FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Ateş böcekleri

Ateş böcekleri

Sevgili Tijen

Mart benim için bu yıl arafta olma ayı.  Ne oradasın ne burada… Şu an yine  gökyüzündeyim. Sana kimbilir kaç mektup yazmışımdır bulutların üstünden. Uçakta bir yere doğru giderken bir yeri de geride bırakıyorsun. Geleceği henüz bilmiyorsun ama umut dolusun, güzel bir şeyler yaşayacaksın, bundan eminsin. Gelecek sürprizlerle dolu. Tıpkı Köln’de geçen şu dört ayda yaşadığım güzel anlar gibi, tiyatroya, sinemaya gitme, arkadaşlarla buluşma ve beni her zaman ayakta tuttuğu için sürekliliğini koruyan yazma çalışmalarım gibi. Bizleri mutlu eden her şeye ne kadar tutkunuz. Korku anlarını, karanlığı, düşüşü hemen unutmak istiyoruz. Kendimizi zenginleştirecek, çoğaltacak insanların ve olayların peşindeyiz. İşin tuhafı ateş böcekleri gibi dört bir yana irili ufaklı ışıklar saçarken, yaşamımızdaki karanlıktan kurtulmak için pek çaba harcamıyoruz, sorunlarla yüzleşemiyor, yapıcı çözümler üretemiyoruz.  Öyle olunca da acılar, korkular ve mutsuzluklar döngüsü sürüp gidiyor.

Demokratik güçlerle otoriter,  popülist güçler arasındaki kutuplaşma

Geçenlerde beni Çınar aradı. Çınar, Türkan Saylan’ın doktor olan oğlu. Almanya’daki savaş çığırtkanlığından, faşizan sağ parti Afd’nin hızlı yükselişine değin çok şey konuşurken iyice hüzünlendik. Biz nereye aitiz, nerede gerçekten huzurlu ve mutlu olabiliriz? Sanırım öyle bir döneme girdik ki ulus, din ve kültür farklılığının sadece kurgulanmış bir öykü olduğunu iyice anladık. İster Almanya’da yaşa ister Türkiye’de benzer sorunlar farklı biçimlerde sürüyor. Bugün tek bir farklılıktan söz edebiliriz: O da demokrasiye, insan haklarına, kadın erkek eşitliğine, çocuk haklarına bağlı, doğaya saygılı bir duruşla otoriter, baskıcı, popülist duruş arasındaki farklılık. Bu farklılık giderek artan bir kutuplaşmaya yol açıyor. Aynen bizde olduğu gibi. Yine de Almanya demokratik bir ülke, şöyle rahat bir soluk alabiliriz orada, çünkü bizde yaşanan baskılar orada yok, işleyen bir demokrasi anlayışı var; kadın erkek eşitliği var; düşünce özgürlüğü var. Kısaca bizde olmayan her şey var orada, baksana politikada en üst yönetici konumunun yüzde ellisi kadın, bunun için nice savaş verildi ama sonunda kazanıldı. Yine de adaletsizliklerin sürüp gitmesinin nedenleri nedir?

Ataerkil kuşatılmışlık

Yine ortak konumuz toplumsal cinsiyete dönecek olursak demokrasinin tıkır tıkır işlediği bu kadar uygar bir ülkede bile yine kadına şiddet sürüyor. Düşünebiliyor musun üç günde bir bir kadın öldürülüyor burada, şaşırtıcı değil mi? Geçenlerde bir TV programında beni dehşet içinde bırakan bir öykü dinledim. Biliyorsun Almanya’da kadınlar da asker olabiliyor. Geleneksel baskıcı bir aileden gelen genç bir kadın, özgürlüğüne ve bağımsızlığına askerlikte kavuşacağını düşünüyor. Asker olursa toplumda ciddiye alınacak, saygı görecek. Bizde de Aydınlanan Yollar, Kardelen Öyküleri kitabımı yazma sürecinde Van ve Ağrı bölgelerine yaptığım gezide güvenlik güçlerine katılmak isteyen ne çok genç kızla karşılaşmıştım.

