
Acılar, zaman o günde durmuş gibi yoğun. Dinmiyor. Çünkü o acılara duyarlı, sorumluluk sahibi ‘sorumlular’ olmadığı sürece, hesap verilmediği sürece, ihmali olanlar hâlâ etrafta bir şey olmamış gibi gözlerinin içine baka baka dolanırken, bir yıl geçmesine rağmen hâlâ çadırda yaşayanlar varken, gerçekten zor. Ölümün, kayıpların, yoksulluğun, evsizliğin, geleceksizliğin sonunda, yüreklerin yakıcı acısını soğutacak şefkat yerine talihsiz cümleler kurarak acıya acı katanlar oldukça zor, çok zor. Matem için bir araya gelmiş insanlar için “Acımızı bilerek ve isteyerek siyasi malzeme haline getirmeye çalışanlara fırsat vermeyeceğiz” diyen çoğunluğun yanısıra, “Şimdiye kadar gidip köy evlerini teslim ettiğim ve misafir olduğum ev sahipleri şunu söylüyor; Allah razı olsun. Bak evimiz yıkıldı (eğer ölüler de yoksa). Yıkıldığı iyi olmuş, bize mis gibi villa verdiniz” diyen de var. Ama “ölü varsa tabii onun acısını ölçecek bir alet daha icat olmadı.” diyenler olduğu sürece acıların soğumasını beklemek imkânsız.
Ölüme terk edildiklerini düşünen, yakınını enkazdan çıkarıp ambulansa koyan ve sonra da hiçbir hastanede yakınını bulamayan, yine yakınının bedenini bir çukurda bulan, kayıp çocukların akıbetinin ne olduğunu bilmek isteyen, yakınlarını kaybettikleri bina için tespitte bulunmaya çalışıp, suç duyurusunda bulunmaya çalışan, ağır yaşam koşullarında hayat mücadelesi veren insanlara haksızlık ya-pı-la-maz. Sonra yaşananlar için “takdiri ilahi” denirse yaraya tuz konmuş, acıya acı eklenmiş olur. İşte o zaman da yer gök “Yasımızı tutmaya geldik! Sesinizi duymaya değil.” cümlesiyle kaplanır. Bu cümlenin ağırlığı altında kalmayı nasıl başardıkları da ayrı bir muamma!
Acılarını hâlâ o günkü gibi haykıran, bir senedir yapılamayanları dile getiren, özellikle Hatay’daki halkı yalnız bırakan yetkililerin tutumlarını paylaşan, delirmemek işten değil diye isyan eden o kadar çok kişi var ki… Utanarak, “6 Şubat’ı unutmayacağız. Yaşatılan haksızlıkları da… Bu haksızlıklardaki ısrarı da… Depremde sevdiklerini, ailesini, çocuğunu, annesini, babasını, kardeşini, yakınını, akrabasını, komşusunu, mahallelisini kaybedenler “helalleşmeyeceğiz” diyorsa, biz de helalleşmeyeceğiz. Kaderi iyi biliyoruz ama bu bir kader değil.” yazarken biliyordum yazmakla olmayacağını ama yazmasam da olmayacağını biliyordum.
Zaten ne yazsam eksik. Kendimi çaresiz, yetersiz hissetmem geçmiyor.
Tam da böyle hissediyordum ki bir paylaşım çıktı karşıma.
Bir kişi yorumunda*, “unutmadık”, “çok üzgünüz” dediğimizde orada hâlâ çadırlarda yaşayanlara ne demek kalıyor diye yazmış ve “elimizden gelen desteği yapıp vicdanımızı temize çekmeye çalışıyoruz. O kadar vicdansız var ki etrafımızda adeta arayı kapatmak için fazla mesai yapıyor bizim vicdanlarımız. …” diye devam etmiş.
Zaten huzursuz olan vicdanım fazla mesai mi yapmaya başlamıştı “ne yazarsam doğru bir şekilde o acıya dokunmuş, onun sesi olmuş olurum?” diye sormaya başladığımda… “Unutmadık” demenin bir politik yüklemesi de olduğunu düşünerek yazmıştım oysa. Unutmaya meyilli toplumlarda hep hatırlatan(lar) oluyor. Toplumun belleksizliğe bile isteyerek itildiği günümüzde ‘unutmamak’ ya da ‘unutturmamaya’ çalışmanın önemini yadsıyamayız değil mi? “Unutmayacağız” demek adeta kişinin kendisiyle de gizli bir antant kalması anlamına gelemez miydi? Bu sorular bile belki vicdanımı rahatlatmak için. Kim bilir!
Eduardo Galeano, Bir Otoportre İçin Notlar** yazısında “Ben tarihçi değilim. Ben bir yazarım, Amerika’nın belleğine saplantısı olan, özellikle Latin Amerika’nın, belleksizliğe mahkûm edilmiş şefkatli toprakların belleğine saplantısı olan bir yazar.” derken kast ettiği unutturmamak olabilir mi? Peki, bu toprakların belleğine saplantısı olanların sesi nasıl çıkıyor?
Bir alıntı beni yeniden düşünmeye sevk etti.
