Ben Diyarbakır’ı önce dedemin subay olduğu yılları anlatan anneannemden sonra da Ahmed Arif’ten öğrendim. Öyle sevdim… Zaman içinde bütün öğrendiklerimden azade…
“Seni, baharmışın gibi düşünüyorum
Seni, Diyarbekir gibi,”
dediğinde gözümün önüne gül bahçeleri geliyor. Hevsel’deki kuş seslerini duyuyorum. Anneannemin bana anlattığı gül bahçeleri sadece Hevsel’de değil, neredeyse şehrin her yanındaymış. 1946-49 arası yaşadıkları Diyarbakır’ı her zaman özlemle anardı. Uzun ince parmaklarındaki sigarasından derin bir nefes alarak anlattıkları dün gibi aklımda.
Arkeolojik araştırmalar Çayönü’nde gül yetiştirildiğini ortaya çıkardı. Osmanlı döneminde yapılan bir araştırmayla en güzel güllerin Diyarbakır toprağında yetiştiği anlaşıldığından şehrin her yerine gül bahçeleri oluşturulmuş. Burada yetişen güllerden yapılan gül suyu her yıl Mekke ve Medine’ye gönderilirmiş. Matrakçı Nasuh’un “Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn-i Sultan Süleyman Han” adlı eserindeki minyatürde Diyarbakır’daki gül bahçelerini görüyoruz.

On yedinci yüzyılda yapımı artan gülabdanlar ve Diyarbakır’da görev yapan paşaların terekesindeki varlıkları gülün ve gülsuyunun öneminin sürdüğünü gösteriyor. On dokuzuncu yüzyıl Diyarbakır salnamelerinde ‘gülistanlar tesis ve teksir edilmiştir’ yazılı olduğu gibi Şemsettin Sami 1889’da yazdığı Kâmûsü’l-A’lâm’da bu güllerden ve bahçelerden söz ederken Fransız basınında da bu güllerden övgüyle bahsedildiği görülür. Kaynaklardan Deliller Hanı’nda konaklayan Hac kervanlarının buradan gül yağı ve gül suyu aldıklarını da biliyoruz.

Diyarbakır’da hemen her evin avlusunda akan Hamravat suyu nedeniyle avlularda da yetiştirilen güllerden fıskiyelerin de etkisiyle avlular hatta sokaklar hep gül kokarmış. Rüzgâr estikçe de tüm şehir…
Ahmet Arif’in, ortaokulda başlayıp lise birinci sınıfta tamamladığı ve ilk yayımlanan şiirlerinden birinde okuduğum “Bir mavi gül bahçesi yorganım, Uyku saçlarının meçhul şarkısı” satırlarında çocuksu bir heyecan, “Saçlarına kan gülleri takayım” mısrasında hasret, “Gül memeler değil, Domdom kurşunu” mısralarında ise umutsuzluk bulurum.
Hep de merak ederim o meşhur gül rakısını memleketinde içti mi, içtiyse niye yazmadı diye. Osmanlı döneminde kentin Hıristiyan tebaası karpuz, menekşe ve gül rakısı yaparmış. 1932’de Diyarbakır’da Dağkapı’nın dışına Dicle Vadisi’ne yakın bir yerde kurulan ve 1980’lere kadar aynı yerde, 90’lı yılların başında da Çarıklı Köyü yakınlarında üretim yapan ilk Tekel Fabrikası 2004’te özelleştirmeyle birlikte kapanmış. Bense gülle damıtılan Gül Rakısı’nın bilmediğim kokusunu özlerim hep. Dedem, mehtapsız yaz akşamlarında Dicle’nin üzerinde karpuz kabuklarının içinde kandil yaktırıp sandalla gezerlerken gül kokuları Hevsel’den onlara ulaştığında küçük kadehlerdeki gül rakısından başının döndüğünü anlatırdı anneannem. Ömrümde daha romantik bir an düşünemiyorum.
Günümüzde Diyarbakır’da Ulu Cami’ye yakın bir sokakta Ahmet Arif Edebiyat Müzesi, komşusu Cahit Sıtkı Tarancı Evi ile meraklıları ağırlar. Komşusu Cahit Sıtkı Tarancı Evi, şairin aile eviyse de Ahmet Arif adıyla anılan yerde değil Sur içinde Yağcı Sokak, 7 numarada doğmuştur. Ben hala Sur sokaklarında dolaşırken yoksulluğu izlerim, onun bunu yoksunluk olarak anlatışı gelir aklıma. Yüzünde taşıdığı Şark Çıbanı izi bile önemsizdir, Diyarbakır çok güçlü bir sevdadır çünkü.

Diyarbakır’ı avare avare gezmeyi severim. Mimar Sinan’ın sokak arasında kalmış güzeller güzeli Behram Paşa Camisi’nin çinileri arasında kaybolmayı severim mesela. Mardin Kapı burcundan bakarken uzaklardaki On Gözlü Köprü’ye, eski kervanların sesini duyarım. Çayı kardan demlemeyi bilirim de Dicle önümde kıvrım kıvrım akarken üzerindeki buzları hayal edemem bir türlü.

Sevdayı gizli yaşamayı, memleketlisi Celal Güzelses’in sesinden sevdiği “Ben seni gizli sevdim, Bilmedim âlem duyar!” gibi türkülerden mi öğrendi, bilinmez. Ama memleketini de sevdasını da yürek dolusu yaşamasaydı bu satırları yazamazdı.
“Bir ben bileceğim oysa
Ne âfat sevdim.
Bir de ağzı var dili yok
Diyarbekir Kalesi… “
Yaşar Kemal, “Diyarbakır’ı görünce Ahmed Arif’i anlamak daha da kolaylaşıyor. O korkunç surlarıyla, türküleriyle, hapishanesiyle, sıcağıyla, soğuğuyla, o her yönden esen halk kültürüyle. Diyarbakır, büyük kültürlerin buluşma yeridir, kavşağıdır, bileşimidir. Ahmed Arif işte böyle bir kavşaktan çıkıyor” der. Diyarbakır, hala kültürlerin kavşağı. 1930’lu yıllarda Diyarbakır Surları’nın yıkılmasını engelleyen Albert Gabriel’in adının yaşadığı ‘café’de oturup etrafınıza baksanız yeter.
Ahmet Arif, 64 yaşındaydı 2 Haziran 1991’de hayata veda ettiğinde. Toplamda 1014 dizeden oluşan 19 şiir bıraktı. Kimimiz okuyoruz, kimimiz dinliyoruz onun sözcüklerini.
