatrosu yapılmadığını fark ettiyseniz cevabını da biliyorsunuzdur.
Hep söylediğim cümlemi tekrar edeceğim: “Hayat o kadar sert ki bu sertliği sahneye nasıl taşıyacağız?” Hayata dair yapılacak her üretim, yapan kişinin perspektifinden olacağı için onun düşüncesini, duygusunu taşıyacaktır. Yaptığımız yapacağımız, söylediğimiz söyleyeceğimiz, düşündüğümüz düşüneceğimiz her şey bizim duruşumuza dair değil mi? Öyleyse şu soruyu baştan sorayım. Bir sanatçının yaşadığı döneme dair sözünü söylemesi onun politikaya ‘bulaştığını’ mı gösterir yoksa repliklerimizin seyircinin önünden, ömründen geçebilmesi için bu duruşa mı ihtiyacı vardır? Günlük siyasete meydan okuduğunu mu gösterir yoksa yaratıcılığı ile özgürlüğü, adaleti, hukuku savunduğunu mu? Hayat ile sanat arasındaki bağın kopartılamayacak kadar sağlam olduğunu düşünüyorum. Bazen hayatın, hayatımda sanat olduğu için yaşamaya değer olduğunu bile düşünüyorum. Hayat, sanattır. Her ne yapıyorsam, nasıl yaşıyorsam bir sanat evreninde olduğumu düşlüyorum. İyi hissettiriyor.
Sanatın iyi ve güzel ile ilişkisi kadar sert yıkıcılığı da şiddeti de onun varlığına, özüne, doğasına dairdir. Sanat tarihi bunun sayısız örnekleriyle dolu. Zaten sanat manifestolarına dönüp bakacak olursak bunu daha net olarak görürüz.
Sanatçı vicdani ile hareket eden, adaleti kendi varoluşunda yaşatan kişidir. Yani sanatçının duruşu olmalı ve bir davası. Ve duruşu davasını taşıyabilmeli.
Ama günümüzde sanatçı ne kadar direnirse dirensin bir yandan da hayatta kalabilmek için işini sürdürme endişesini de taşımakta. Bazen sistem onu sessizliğe de hapsetmekte. Toplumdaki kutuplaşmalar kişiyi ister istemez bir seçim yapmaya mı zorlamakta? Sanat, zamanın izlerini taşıyor ise sessizlik söz konusu olabilir mi?
Sanatın hayatın dehşetine, kaosuna, baskısına, zalimliğine karşı ses vermesi kaçınılmaz. Bunun baskılandığı zamanlardaki üretimlere dönüp bakmalı. Sanatı hayattan söküp attığımızda geriye ne kalacak? Ya da yasaklandığında ya da kendisine sansür uyguladığında… Geriye kalan itaat edilmesini isteyen düzenlerin devrinin daim olması ki elbet onun da bir sonu olduğunu insanlık ve sanat tarihinden biliyoruz.
“… direnen tek şey sanat olmasa da, sanat direnir. İşte sanat eseri ile direnme arasındaki yakın bağ buradan geliyor. Her direnme eylemi bir sanat eseri değilse de, bir bakıma öyledir. Her sanat eseri bir direnme eylemi değildir ama bir bakıma öyledir de.” Gilles Deleuze *
Ne sanatın ne de bilimin yaşamdan uzak durması, ülkesinin günlük siyasetinden de dünyada olup bitenden de kendini soyutlaması söz konusu olmayacağı için “Sen git deneylerinle uğraş, sen de git resminle, müziğinle, romanınla, oyununla uğraş” denemez. Karşındakini bu seviyede aşağılama ancak cahillikle açıklanabilir. Sanat özü itibariyle hayatın içinden geçecek. Süreyya Karacabey’in bildirisinde yazdığı gibi…
Kimseyi dışarıda bırakmasın diye replikleriniz, sudan, ateşten ve topraktan geçecek. Yasaklı dillerin gizli sitemlerinden, bombaların uyandırdığı evlerin eşiklerinden, bir daha kimse ölmesin diye, toplu mezarlara düşen mektuplardan geçecek. İçinden geçecek şehirlerin penceresiz evlerde üşüyen bebeklerin uykularından geçecek. Vitrinlere dizilmiş gösterilerin arkasından dolanıp, gençlerin sürüklendiği sokaklardan geçecek.