“Hatırlama ve unutma edinimlerini aynı anda içinde barındıran bellek, genel itibariyle yaşanmışlıkların bireysel ya da toplumsal olarak yeniden gözden geçirilmesine dayanmaktadır. Bu bağlamda iki tür bellekten söz etmek mümkündür. Bunlardan ilki, toplumsal ya da tarihsel bellek olarak nitelendirilen ve toplumsal yaşamda meydana gelen savaş, göç veya doğal afet gibi olayları toplumların nasıl hatırladığı üzerinde duran bellek türüdür. Ancak toplumsal grupların somut bir hafızasının olabilmesi için öncelikle bireysel bir bedene ihtiyaç duyulmaktadır. Bu durum da bizi bireysel ya da otobiyografik belleğe götürmektedir. Ancak bireysel bellek de toplumdan tamamen bağımsız değildir. Geçmişte yaşanan olayları hatırlamak ya da kendi geçmişlerine gidebilmek için başkalarının, diğerlerinin belleğine sıklıkla başvurma ihtiyacı hissedilir. Dolayısıyla bu açıdan bu iki bellek arasında sıkı bir ilişkinin varlığından söz etmek mümkündür.“ ***
Altını çizdiğim cümlede geçen ‘toplumların nasıl hatırladığı’ sanırım benim “unutturmayacağız” kelimesine yüklediğim anlamı destekliyor. 6 Şubat depremini yaşayanlar nasıl hatırlıyorsa ve nasıl anlatıyorlarsa yaşananları bunları unutturmamak için -zerre kadar bile olsa- bizlerin çabalarının bir anlamı olabileceğini düşündüm.
Bütün bu içinden çıkamadığım karmakarışık düşünceler içindeyken Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü kitabında yazdığı, “Tarih bilinci az olan ya da hiç olmayan bir toplumu yönetmek kolaydır. Böyle bir toplum, eleştirel değildir ve kurulu düzenden kolayca memnun kalır.” cümlesi bana “her şeyi hatırlayan, yani unutmayan bir toplumu da yönetmek kolay değildir o zaman.” cümlesini kurdurdu. Bu kitap üzerinden yapılan söyleşiye rastlayınca bir şeyler daha netleşir hale gelmeye başladı. Şöyle diyor Vassaf: “… Biz tarihi takım tutmak için okuyorsak -ki genellikle böyle- her ulus devlet, her din, her ekol, hatta tarihî ekol kendi tarihini, kendi masalını yazıyor. O tarih bilinci değil. Tarih bilinci tarihin ne kadar büyük bir masal olduğunu ve farklı masallardan oluştuğunu hissedebilmek, sezebilmek, belki de ayrımında olabilmek demek.” ****
Bizler yaşanan 6 Şubat depremini, bu büyük yıkımı kimin gözünden okuyacağız ya da hatırlayacağız? Ben bir taraf olacaksam, tabii ki acının etrafında toplanmış hakikati bilen, gören, yaşayan halkın tarafında olacağım; onların dayanışmasının yanında. Susan Sontag’ın kitabının adı olan ama bir addan öte düşünmeye sevk eden, “Başkalarının Acısına Bakmak” geldi aklıma. Sanırım başkalarının acısına bakma(ma) şeklimiz bizim kim olduğumuza dair önemli bir ipucu veriyor. “Başkalarının Acısına Bakmak, insanı dünyayı olduğu gibi görmeye, onun temsil edilme biçimleri üzerine kafa yormaya, hatta onu değiştirmeye yönelik bir şeyler yapmaya teşvik ediyor.” *****
Benim gibi uzaktakilerin, acıyı bizzat yaşayanların ‘unutturmama’ çabalarının yanında olma ihtimalimiz olamaz mı? Üstelik ne zaman geleceği belli olmayan bir deprem saatini beklerken.
Bugün kayıplarının yasını tutanlarla geleceğe dair kaygı yaşayan ve çaresizlik içinde depremin olacağı günü korku içinde bekleyen bizler aslında ‘aynı’ yerde değil miyiz? Depremin olacağı bilinen bir coğrafyada hepimiz gelecekteki bir günün yasını da tutuyoruz sanki. Bunun bir adı varmış ‘beklentisel yas’. O gün İstanbul ne durumda olur bilmiyorum ama bugün acısı olan, yas tutan herkes o gün hepimizin sesi olacak eminim. Toplum olarak anksiyete yaşıyoruz. Kederliyiz ve bu geçmiyor. İçimizde bir şeyler kayboluyor. Ve kaybolan o yere çöreklenen anksiyeteyle yaşamaya mahkûmuz. Bunun üstesinden nasıl geleceğiz bilmiyorum; belki yalnız olmadığımızı bilmek yaşadığımız anksiyetenin de sorumlularının olduğunu hatırlatır bize. Yalnız değiliz, güvende hissetmiyoruz kendimizi. O yüzden daha çok birbirimizin sesini duymaya ihtiyacımız var.
Bugün acılara duyarlılık konusunda derin zaaflar gösteren yetkililerin dillerinin sürçmesini ya da halkın yasını nasıl ve neden anla(yama)dıklarını ve bunun için neler yaptıklarını, yapmadıklarını yazmak istemiyorum. Telafisi olmayan acıları anlamıyorlar; anlamadıkları için de ne dediklerinin ne yaptıklarının farkındalar. Tarihi halk yazacak.
O nedenle ısrarla susturulmaya çalışılanların yaşadıkları acıların duyulmasını, anlaşılmasını isteyenlerin cümleleriyle bitirmek istiyorum.
“Sesimi duyan var mı?”
“4.17 benim sessizliğimi yaşama saatim, acımı yaşamak zorundayım.”
Helalleşilmiyorsa sebebi büyük. Anlamak bu kadar zor mu?
*Bir video içeriği üreticisi (ismini yazmalı mıyım bilemedim)
**Toplum ve Ütopya, Eduardo Galeano’nun “Biz Hayır Diyoruz” kitabından alıntılanmış.
*** Toplumsal Bellekten Bireysel Belleğe Arş. Gör. Aysel YILDIZ
****Antroposen Sohbetler – Açık Radyo
*****Susan Sontag Başkalarının Acısına Bakmak (Can Yayınları)