“O zaman sık sık düşünüyor ve içimden: Beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum.” (Albert Camus, Yabancı)
Niye böyle bir giriş diyebilirsiniz. Şöyle anlatayım: Bir arkadaşıma göz doktorumun bana katarakt teşhisi koyduğunu ama daha çok başında olduğunu anlatıyordum, o da ‘’Aaa, böğürtlen yaprağı iyi geliyormuş.’’ dedi. Ben de ‘’Bu seçim yüzünden.’’ dedim. ‘’Niye?’’ diye sordu, anlamadı. ‘’E, kaç aydır cep telefonu, ipad, bilgisayar, hepsinden haber takip edeceğim diye bağımlısı oldum, tabii gözlerim bozulur.’’ dedim. Bu arada kafama takıldı böğürtlen yaprağı nerede bulacağım diye düşünmeye başladım. Aradan zaman geçti başka bir arkadaşım iki kadının çöpe yapraklarıyla böğürtlen attıklarını üzülerek söyleyince ‘’ah’’ dedim ‘’kapsaydın keşke onu benim için…’’ Bu arada arkadaşım hiçbir bitkiyi, yaprağı, tohumu atmadığı için, çöpten almadığına da şaşırdım. Neyse, sonuçta attıklarına göre demek ki bulunuyormuş ki attılar, dedim içimden; bir gün benim de bulabilme olasılığımın olduğunu düşünerek. Sonuçta böğürtlen yaprağından medet ummamı garipseyebilirsiniz ama ameliyatsız atlatabileceğim her şeyi denemeye hazırım. Neyse laklarken laklarken (bugün derginin tatile girmesini bahane ederek seçim-sonrası ruhsal saçmalama dağıtma yazım, mazur görün) arkadaşım, gözlerimi dinlendirmem gerektiğini ve olabildiğince uzaklardaki bir noktaya bakarak bir süre durmamı tavsiye etti. Uysal bir yaradılışım var; hemen dediğini yaptım. Kadıköy’den Ortaköy’e vapur seferi boyunca daldım gittim uzaklara… İşte, gökyüzüne bakma hikâyesine de buradan geldim. Alice, tavşan deliğinden düşüp gittiyse, ben de iki bulut arasından sızan ışık huzmesinden kaybolup gidebilirim ki gittim de.
Dağıttım. Zihnimi toparlayacak halim takatim yok. Çalıştım, başaramadım. Olmuyor.
Çıfıt çarşısı gibi dağılmış zihnimin karşılığı bir hayat nasıl toparlanır ki? Hem zor hem de biraz zaman alacak haliyle. Madem dergimiz önümüzdeki birkaç ayı bu sayıya topladı, yazacağım mecbur. Dedim ‘’Yaz Ayşe, yaz.’’ ‘’Ne yazacağım?’’ ‘’İçinden ne geliyorsa.’’ ‘’Ya gelmezse!’’ ‘’Gelmiyorsa da yaz, geliyorsa da yaz, neler oluyor bitiyor onu yaz; o da olmadı masanda ne var ne yok onu yaz.’’
İşte, ‘’masa’’ deyince bende akan sular durur. Şimdi kendimi şikâyet etmek istemiyorum çünkü eleştiriye kapattım kapılarımı. Olumsuz hiçbir şey duymak istemiyorum kendimle ilgili. Takdir edilmeye susuz kalmış gibi bir halim var. Şımarmak istiyorum. Abarttım diye düşünüyorsunuz değil mi? Hayır, abartmıyorum. Anlatayım niye abartmadığımı.
Bundan bir süre önce masamı ve kütüphanemi toplamaya karar verdim. Takdir edilesi bir davranış. Senede anca iki kez yapabiliyorum ki bu da başarıdır benim için. Ama bu kez atmadığım (atmadığım demeyeyim de daha çok atamadığım, atmaya kıyamadığım, kordonu koparamadığım) her şeye ‘hoşça kal’ diyecektim. Müthiş bir karar. Ama… Atmadan önce şöyle bir sayfaları çevireyim dedim. Demez olaydım. Otuz beş senedir tuttuğum ne kadar defterim varsa ki sayısı o kadar değil (iyi ki değil) okumaya başladım. Ve sonuç: Ayşe’den kaçasım geldi. Ne ağlamışım, ne dert yanmışım, ne yaralanmışım! Yeter, dedim. Tamam anladık, kırıldın; kalk ayağa yürü git. Ne uzatıyorsun? Sittin sene üzülecek ne var? Bir ağaç bu kadar üzülüyor mudur? Bir gül goncası? Bir zeytin fidesi? Bir ot? Bir incir ağacı? Ya da bir sincap, ağaçkakan, baykuş, tembel hayvan? Hah, işte geldim sadede. Yani Camus’ya… Ağaç kovuğunda yaşayan hayvanlar kadar olamamak da ne demek! Onu dert et, bunu dert et. Hakikaten ‘’yeter’’ diyesim geldi. Bir de üzüldükçe saçmalamalar var! Beter bir durum? Mesela sittin sene aynı ağaçta yaşayan bir ‘koala’ olsaydım? Mesela! Orada yatar kalkar, yer içer, sosyalleşir mis gibi hayat sürerdim. Ne gelen üzdü giden üzdü diye dertlenirdim ne başardım başaracağım, oldu olacak diye yüreğim ağzımda gezinirdim. Okaliptüs ağacı da nefistir; ohh mis gibi, yirmi saat de uyku. Bir de ‘tembel hayvan’ lakaplı olan var, ağaç kabuğunda yaşayan. O da enteresan; doğaya en az zararı olan hayvanmış. Tam ideal bir yaşam biçimi benim için.