Bilim de sanat da susamaz. Hangi birine susacak? Filistin’de hayatını kaybeden -içinde çocuklar ve bebeklerin olduğu- 50 bin insanın katledilmesine mi susacak? Yoksa demokratik hakkını kullanmak isteyen 299 öğrencinin tutuklanmasına mı? Bir büyükşehir belediye başkanının -oy versek de vermesek de- tutuklanmasına mı? Mahir Polat gibi İstanbul’a kültürel sanatsal alanında hizmet etmiş, kültür miraslarına sahip çıkmış birinin tutuklanmasına mı? Tutuklu gazeteciler bir yana sürekli gazetecilerin gözaltına alınmasına mı? Televizyon kanallarında halkın haber alma hakkını gözetenlere cezaların yağdırılmasına mı? Yoksullaşmamıza mı? Açlık sınırında yaşamaya çalışan insanların olduğunu bilerek buna kader mi demeli? İnsanın kaderini ve dünyadaki nasibini belirleyen Moiralar’dan mı bilmeli her şeyi? Hangisine susulur bilemedim. Elbette günlük siyaset mide bulandırıcı oluyor. Uzak durmak zaman zaman işimize odaklanabilmemiz açısından elzem olabiliyor. Ama uzak durduğumuzda sona ermiyor haksızlıklar, zulümler, kötülükler… Sadece bilmediğimiz süre zarfında içimiz rahat, kafamız sakin oluyor.
Ama HER ŞEY POLİTİKTİR. **
Şu an günlük hayatımızda her ne yapıyorsak, o politiktir. Bundan kaçışımızın olmadığını bilerek yaşama dair, insana dair, kötülüğün kol gezdiği dünyaya karşı, hakikati ters yüz edip yalanı önümüze süren dünyadaki tüm yöneticilere, zulmedenlere karşı nasıl bir duruş sergileyeceğiz. Her dönem ayrı bir mücadele. 68 kuşağı anlatsın, 78 kuşağı da ya da dünya kaç savaş gördü biri anlatsın, bugüne dek dünyada ne kadar darbeler yaşandığını da… O dönemleri bir de biyografilerden anlamalı, mesela Picasso’nun Guernica tablosunu yaratma hikâyesinden…
Oyunculuk eğitiminde yirmi yılımı bitirdim. 27 Mart Dünya Tiyatro Günü nedeniyle konuşacağım panelde ne söyleyebilirim diye düşünürken repliklerimizin sesini kaybetmiş yerlerde yankılanacağını okuduğumda, bizlerin sokak ile oyun bağlantısı üzerine düşünmeye başladım. Tiyatro sanatının şemsiyesi altındaki “Oyunculuk Sanatı” bu yirmi sene boyunca benim davam olmuş. Bir oyuncu yetiştirilirken onun doğduğu toprakların, hangi coğrafyada yaşadığının, ailesinin, mahallesinin, içinde bulunduğu toplumun, her şeyin ama her şeyin önemli olduğunu biliyorum artık. İthal edilen oyunculuk metotları, bu ülkenin kendi gerçekliklerini, ekonomik, toplumsal, kültürel ve politik yapısı göz ardı edildiği sürece kısa süreli işe yarayacaktır.
Oyunculuk eğitimi, doğası gereği içinde bulunduğu toplumu, kültürü, coğrafyayı ve dünyayı anlayıp yorumlamayla ilişkilidir. Oyuncunun hem insanın hem de doğanın özüne yönelik derinlikli anlama çabası onun biricik yolculuğudur. İnsan/oyuncu sevgiyle, şefkatle, insana ve doğaya saygısıyla varolabilir.
