“Feministtim, hep feminist kalacağım. Evlilikte erkek burjuvaziyi, kadın proletaryayı temsil eder.”
Üç yıl önce ölüm haberini aldığım gün hem çok üzüldüm hem de Agnes Varda’yı nasıl tanıdım ne zaman tanıdım diye belleğimi zorladım (30 Mayıs 1928-29 Mart 2019). Sanki ailemizden biri gibiydi. O denli kendime yakın hissediyordum. Bu nasıl olmuştu? Sanırım bu onun dürüst, sıcak, içtenlikli ve konuşkan belgesellerinden kaynaklanıyordu. Son dönem belgesellerinde kendi de kameranın önünde yer aldı ve sanatı, sanatçıları, sanatını ve insanları anlattı.
Belçika doğumlu Fransız yönetmen çok yönlü bir sanatçıydı. Fotoğrafçılıkla başlar, sinema, enstalasyon, video-art onun için hepsi birbirinin içinde var olan sanatlardır. Filmografisine bakarsak kurmaca filmden çok belgesellerinin olduğunu görürüz. Filmleriyle özellikle de belgeselleriyle harikalar yarattı.
Onun ilk izlediğim filmi sinemanın yüzüncü yılı nedeniyle yaptığı 101 Gece (1994) oldu. 8. Ankara Film Festivali’nde (1996) Kavaklıdere Sineması’nda oğlum ve eşimle izlemiştim. 101 Gece sinema tarihinden pek çok filme eğlenceli göndermelerle doluydu ve klasik bir konusu yoktu. Severek izlediğim göndermelerini çözmeye çalıştığım bir film olmuştu. Eşim ve oğlum ise klasik sinema tarzı bir film beklediklerinden pek memnun kalmadılar. Yıllar sonra tekrar izlediğimde film dağarcığım çoğaldığı için daha çok keyif aldım.
O yıllar sinema üzerine kendimi eğittiğim, yönetmenden çok filme ve oyunculara önem verdiğim yıllardı. Festival sayesinde Jean-Luc Godard, François Truffaut, Alain Resnais, Eric Rohmer filmlerini izlemiş, Yeni Dalga hakkında fikrim oluşmaya başlamıştı. İnternet diye bir şey henüz yoktu. Ancak dergiler, festival kitapçıkları ve sinema tarihi kitapları yardımcı oluyordu. Ama eril söyleme göre Agnes Varda Yeni Dalga’nın babaannesi olarak anılıyordu ama aslında pek çok sinema tarihçisi onun akımın kurucusu ve tek kadın yönetmeni olduğunu söyler. Görmezden gelinse de o Yeni Dalga’nın öncü kadınıydı. Akımın en önemli filmlerine de imzasını attı.
4.Uçan Süpürge Film Festivali’nde (2001) Ustaya Saygı bölümünde 5 Agnes Varda filmi gösterildi. Onu tanımaya başlamıştım. Çatısız Kuralsız (1985) ve Mutluluk (1965) ile beni abandone etti. Toplayıcılar (2001) ile kendine hayran bıraktı. Çatısız Kuralsız festivalde Yersiz Yurtsuz adıyla, Toplayıcılar ise Artıkçılar ve Ben diye oynamıştı. Ardından eski filmlerini araştırıp DVD’sini bulduğum Paralel Yaşamlar (1955) ve 5’ten 7’ye Cleo’yu (1962) izledim. Sonrasında ise hangi festivalde Varda varsa mutlaka izlenmeliydi.
İlk uzun metraj kurmaca filmi Paralel Yaşamlar (La Pointe Courte) hem Varda’nın hem de Yeni Dalga’nın ilk filmidir. Belgesel ile kurmacayı iç içe geçirmiş gibidir Varda. İki farklı öykü anlatır. Birisi kasabadaki balıkçıların sıradan ama sorunlu yaşamlarının öyküsü. Diğer öykü de ise o kasabada doğmuş ama şehirde yaşayan erkek ile sonradan yanına gelen karısı kasabayı gezerek ilişkilerini sorgularlar. Kasabalı ve şehirli insanların ve ortak yaşamla özel yaşamın karşıtlığı verilir. Çiftin arasındaki diyaloglar aşkı, evliliği sorgularken iletişimin ne kadar önemli olduğunu vurgular. Balıkçıların arasındaki eğlenceli diyaloglar ise Varda’nın mizahi yönünü daha ilk filminde bize haber verir. Siyah beyaz filmde bile renkleri ve görüntüyü kullanmadaki başarısı hele ki sinema eğitimi almamış biri için muhteşemdir.
