![](https://www.femtrak.com/wp-content/uploads/2021/12/yelda-karatas.1024x1024.jpg)
Etik birey yaşantılarının örneklerini hayatın içinde mucize olarak görebildiğimiz bu vahşet çağında, şiir, roman, resim, müzik… yapıtlarından kısaca sanattan başka yol göstericimiz yoktur artık…
Angina Pektoris
‘Yarısı buradaysa kalbimin
yarısı Çin’dedir, doktor.
Sarınehre doğru akan
ordunun içindedir.
Sonra, her şafak vakti, doktor,
her şafak vakti kalbim
Yunanistan’da kurşuna diziliyor.’
Nazım Hikmet
‘Doğa bilincini insanda tanıdı’ diyor düşünür. İşte doğanın bu bilinçli yaratığı aklını duygularının karşıtı ilan ederek, bilinci ile kurabileceği en büyük cehennemi yarattı…
Oysa duyguları bilinçsiz değildir insanın… Yoksa neden çarpsın kalbinin her bir zerresi Sarınehir’de, Kızılırmak gibi neden yakın görsün o nehrin macerasını kalbine: Has elmaya…
Refleks değildir ki kalbin içindekiler: Duygularımız aklın karşıtı değildir. Gönül gözünün karşıtı değildir hayatın gözü. Ancak zorunluluğun bilincine erdiğimiz özgürlüğü gösteren güç, yalnızca akıl değil, sezgi ve deneyimle beslenen duyguların keskin görüşüdür. Kalbi, aklın karşısına koyan burjuva felsefesi, sınıflı toplumun ekonomik alt yapısının yarattığı değer çarpıtmalarının değer biçmeleri ile kurar inanç sistemini…
Yaşadığı çağın ürünü olmayan bir ‘saf ve ilahi’ insan yaratır ve bu yapıyı kavramlaştırır, eline geçirdiği sanat ve bilim aracılığıyla…
Kapitalizm değer kavramının temeline ölçü olarak insan ve değerlerini değil, metanın değişim değerlerini koyar… O nedenle; aşkın karşısına kini, nefreti, etiğin karşısına ahlak’ı…
Sevgi ve aşk, çoğu zaman yalandır çağımızda, ama imkânsız değil. İmkânsız olmadığı için: Kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor der o büyük şair. İnsan sevgisinin gerçekliğinin yeniden tanımlanması, anlamlandırılmasıdır onun büyük dizeleri…
Çünkü şair bilir ki sevginin dışında başka bir duyguya yabancıdır kalbi… Bilir ki kin duyacak kadar kendine ve insan değerlerine yabancılaşmış bir yürek, Aşk’ı unutmuştur artık.
Aşk’ı, sevgisi Sarı Nehir’ de yaşayan bir Çinli’ye yönelemez. İnsanlığın kaderini kendi kaderi gibi göremez… Yönelse de kendi ulusunun değerleriyle kabul eder onu… Aşkı, alışkanlıkların ve geleneğin yolunu reddedemez. Irmak akar ama o yolunu tayin etmek ister, kalbindeki aşkı kine tedavül ederek.
Burjuva değerlerinin yarattığı erkek, önce erkektir. Sonra bir ulusu ve dini vardır. İnsan oluşunun değerleri bunlara sıkı sıkıya bağlıdır. Hatta reddedişini bile bu değerler üzerinden yapar… Kim olduğunu değil, kim olmadığını söyleyerek başkaldırdığını sanır…
Aşkının değerini belirleyen güçlü bir değişim değeri daha vardır: Yaşı, yani gençliği… Yaş gençlikle yüksek değerini bulur burjuva toplumunda. Yaşlandıkça bir dişinin değeri düşer. Yaşlanmış bir dişinin gençlik özlemini pahalı bir sektörle tatmin eder: Kozmetik…
Estetik görüntüsünü değiştirerek değerli olduğu yanılsamasına kapılmış bir kadın ordusu yaratır. Yaşını başını almış bir kadının kendinden genç biriyle olmasını bağışlamaz burjuva ahlakı. Aşk pazarı kurallarına aykırıdır…
Burjuva toplumunda gençlik sanki hiç yaşlanmayacak gibi yaşar. Çünkü sistem varlığını güvenle sürdürmek için, kandırılması daha kolay toy iş gücüne, ham gençliğe ihtiyaç duyar… Gençlik yüce bir değerdir ve histeri halinde ebedisi aranır!