Tiyatro sanatı da sevgiyi açığa çıkarır. Zaten oyunculuk eğitiminin ilk adımı bir oyuncunun kendini sevmesi ve bir diğerine olan sevgisini gün yüzüne çıkarması üzerinedir. Yaratıcılığını keşfedebilme yolculuğudur; diğerinin yaratıcılığıyla kendi yaratıcılığını nasıl pekiştireceğini öğrenebildiği bir yolculuktur; kendine gösterdiği anlayışı diğerine nasıl gösterebileceği üzerinedir. Kendini anlama çabası diğerini de anlama çabasıyla bütünleşecektir. Kendi acısına bakabildiği gibi başkalarının acılarını görebilme yetisidir aynı zamanda. Empati duygusunun geliştirilebilir olduğunu, oyunculuk eğitiminin bunu da içerdiğini söylemeliyim. Ama gelin görün ki dışarda hakikat de iyilik de güzellik de tahrip edilirken bunu mümkün kılabilmenin yollarını da bulmalıyız.
Oyunculuk eğitimi sürecinde hayatını sanat yolculuğuna dönüştürebilecek adımları atarken bizler genç oyncuların yanında durabilmeliyiz. Asıl mesele güllük gülistanlık zamanlarda değil; karanlık zamanlarda o genç oyuncuya kendi sesini bulmasını, bedenini özgürleştirmesinin yolunu yöntemini gösterebilmeliyiz. Bunları nasıl sağlayacağız? Coğrafya kaderdir meselesine getirmek istemiyorum ama ülkem benim sesim; ülkem benim bedenime yazılmış. Sesim kıs(tır)ılmışsa, bedenim itaat etmem için zapturapt altına alınmak isteniyorsa, özgürlüğüm kısıtlanmışsa ya da yoksa sahnede oyuncu nasıl özgürleşecek! Hadi diyelim bunu başardık ama hayatın sertliği orada durup dururken bunu korumayı nasıl sağlayacağız?
Oyuncu kendi hayatının, kendi oyunculuk kariyerinin mimarıdır. Ancak bunu gerçekleştirirken kendini nasıl güçlü kılacağını da düşünmeli. Oyuncunun savaşçı bir ruha sahip olması gerekir; bu savaşçı ruh, aynı zamanda bir sporcunun da sahip olduğu güçtür. Baskılar karşısında isyanını sanatıyla nasıl göstereceğinden tutun da sesini ve bedenini özgürleştirebildiğinde bundan geri adım atmamak için direnmesine kadar her şeyde kendini güçlü kılabilmeli. Oyuncu, başarısızlıklar karşısında yılmayacak bir güçlendirme yapar kendi benliğinde; eleştiriler karşısında yıkılmaz, ülkenin hâl ve gidişi karşısında umutsuzluğa düşmez. Sanatçı/Oyuncu anlaşılmamayı da göze alır. Bedel ödemeden oyunculuk yolculuğu söz konusu değil ne yazık ki. Dolayısıyla o anlaşılmama riskinin sorumluluğunu da üstlenir. Tepkilere karşı metanetle durması gerekir ve bu metanetini de savunduğu, arkasında durduğu fikrinden ve inancından alır.
Kendi sesini bulmuş, özgürleşebilmiş bir oyuncu yarışmaz aksine ilham alır; onun sesi de sözünü söyleyiş tarzı da çığlığı da ona özgü, ona hastır. O yüzden bir bilge, bir kahin gibi yaşamını ve kariyerini inşaa eder. Derin bir bakışa sahip olur zaman içinde.
