Ben çok iddialı, büyük büyük sözler söyleyemem, hele ki aşka dair konuşmaktan çekinirim. İsterim ki sadece şairler konuşsun aşk hakkında. Çünkü aşk ve aşk deneyimi gündelik dile ve sözcüklere indirgenemeyecek kadar yoğun ve standardize edilemeyecek kadar biricik ama insan işte tanımlamak istiyor onu, istiyor ki bir adı olsun, bir sözcüğü, bir tümcesi olsun. Gündüz Vassaf “Cehenneme Övgü – Gündelik Hayatta Totaliterizm” adlı kitabında şöyle diyor bu tanımlama isteğimiz hakkında:
“Tüm duygularımızın toplamından da yoğun kavramlar, her nasılsa, sözcüklere teslim ediliyor. Türümüzün en karmaşık ve en zengin deneyimlerinden biri olan aşkta örneğin, ’seni seviyorum’ sözcükleri, bakıştan, temastan, kokudan ve aşkı ifade eden çeşitli seslerden çok daha büyük önem kazanmıştır. Duygularımızın ortak yaşanmışlığı aracılığıyla aşkı paylaşmaktansa, ona sözcüklerle sahip çıkmaya çalışıyoruz. Her aşk farklı olduğuna göre (farklı konular, farklı dokunma biçimleri, farklı psikolojik roller), her aşkta paylaşılan sözcükler de farklı olur, diye düşünüyor insan. Ama hayır! Kalıp sözcükler yaşadıklarımızdan daha önemli. Ve ‘seni seviyorum’ tümcesindeki totaliter sahiplenme, tüm aşk deneyimlerini standartlaştırıyor. Aşkı nicelleştiriyoruz. Bu tümceyi, aşkı aritmetiğe dökmek için kullanıyoruz: ’Ben üç kere aşık oldum.’
Aşkın söz aracılığıyla sahiplenilmesi ve nicelleştirilmesi, aşkın çok renkli ve çok dilli olduğu yaşanmışlığına aykırıdır; onun insandan insana ve deneyimden deneyime değiştiği gerçeğine ters düşer.
Sözcükler, aşkı birbirini dışlayan kategorilere sokar zorla. ‘Kimi seviyorsun? Onu mu yoksa beni mi?’ gibi bir tümceyle bir aşk durumunun ille de doğrulanması, sınıflandırılması gerektiği için ne çok insan acı çeker, çıldırır, intihar eder ya da başkalarına acı çektirir. Mutlaka birinden biri olmalıdır çünkü. Biri varsa, diğeri olamaz. Sırf, söz paradigmasının tutsağı olduğumuz için. Aşkın karşılığı olarak sekiz, on, on beş sözcük olsaydı keşke. Daha az kıskanıp daha az sahiplensek, standartlaştırmanın kısırlaştırıcı baskısına yüz çevirip, benzersizliğe daha çok değer verseydik. Dikey hiyerarşiyi boşlasaydık. Peki, ya aşkın karşılığı olan hiçbir sözcük olmasaydı? O zaman aşk olmayacak mıydı yani? Aşk duyulmayacak mıydı o zaman? Aşk, sözden önce de vardı.”
Benim derdim aşkı tanımlamak değil; derdim gözlemlediğim ya da öznesi olduğum “aşk” deneyimlerimizi elimde olan tek şeyle, sözcüklerle anlatabilmek.
Biz biraz kendilerini ve yaşamlarını anlamlandırma fırsatı bulamamış ebeveynlerin çocuklarıyız. Sevgiyi paylaşmaktan ve hatta koşulsuz sevgi verebilmekten sınıfta kalmış bireyler tarafından yetiştirilmişiz. El yordamıyla önce hayatta kalmaya çalışmış, sonra da aşk dedikleri şeyi öğrenmeye çalışmışız. Bu arada tabi kafa göz dalmış, hastalıklı ilişkilenme biçimlerine “aşk” demişiz. Sevgili değil de baba aramışız, bakacak çocuk aramışız, hiç istemesek de babamızın aynısını aramışız. Hani o Külkedisi’ni kurtaran prens var ya, Pamuk Prenses’i de öpmüştü hani? E bu adamı da aramışız da bulamamışız. Aşk diye tanımladıkları şey o masallardaki gibi, Yeşilçam filmlerindeki, Hollywood’un romantik komedilerindeki gibi değilmiş; çetrefilli, acılı, bir yolmuş da bizi oradan oraya savurmuş. E insan yapamaz mı bu mutsuzluk kaynağı olmadan? Yapar, bal gibi de yapar ama aynasız kalır canım kardeşimin söylediği gibi. Hayatlarımıza “sevgili” olarak aldığımız her birey yaralarımıza ayna olmaya gelmiş, biz de onlarınkine olmuşuz. Bazen bu yaraların iyileşmesi için tepeden tırnağa çamura bulanmamız, bazen delirmemiz, bazen günlerce ağlamamız, bazen çuvallamamız gerekmiş. Keşke hepimiz anne-babalarımızın güvenli limanlarından hayata atılıp, yine güvenli limanlarda güvenli bağlanabilseydik ama hepimiz buna doğmamışız. Hem de bu coğrafyada bu güvenli liman meselesine henüz rastladığımı söyleyemem.
Hani hep “Affedin ve aldığınız dersler için ona teşekkür edin.” derler ya, insan fiziksel şiddeti, psikolojik şiddeti ya da duygusal manipülasyonu çoğu zaman affedemiyor. Mesele bence konunun affetmek ya da affedilmek olmadığını anlamak, mesele o ilişkilenme biçiminde her şeye rağmen devam etme motivasyonunu sorgulamak. Sonra da özneyi “eski sevgili” olmaktan çıkarıp “ben” yapmak ve kendini affetmek. Kendini sevilmeye değer görmediğin için, kendini fiziksel ya da psikolojik şiddetin içinde var ettiğin için, belki bunu kendin de uyguladığın için. Hiçbirimiz ne kurbanız ne de zalim. Kendimize ayna arayan, anne-babalarımızın sevmeyi pek de beceremediği, değersizlik duygusuyla baş etmeye çalışan, çoğu zaman bu duygunun pek de farkında olmayan canlılarız. Aşkın tanımını bir şair gibi yapamam ama aşksızlığın ve sevgisizliğin ne olduğunu bilirim. İnsan elmayla armudu karıştırır bazen ama aptallığından değil, ona ihtiyacı olduğu için. O yüzden kızmayın kendinize, ben kendime hiç kızmadım. Eleştirdim, herkesten çok hem de ama kızmadım. Sordum sordum durdum. Kendi kendime cevaplar buldum, belki eğri büğrü cevaplar ama sormaktan vazgeçmedim.
Şubat sayısında “Sevgililer Günü” vesilesiyle yazmak istedim bu yazıyı, bu yazı vesilesiyle de bir Metin Altıok şiiri hediye etmek istedim bir de:
“Bu yaşıma geldim içimde bir çocuk hala
Sevgiler bekliyor sürekli senden.
İnsanın bir yanı nedense hep eksik
Ve o eksiği tamamlayayım derken,
Var olan aşınıyor zamanla.
Anamın bıraktığı yerden sarıl bana.
Anıların kar topluyor inceden,
Bir yorgan gibi geçmişimin üstüne.
Ama yine de unutuş değil bu,
Sızlatıyor sensizliği tersine.
Senin kim olduğunu bile bilmezken.
Sevgiden caydığım yerde darıl bana.”