Dilara Oktar Gürses‘i yıllardır tanırım. Aynı okuldan resim bölümünden mezun olduk. MSÜ, eski adı ile Devlet Güzel Sanatlar Akademisi‘nden. O, Adnan Çoker atölyesini bitirdi. Bir sanatçı olarak işine ve sanata olan saygısını da bilirim, mitolojiye, eski dokulara, eski duvarlara olan ilgisini de…
Fulart Sanat Evi‘ndeki sergisine merakla gittim. (Ne yazık ki kapandı sergi artık)
Salona girdim ve nefesim tutuldu birden. Gerçekten heyecanlandım. Öncelikle bir ressam olarak… Dilara’nın, yağlıboya, akrilik ve soft pastel boyalarla yaptığı resimlerde, elindeki materyali, derdini anlatmak için işleyiş biçimi, teknik üstünlüğü, titizliği olağanüstü idi.
Söyleyecek sözü olan insanları seviyorum. Çok başarılı seçişlerle, eski zamanların toprak ve taş dokularını, renklerini, sembollerini çağdaş, soyut formlarla harmanlayarak yüzyıllar öncesinin kibelelerini günümüze getirmiş, salona taşımıştı.
Sanki hep var olmuşlar, o kadim Anadolu topraklarının rüzgarlı tepelerinde bir yerlerde, sessizce, gizliden gizliye yaşamın akışını yönetmişler, asla tarihin akışına pes etmemişler gibi… Yeni yaşamlarımızda da söz sahibi olacaklarmış gibi…
Direnen, pes etmeyen tüm kadınlar gibi…
Kibeleleri çoğunuz bilirsiniz. Onlar, Anadolu’nun ana tanrıçalarıdır.
Pek çok yorumda başlangıç tarihi Frig’lere dayanır. Friglerde Kibele, doğanın bizzat kendisidir. Neolitik Çağ ve tarımsal yaşam biçimine geçişle, tarımcılıkta kadının önemi ve yaratıcı güç olduğu, inancı artmıştır. En önemli olgu bereket olmuştur.
Bedenindeki doğum ve ölüm süreçlerini, mevsimsel döngülere benzeten insan, bunların arkasında yaratıcı bir güç aramış ve doğurgan kadın sembolü ve ana rahmi ön plana çıkmıştır. Bu olgu anaerkil bir toplum yapısına neden olmuştur.
Bir yoruma göre, Karkamış kraliçesi olarak bilinen, Hititlerin sömürgesi olduğu dönemde krallığın ana tanrıçası olan Kubaba, zamanla Frigler tarafından da benimsenmiş, Kibele olarak anılmış ve tüm Anadolu‘ya yayılmış. Frig uygarlığına son veren Kimmerler dahi Kibele’ye tapmaya devam etmişler…
Halikarnas Balıkçısı‘nın ise, Kibele isminin kökeni hakkında ilginç bir görüşü var. Kibele, Luvi’ce ” kuwawa ku(wa)+aba+ula” yani akarsu ve koruların kutsal anası demektir şeklinde…
Yüzyıllarca pek çok uygarlıkta tapılan kadın gücünün simgesi olmuş ana tanrıça Kibele sembolü, Anadolu merkezli olarak Akdeniz havzası, Asya ve kuzey ülkelerine yayılmış ve üremeyi, dişiliği, bereketi, yenilenmeyi ve güçlülüğü temsil etmiştir.
Hiç bir mitolojide bu kadar çeşitli adlarla anılan bir tanrıça sembolü görülmemiştir. Sümer‘de İoanna, Akad, Asur ve Babil‘de İsthar, Hitit‘te Hepat – Arinna’nın Güneş Tanrıçası -Kara Tanrıça Mısır‘da İsis, Yunanistan‘da Meter – Afrodit – Demeter, Girit’te Rhea, Roma‘da Magna Mater – Diana – Venüs, Ephesos‘ta Artemis – Mater Turrita , Lydia‘da Kybele – Kybebe – Kubebe ve daha pek çokları…
Yanlarında onları dölleyen bir erkek figürü her zaman vardır. Kadının doğurganlığı ne kadar öne geçmiş görünse de onu dölleyecek erkeğin varlığı da ihmal edilmemiş ve fallik sembollerle dile getirilmiştir. Bereketi sağlayan bu birleşme, ” Kutsal Evlilik” olarak tanımlanır. Şanlıurfa yakınlarında MÖ. 7000 tarihli Nevali Çori yerleşkesinde çıkarılan bir kap parçası üzerinde doğum olayını kutlayan bir resim bulunmaktadır. Bu bir ”Hieros Garnos”, Kutsal Evlilik tasviridir ve bu, ana tanrıça gücünün ne kadar eskilere dayandığını gösterir bize. Her uygarlıkta adı geçen tanrı/tanrıça çiftleri bereket ve yaşam verme gücünün diyalektik birlikteliğini sunar. Bu bütünlüğün eril tarafı genellikle tanrıçanın çocuğu ya da kardeşidir. Dişi öğe dünyanın kalıcılığını ve sürekliliğini temsil ederken, dölleyici pozisyonda ölüp dirilen tanrılar, bahar- kış çelişkisini simgeleyerek yaşam ve doğanın döngüsel hareketini anlatır bize…
Kibele’nin doğuşunun ortak anlatımı şöyledir: Bir zamanlar gökler, denizler ve kayalar birbirinden ayırt edilemeyecek haldeymiş. Birden esrarengiz bir müzik başlamış ve gökler, denizler birbirinden ayrılmaya başlamış ve bu müzikle Kibele doğmuş.
Ay ve aslan Kibele’nin sembolleridir. Ay, ölüm ve yaşamı, aslan ise güç ve adaleti sembolize eder. Başında duran taç ise şehirlerin ve tarımsal ürünlerin üzerinde egemenliğini…
Her uygarlığın ana tanrıça sembolleri, efsaneleri ve ritüelleri farklı ve pek çok hikaye var. Derya gibi bir konu bu. Kibelelerin ve anlatılarının sonu yok.
Biz gelelim bu yazının yazılmasına neden olan sevgili Dilara’ya….
Dilara şöyle tanımlıyor resimlerini…
„Kadının gücünü, adaletini, yaratıcılığını, yeniliği, verimliliğini, emeğini, değişimi, dönüşümü vurgulayan KİBELELER-İM“
Yeni zamanların Kibelelerinin ortaya çıkma vakti çoktan geldi bence. Dilara fırçası ile bunun öncülüğünü yapıyor sanki…
Nesteren Silivrili