Peki, karanlıklarda kaldığımız zamanlarda, koşulların bizi zorladığı zamanlarda nasıl yaratacağız? Dünyanın her yerinde iktidarlarını zalimliğe dönüştürenlerin olduğunu, acımasızlaştıklarını, savaşların yaşandığını bildiğimize göre! İnsana ya da doğaya karşı katliamların olduğu bir sistemin içinde yaşarken, nefes alırken yani insanın insana, insanın canlıya, insanın doğaya acımasızlığı karşısında sanat ne yapabilir, tiyatro sanatı ne yapabilir, oyuncular ne yapabilir? Yapılırsa nasıl yapılır? Hayat o kadar sert ki. Yaşananların bir oyunu yapılabilir mi sorusu da, biz sanatçıların özgürce yaratmaya nasıl devam edeceği sorusu da o kadar hakiki geliyor ki bana! Hayatın içindeki o sertlikte öyle absürtlükler var ki, öyle hakiki anlar var ki, bunun üzerine ben ne söyleyebilirim diye düşünüyorum. Bilmiyorum. Ama şunu biliyorum mutlaka yapılmalı, dünyadaki acımasızlıklar, çirkinlikler, yalanlar, kötülükler salgın gibi yayılıyorken yapılmalı. Nasıl yapacağız sorusu, yapmaya kararlı olduktan sonra sorulmalı. Hani deniyor ya hiçbir zaman karanlık tam karanlık değildir diye. Evet, gece hiçbir zaman zifiri karanlık değil. Ve bir yerde bir ışık varsa o ışık sanat, bilim ve tabii tiyatro olmalıdır; aydınlık oradan gelmelidir.
Başa döneyim: Gasp edilen hayatlarımız olduğunda sahnede ne sesimiz bizim sesimiz ne de bedenimiz özgür olacaktır. Bunu anlayan oyuncu en azından gerçeklerle nasıl başa çıkacağını yalpalaya yalpalaya ya da düşe kalka ya da yara ala ala da olsa öğrenecektir. Bu süreç, onu hayalini kurduğu sanat evrenine götürür mü götürmez mi artık önemli değildir çünkü yaptığımız işle hem kendimizde hem seyircimizde düşünsel ve duygusal tepki yaratmak çok kıymetli. O yüzden oyunu çalışırken keşfettiğimiz ve yarattığımız her şey, sesimiz ve bedenimiz parmak izimiz gibidir. Hatta sahnedeki adımlarımızın topografyası, görünmeyen ayak izlerimiz de hikâyenin ayak izleridir. Şu dünyadan geldik geçiyoruz bir oyun başlıyor ve bitiyor. Geride nasıl bir hoş seda bıraktığımızı, sahnedeki sesimizin ve devinimimizin hikâyeyi nasıl belirlediğini düşünmeliyiz. Bu bilinç ve anlayışla sanat yolculuğumuzu inşa edebilmeliyiz. Bu perspektiften bakıldığında oyunculuk sanatının benim bir davam olması kaçınılmazdı. O yüzden hayatımı her bir genç oyuncunun yorumunun özgün ve kendine has olmasını sağlayacak çakıl taşlarını döşemeye adadım.
Çünkü biliyorum Sanatçı/Oyuncunun adeta bir feneri vardır ileriyi, karanlığın ötesini görebileceği. Bir maden işçisinin baretindeki fenerin, yerin katmanlarına doğru ilerlerken ona önünü görebilmesini sağlaması gibi… Ya da bir kâhindir. Geçmişi iyi anlayıp kavrayıp bugünü yorumlayabilen ve geleceği kuran kişidir. Bu nedenle bir sanatçı ışığını yaymasını öğrenebilmeli çünkü insanlar o ışığın etrafına toplanacaktır. İşte bu yüzden bilimsiz sanat, sanatsız bilim olmaz; biat kültürüyle ne sanat ne de bilim var olabilir diyorum.
Oyunculuk eğitiminin sadece bir bölümünü belki de ilk basamaklarını anlattım tam da anayasal ve demokratik haklarını kullanan, geleceklerini savunan 299 gencimizin tutuklu olduğu bu zamanda. Aralarında muhtemelen bilimle ve sanatla uğraşan gençler de vardır. Onların sesine ses olmak için yazımı hak hukuk adalet diye bitirmek istiyorum.
Hukuksuz şekilde cezaevinde olan #GençleriSerbestBırakın #ÖğrencileriSerbestBırakın
* (Sanat Manifestoları – Derleyen ve Sunan Ali Artun)
** Mehmet Sindel’in instagram paylaşımından bir alıntıdır.