Gencecik bir kız neden polis olmak ister dersin? Kadını hiçe sayan bir dünyada kendini savunacak gücü bulmak için, bağımsız olmak için, toplumda saygı görmek için. Almanya’da öyküsünü dinlediğim kadının hayali de pek farklı değildi. Kendi ayaklarının üstünde durma ve özgür ve bağımsız olma, hepsi bu. Ama gel gör ki evdeki pazar çarşıya uymuyor. Asker kadın izin gününde arkadaşlarıyla birlikte bir partiye eğlenmeye gidiyor. Dans ediyor, içiyor, eğleniyor. Sonra, sonrasını hatırlamak bile istemiyor, çünkü korkunç bir tecavüz olayı yaşıyor. Üstelik de asker arkadaşı tarafından. Ayılınca bütün cesaretini toplayıp arkadaşını komutana şikâyet ediyor. Komutan ona kol kanat mı geriyor? Ona sahip mi çıkıyor? Yoo tam tersi. ‘Arkadaşına yazık değil mi, ona bunu nasıl yapabilirsin, sende de suç yok mu, onu kışkırtmış olamaz mısın? ’Komutanın soruları balyoz gibi iniyor kafasına… En kötüsü de kendini de suçlaması. ‘Ben neyi yanlış yaptım?’ sorusu ona bir türlü rahat huzur vermiyor. Bizler içselleştirilmiş ataerkillik diyoruz buna, tecavüze uğrayan kadının suçu kendisinde araması ne kadar bildik bir öykü, öyle değil mi?  Neyse ki onu destekleyen bir erkek arkadaşı var, güvenlik güçlerine ve savcılığa başvuruyor. Ama ama yine duvarlara tosluyor. Erkeklerin aralarında bu gibi konularda birbirini destekleyen gizli bir bağ mı var? Yine de yılmıyor, mücadele ediyor, savaşıyor. Sonunda küçük de olsa yine de zafer: Faile birkaç yıl askerlikten uzaklaştırılma cezası veriliyor. Tam her şeyi unutmak ve geçmişi geride bırakmak isterken yeni bir şok: Hamile üstelik de tecavüzcüsünden. Çocuk mu? Her şeyden çok istiyor, hem de nasıl! Ama bu çocuğu doğuramaz. Doğurduğunda ne hissedeceğini, nasıl davranacağını bilemez ki! Ya kendi çocuğunu sevemezse ya ondan nefret ederse ya onun gözlerinin içine baktığında tecavüzcüsünü görürse? Sonra geldiği çevrede babasız çocuk büyütmek kolay mı? Erkek arkadaşı da ’Bunu benden sakın bekleme’ diyor. Sonra da ‘Benden bu kadar’ deyip çekip gidiyor. Onu yüzüstü bırakıyor. Bunca zamandır çektikleri yetmezmiş gibi; başka erkeklerin dokunduğu bir kadınla beraber olmak ağırına gidiyormuş; artık dayanamıyormuş. Ayrılık…Öyleyse yolun sonuna mı geldi, bütün hayaller, umutlar tükendi mi?… Şimdi ne yapacak?…Kapkaranlık bir boşlukta hissediyor kendini… İntihar girişimi… Ama bir mucize kurtarılıyor.                                                              

Bu öykü beni çok düşündürdü. Çünkü asker kadının bireysel öyküsü ile ataerkil sistem ve bu sistemin koruyucuları arasındaki çatışmayı çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Kadının tecavüze uğraması, gebe kalması, erkek arkadaşından ayrılması ve bütün bu  süreçte  kendini hep suçlu hissetmesi işin bir yanı, adalet arayışı süresinde karşılaştığı  dev gibi engeller işin öteki yanı. Kadını yalnızlaştırarak giderek daha çaresiz bırakan sadece tecavüz olayı ve yaşadığı travma değil, onu görmeyen, duymayan bütün bir sistem. Ataerkilliğin kadını dört bir yandan nasıl kuşattığını anlatan müthiş bir öykü bu öyle değil mi? 

Özçekim tiyatrosu

Bugün öyle bir dünyada yaşıyoruz ki sanatın dünyanın her yerinde yaşanan büyük adaletsizliklere duyarsız kalması mümkün değil bana göre.  Bu gerçeği kabul ettiğimiz anda sanata bakışımız da değişiyor, sanatın, tiyatronun, sinemanın, dizilerin, edebiyatın yaşadığımız dünyayı nasıl sorguladığı sorusu ister istemez gündeme geliyor. Ortak alanımız tiyatroyu düşünecek olursak, ben neden tiyatro yapıyorum (yazıyorum, yönetiyorum ya da oynuyorum) kendimi göstermek için mi yoksa gerçekten bir derdim mi var, söylemek, anlatmak istediğim bir şey mi var? Bu soru önem kazanıyor.