İkinci uzun metrajı 5’ten 7’ye Cleo’da, şarkıcı olan Cleo’nun kanser şüphesi ile yaptırdığı tetkik sonuçlarını sıkıntıyla beklerken geçirdiği iki saati izliyoruz. Zamanla oynamayı seven yönetmen bu filminde bunu çok belirgin kullanıyor. Gerçek zamanla hissedilen zamanın ne kadar farklı olduğunu ve sonuç kötü olsa bile beklemenin daha kötü hissettirdiğini vurguluyor. Paris’ten insan manzaraları da filmin sürprizi.
İlk renkli filmi Mutluluk ise renkleri kullanmada benzersiz bir deneyim sunuyor izleyiciye. Kararıp açılma sahnelerinde bile pembe, turuncu, mavi kullanmış. Aile, aldatma, aşk ve mutluluk o kadar cesurca sorgulanıyor ki filmde Varda’nın feminist bakışı çok belirgin hissediliyor. Burada onun şu sözünü anmadan geçmek olmaz, son filminde şöyle der Varda: “Feministtim, hep feminist kalacağım. Evlilikte erkek burjuvaziyi, kadın proletaryayı temsil eder.” Mutluluk da bunu açıkça vurgular.
Çatısız Kuralsız’ı izlediğimde çarpılmıştım. Özgürlüğünün peşinde bir kadın, sisteme karşı ama bunu bağırarak anlatmıyor bize, usul usul ve içimizi acıtarak anlatıyor. Ölümün doğallığı vurgulanırken nedenleri sorgulanmıyor. Filmin en başında Mona’nın donarak öldüğünü görürüz, ardından denizden çıkan Mona görüntüsüyle hikâye başlar. Kamera onu takip eder onun kendi kararlarını ve varoluşunu sorgulamasını, çevresindeki insanların yaşamına farkında olmadan dokunuşunu izleriz. Duyguları pek yansıtılmaz. O bir reddediş içindedir. Filmin tamamında soğuk ve natürel renkler baskındır, bu renkler Mutluluk’un tam tersidir. Oradaki pastoral neşeli renkler yoktur, sanki Mona’nın ruhu gibi soğuk ve uzaktır.
2000 yılında çektiği Toplayıcılar ise başlı başına bir modern zaman ve tüketim eleştirisidir. Geçmişte ve günümüzde toplayıcılık kültürünü ve gerçeğini anlatıyor. Tarlalarda, bahçelerde ve bağlarda hasattan sonra kalanları toplayanlara artıkçı ya da toplayıcı denirmiş. Karadeniz’de fındık bahçelerinde, fındıklar toplandıktan sonra kalanları toplamak da serbesttir. Dalda ve yerde kalan fındıkları toplayanlara “başakçı” denir. Fransa’da da yaşayan bu kültür tablolara bile yansımış. 19. Yüzyılda ressam Millet The Gleaners adlı tablosunda buğday hasadı sonrası tarlada kalanları toplayan kadınları resmetmiş. Varda’nın belgeseli de bu tabloyla başlar ve günümüze kadar toplayıcıların izini sürer. İnsanları toplamaya iten içgüdü nedir? Sadece yoksulluk değildir. Koleksiyonerler de bir tür toplayıcıdır. Filmin orijinal adının “Toplayıcılar ve Toplayan” olması da boşuna değildir. Belgeselde kendisi konuşur, insanlarla söyleşir, anlatır hem de fazlaca konuşur ama o çok iyi bir hikâye anlatıcısıdır. Alt yazı okumak olmasa sorun olmayacak ama kaçan görüntüyü ya da yazıyı yakalamak zor oluyor. 2002’de Toplayıcılar’ın devamını çeker, ilk filminde konuştuğu kişilerle tekrar buluşur.