Bu şahane defterlerimin bir kısmı sonlandırılmamış; kimisi bitmeye yakın birkaç sayfası kalmış yazılmamış, kimisinin de yarısı dolu yarısı boş, kimisi kesik kesik başka başka şeyler. Neticede bir sürü yazılar yazılar yazılar… (Kelimeler… Kelimeler… Kelimeler… gibi oldu) Hayatımı toplamak ihtiyacı ile başlayan temizlik operasyonu hafiflemek şöyle dursun; burnumdan solur hale getirdi beni. Kimseyle derdim yok, derdim tamamen kendimle. Zamanda yolculuk yapıp, tuttuğum gibi ensemden kaldırasım geldi. Tamam, kendimi kaldıramadıysam da bir çöp torbası not ve yazılmış anıları kaldırıp attım. Daha da var atılmayı bekleyen. Şimdilik ‘mola’.
Yaşarken nelere üzülüyoruz, neler için acı çekiyoruz ama sonra aradan yıllar geçiyor acısı kalmıyor. Hatta bazen daha da sert şeylerle sınanıyoruz ki atlatmış olduğumuz için gün geliyor hep bir şükür halinde oluyoruz. Kendime bugünden ‘o’ günlerdeki Ayşe’ye dönüp, “Niye bu kadar üzüp hırpaladın kendini; niye bu kadar dert ettin? Atla gitsin bitsin.’’ derken buldum. ‘’Atla’’ demek çözümsüzlük değil ya da umursamazlık ya da bastırılmış olan duyguların bir gün feci şekilde ortaya çıkmaması için o gün o dakika hesaplaşılıp bitirilmesinin engellenmesi gibi bir şey değil. Hayır, bundan söz etmiyorum. Bazen sorunlar karşısında ‘durmak’ ve sadece ‘izlemek’ gerekiyor(muş). Şimdi anlıyorum artık; derin ve yoğun yaşanan duyguların, sonrasında (her ne yaşanıyorsa) bir biçimde değişimlere, dönüşümlere sebep olduğunu. Bu da kötü bir şey değil. Hiç değil. Bedel ödemek zorunda kaldığımız zamanlarda bile iyi olacağını düşünüyorum değişimlerin. En iyisi Hermann Hesse’e bırakayım sözü, şiiri anlatsın. Ben de azıcık durayım.
Her goncanın soluşu ve gençliğin yaşlılığa dönüşmesi gibi,
zaman içinde hayatın her devresi çiçeklenir.
Her ermişlik ve erdemin kendi zamanı vardır
ve hiçbiri sonsuza dek süremez.
Yürek her zaman yolculuğa
ve yeniden başlamaya hazır olmalı.
Hayat her çağırdığında, yürek,
kimseye yakınmadan,
yeni başlangıçlar için kendine cesaret verebilmelidir.
Ve her başlangıç içinde bir sihir bulundurur.
Bu sihir bizi korur.
ve yaşamamıza, devam etmemize yardım eder.
Hafiflikle, basamak basamak geçmeliyiz her yolu.
Hiç kimseye anayurt gibi bağlanmadan.
Dünyanın ruhu bizi bağlamak ya da sınırlamak istemiyor,
bizi basamak basamak genişletmek
ve yükseltmek istiyor.
Hayatın bir evresine alıştığımız anda,
alışkanlığın getirdiği duygu bizi hapseder,
bize acı verir.
Sadece yolculuk etmeye hazır olan,
felç edici alışkanlıklardan kopmayı göze alabilir.
Belki de bize bu aşılması gereken basamakları gönderen ölümdür.
Hayatın bizden talepleri hiç bitmeyecek.
Haydi o zaman yüreğim, ayrılığa, yolculuğa hazırlan
ve iyileştir artık kendini.
Sanırım bu yazımı toparlamam zor olacak. Şimdiden bir finali olamayacakmış gibi hissediyorum.
Neyse, yapacak bir şey yok! Dağıttım dediğimde inanmalıydınız bana… Defterlerimi karıştırırken karıştırırken, okuduğum kitaptan bir alıntı, izlediğim bir filmin adı ya da işte bir gün bir işe yarar deyip not aldığım cümlelerim çıktı gün yüzüne. Bu cümlelerden bazıları, alıntı yaptığım kişinin ismini içerdiği için belliyken, ‘’bunu ben mi yazdım, kimin olabilir bu cümle’’ dediklerim de oldu. Muğlak! Bir isim olmaması çok üzücü.