Bu bağlamda biraz provoke edici yeni bir kavram geldi aklıma: Gerçek tiyatroya karşı özçekim-tiyatrosu (Selfie tiyatrosu).  Özçekim- tiyatrosu oyuncuların performanslarının ön planda olduğu içeriğin, özün, iletinin ikinci plana itildiği ya da hiç olmadığı bir tiyatro anlamına geliyor. Bugün herkesin kendini en iyi biçimde sunmaya çalıştığı bir özçekim dünyasında yaşıyoruz. Sosyal medya buna en çarpıcı örneği veriyor. Tiyatronun da bundan etkilenmemesi mümkün değil.  Günümüzde izlediğim birçok oyun özçekim-tiyatrosu olmanın gerçekten ötesine gitmiyor. Bu tür bir tiyatro eğlenceli bir biçimde sunuluyorsa, güzel bir performans yapılmışsa büyük alkış toplayabiliyor. Günümüzde çok moda olan tek kişilik performansların birçoğunu da buna örnek gösterebiliriz. Dahası bugün otobiyografik tiyatro merakı da var, bu da büyük oranda  özçekim-tiyatrosunun bir uzantısı. Hani benim yaşamım roman’ deyişi vardır ya, herkes dünyanın en önemli şeyi kendisiymiş gibi kendi yaşamını anlatmak istiyor. Tabii bunların içinde söyleyecek bir şeyleri olduğu için  özçekim-tiyatrosunun sınırlarını kıran  istisnalar hep var, bence bunların çıkarılması önemli. Nitekim senin bir mektubunda  bana anlattığın bir oyun buna çok güzel bir örnek veriyordu. İşte bence tam bu noktada tiyatro eleştirisi devreye giriyor.

Tabii ne anlatıldığı nasıl anlatıldığında aksamalar varsa önemini kolaylıkla yitiriyor. Ciddi bir derdi olan, bir şey söylemek isteyen özgün bir tiyatro eğer yaratıcı bir biçimde sahnelenmemişse, iyi oynanmıyorsa teknik açıdan kusursuz olan bir özçekim-tiyatro gösterisinin ister istemez gölgesinde kalacaktır.  Ben eleştiri yazarken önce ne anlatılıyora bakıyorum, bence bu tiyatronun temelini oluşturuyor, anlatılan gücünü yaşamdan alıyorsa, nasıl sahnelendiği ve oynandığı da önem kazanıyor. Eskiden uyumsuz tiyatro üzerine çalıştığım otuzlu yaşlarımda sadece nasıl anlatılıyor sorusu ilgimi çekerdi, ne anlatıldığıysa ikinci plandaydı. Ama şimdi tiyatronun yaşamdan koptuğunu düşündüğüm bir dönemde ne anlatılıyor da önem kazanıyor benim için. Alımlama sürecinde de neyin nasıl anlatıldığını irdeleyerek değerlendirme yapmaya çalışıyorum. Özçekim-tiyatrosunu ise ne kadar güzel bir performans sergilerse sergilesin izlemek bile istemiyorum. Çünkü anlatacak bir sorunu olmayan özden yoksun bir tiyatro en iyi bir performansla bile göz boyamanın ötesine pek geçemiyor.  Kimi kez gerçek tiyatroyla özçekim-tiyatrosu iç içe de giriyor, o zaman  eleştiri açısından işler daha da güçleşiyor öyle değil mi?   Buna da sayısız örnek verebiliriz tiyatro yaşamımızdan.  

Kutuplaşma dünyası, toplumsal cinsiyet,  tiyatro, özçekim tiyatrosu, eleştiri gibi konularda önümüzdeki aylarda da bol bol birlikte düşünmek, tartışmak ve yazışmak dileği ile sevgiyle kal.

Zehra          

                                                       

Picture of Zehra İpşiroğlu

Zehra İpşiroğlu

Tüm Yazıları