80. doğum gününü kutlamak üzere 2008’de çektiği Agnes’in Plajları otobiyografik bir belgeseldir. Doğum günü kutlamalarına bizi ortak eder ve yaşamının bir özetini de sunar. Agnes’in ailesi, çocukluğu, çevresindeki insanlar, filmlerinde daha önce görüntülediği kişilerin hayatları, Yeni Dalga’dan yönetmen arkadaşları, erken ölen kocası Jacques Demy özetle yaşamından çeşitli enstantaneler kendine has esprili üslubuyla filmde yerini bulur. Filmin görsel üslubu da inanılmaz esprilidir.
Mekanlar ve Yüzler’i 2017’de Gezici Festival’de izlediğimde 88 yaşındaki bu muhteşem kadına tekrar hayran oldum. Fotoğraf sanatçısı JR ile birlikte gerçekleştirdikleri bu belgesel bize mekanların ancak insanlarla yaşam bulacağını vurgular gibidir. Bütün belgesellerinde şehirler ve mekanlar onun yaşanmışlıkları ile anlatılır. Burada da JR ile birlikte bu kez şehirlerin tarihlerini fotoğraflar üzerinden anlatmak istemişler. Kapanan bir maden, çalışan bir fabrika, orada çalışmış ya da çalışan işçilerle var olmuştur. Mekânlara JR’ın devasa fotoğrafları yapıştırıldığında o yaşanmışlıklar belleklere kazınıyor. Agnes şehirlerin yanı sıra kendi belleğinin izini sürüyor bu belgeselde. Aslında belgeselin orijinal adı “yüzler ve köyler”. Varda ve JR Fransa’nın güneyinde ve kuzeyinde pek çok köye gidip oradaki insanlarla konuşup fotoğraflarını geniş buldukları yüzeylere yapıştırıyorlar. Tek başına çalışan bir köylü, bir kafede çalışan garson kız bir anda sosyal medya fenomeni olurken, fazla üretim için boynuzlarından olan keçiler bile onların objektifiyle boynuzlarına kavuşuyor. Le Havre limanında yaptıkları feminist dokunuş ise ancak izlenir anlatılamaz. Eğlenceli belgesel Jean-Luc Godard’ın Agnes’e oynadığı üzücü oyunla hüzünlü bitiyor.
2011’de televizyon için çektiği beş bölümlük Agnes de ici de la Varda filmini Ersan Ocak hocamız sayesinde izledim. Dünyanın çeşitli şehirlerine giden Varda oradaki sanatçılarla buluşur, sergiler gezer, kendi de enstalasyonlar gerçekleştirir. Çünkü o çok yönlü ve renkli bir sanatçıdır, aynı zamanda bir obje ve “görüntü toplayıcıdır”. Bu beş bölümlük belgeselde yine sürekli konuşur ama bizi de sürekli aydınlatır, bilgilendirir aynı zamanda da hepimizin hayatına dokunur ve filmler bitmese istersiniz.
Gelelim veda filmi Agnes, Varda’yı Anlatıyor’a. 90 yaşındaki bu üretken kadın tüm samimiyeti ile kendi yaşamına ve sanatına bakmış. Filmi 69. Berlinale’de gösterip, özel ödülünü aldıktan kısa bir süre sonra ölmesi onun vedasını muhteşem yaptığını düşündürdü bana. İçten olduğu kadar da objektif olan filmde, sinemasında üç şeyin önemini vurguluyor: Esinlenme, yaratım ve paylaşım. Çalışma yönteminin bu üç aşamada gerçekleştiğini anlatıyor. Son yıllardaki söyleşilerini, bazı filmlerinden parçaları ve yeni çekimleri bir araya getirip kurgulayarak oluşturmuş belgeseli. Kendini anlatırken ve kendine bakarken eleştirel ve esprili olabilen Agnes yüz yaşına kadar yaşayıp, üretip bizimle paylaşabilseydi keşke…