Mesela ‘’Yalnızlık kime mahsus’’ diye sormuşum bir oyun taslağında. “Yalnızlık temasına bak, hikâye topla’’ diye hatırlatma yapmışım kendime. Hatırlıyorum bir performans hazırlığındaydım bunları yazarken; tıpkı Joseph Beuys’un ormanda yakalanmış vahşi bir çakalla tam bir hafta aynı yerde kalması gibi ben de mekânda bir kediyle baş başa kalıp yalnızlığımızı aşabilmek için sürekli origamiden kediler yapmayı düşünmüştüm (hayal etmiştim demeliyim). Anladığınız üzere yap(a)madım. Cesaret edemedim. Ama olsun varsın, hayali bile yetti; bu fikirler ‘ET’ adında bambaşka bir performansa evrilmişti.
Yalnızlık meselesiyle epey yolculuk etmişliğim var doğrusu. Derken bir başka notla karşılaştım: ‘’Bu yalnızlıkta ne kadar yara birikmiştir?’’ Gel de çık işin içinden. Düşün dur. Kimin yazdığı da belli değil. Yazı benim de cümle kimin? Ara ara, yok; bulamadım. Hakkını helal etsin her kiminse. Tam bu cümlenin ağırlığı ile boğuşurken kurşunkalem ile yazılmış bir cümle daha belirdi: “Her yara bir sonraki yaraya hikâyesini anlatır.’’ Bu cümlenin de sahibi yok. Delireceğim. Yine kendime döndü bütün oklar. ‘’Yazsana kimindir… Senin midir, başkasının mıdır? Elin mi yorulur yazsan.’’ Kendimi yer bitirirken annemin yaraları geldi aklıma. Yaşlılıkta deri kuruyor. Damar hastalıkları olanlarda sık görülen problemlerden biriymiş sonradan öğrendim ben de. Öyle bir döngü ki kuruluk kaşıntıya neden oluyor, kaşıyorsun sonra kaşıdıkça yara oluyor; bu kez yara kabuk bağlayınca onu koparıyorsun. Ve iyileşemiyor bir türlü. Ah annem, yaraların iyileşsin diye ne uğraşmıştık. Sonra benim hiç unutamadığım yara ile ilgili bir rüyam aklıma geldi. Bu yaşıma geldim hiç çözemedim ama yaralarım geç iyileşiyor. Yaralarım bana bir şey diyor, bana bir mesaj veriyor diye takmıştım kafayı bir vakitler. Rüyamı hiç anlatmayayım, anladınız siz zaten temanın ‘yara’ olduğunu.
Yaralarımın ve izlerinin bir hikâyesi olduğu muhakkak. Bedenimdeki yara izlerinin hikâyelerini bir saat anlatabilirim size. Sıkılmazsınız, garanti verebilirim. Çünkü yaralar ize dönüştüğünde matraklaşıyor hikâyesi, onu seviyorum. O izlerde yaşanmışlık var. O gün o yaranın bende bir hissi vardı. Hatırlıyorum. Bu his insanı sevindirir mi? Beni sevindiriyor. His kaybı varsa asıl ondan korkarım ben. Hissediyorum öyleyse varım. Acı çeksem de böyle, sevinsem de!
Neyse, yine çok uzattım. Deşmeyeyim daha… Sözü Murathan Mungan’ın ‘Yalnız Bir Opera’ adlı şiirine bırakayım. Kendime içecek bir şey koyacağım siz okurken…
Bana zamandan söz ediyorlar
Gelip size zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden.
Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden.
Hepsini bilirsiniz zaten, bir ise yaramadığını bildiğiniz gibi.
Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler, öyle düşünürler.
Son kullanma tarihi geçmiş defterler ve ıvır zıvır birikmiş dosyalar, hatırlanmayı hiç de hak etmeyen anılar gibi daha pek çok şey bedenimize, hücrelerimize, iliklerimize kadar nüfuz ediyor. Kararlı bir ayıklamaya bakıyor oysa güzel bir ferahlama. Arada koala gibi takılsam, takılsak fena mı olur! Bir ağaca yaslanıp dursam şöyle saatlerce. Neyse, uzatmadan bitireyim. Kendime (Ayşe’ye) demem o ki, bekletmeyle olgunlaşan ile bekletmeyle bir halt olmayacak ‘her şeyi’ ayırt edecek noktaya geldiğinde olgunlaşmışsın demektir. Bir de o ‘yıllanmışların’ kıymetini bilecek olgunlukta olursan, kendine şahane bir ‘şimdi’ yaşatabilirsin.
Şöyle yıllanmış bir şarap ne iyi giderdi şimdi şu yazıyla…
Kalın sağlıcakla.