İnsana değer biçmelere, ulus, ırk, yetmez, o elmanın kurtlarından birini daha yaratır. Sevmenin karşıtı sandığı çarpık bilincinin ürünü kinini beslemek için erkek egemen değerlerine yaşına göre sevmesi gerektiği önyargısını ekler…
Sevilmeye değer olan şey nedir konusunda bizi aydınlatacak gerçek sanat yapıtlarıyla önümüzü kesmiştir çoktan…
Manzume yazan öyle çoktur ki şiiri ve şiirsel değerleri unutur geniş kitleler. Best Seller’lar öyle çoktur ki gerçek edebiyat yapıtlarını okumaz bile insanlar. Televizyon Kültür dağıtır. Bir günlük ‘pop sanatçısı’ besler ve tanımlar. Mozart ancak, cep telefonlarının acılı tonu olur hızla sesini yitirerek…
Etik birey yaşantılarının örneklerini hayatın içinde mucize olarak görebildiğimiz bu vahşet çağında, şiir, roman, resim, müzik… yapıtlarından kısaca sanattan başka yol göstericimiz yoktur artık…
Camus’un Veba’sında ise bambaşka bir aşk tanımıyla karşılaşırız: Veba en son, sevgilisinin canını isteyecektir ondan. O da sevgilisinin bu kentte vebaya karşı direnebilecek en güçlü insan olduğunu bilmenin bilinciyle, sevilmeye değer olan için hayatından vazgeçer; benim canımı alın, sevdiğim kadın yaşamalı der Veba’ya. Veba diyetini alır ama kaybeder.
Veba’nın kaybettiği yer: İnsan sevgisinin hası; bir insanın bir diğer insana hayatını verebilecek kadar duyduğu güvendir. İnandırılmış değil, inanmış bir bağımsız bireyin kahramanca yaşantısıdır.
Yoksa neden sorsun ki Hemingway: Çanlar Kimin İçin Çalıyor?
Aşk, özneye özgürlüğünün bilincini ve bencilsizliği öğreten aşk ve bir o kadar ben ve biz olan aşk. Herkese ve her şeye karşı sorumlu olan O Kalp; o kurtsuz elma…
Angino Pektoris’ten korkanlar, Orwel’in öngörüsüyle 1984’ de kinle haykırırlar : O fareyi ona yedirin…
İktidara karşı durabilecek en büyük silahlarının aşkları olduğunu söyleyen bu insanların bilincine ne olmuştur bir yüzyıl içinde?
Bilinçsiz acıların arabeskleştirdiği birey, ‘sevdim öldürdüm, namusum en değerli değerdir’ diyen ama o namus değerinin hangi insani değerin karşılığı olduğunun bilincine ermeden yaşayan sürü bireyi, sevgi sözcüğüne kendi duygularının değer bilinciyle inanmış değil, inandırılmıştır!
Asla incitemeyeceği kadar değerli bulduğu bir şeyi bir an için olsa acıtmak bile, kendini acıtmak değil midir? O kendinden ‘ayrı’ mıdır? Ya da kendisi ondan?
Aşkını, kini değer olarak ele alıp tanımlayan, onu sisteme (İktidara)teslim eder…
İnce Memed ağlar işte o zaman gençliğimize!
Ötekinde sevilmeye değer tek bir şey görür: Kendi istediği bir şeyi yaratma fırsatı… Onun taşıdığı insan değerlerine bir an dikkat etmez.
Kimsenin kimseyi evcilleştirecek sevgisi kalmadığı için ‘öteki’ni hızla öldürüyoruz. Daha sevmeyi öğrenmeden, nefretle kendimizi ve değerlerimizi var ediyoruz…
Aşk da pazar için üretiliyor artık…
Kinle, kıskançlıkla… doğmuş bir yaratık mıyız? Yoksa ilahi güç kötülüğü ve iyiliği baştan tanımlayıp, bir oyunun içine mi atıyor bizi?
Buna inansaydı Camus intihar ederdi. Zweig’ın umudunu yitirmiş inancının son umut eylemi olasılığı hep karşımızda…
Bazıları ise, Dostoyevski gibi karşı duruyor Büyük Engizisyoncu’ya: Biletini geri vererek…
Aynı ırmakta iki kez yıkanılmayacağını söyleyen Heraklitos’u onaylayan Lucretius’un dediği gibi: “Ex nihilo nihil fit.”*
Değil mi?
*“hiçbir şeyden hiçbir şey çıkmaz”