Ben bu geçmişe fena daldım galiba. Gençliğimin en güzel yılları. Deliler gibi koşturduğum, hayatı öğrendiğim, sosyalist, iyi ve fedakar insanların arasında yoğrulduğum, insan ilişkilerinin en güzelini yaşadığım kısacası mutlu olduğum günler.
Mutlu olduğum dedim ama sanmayın ki herşey güllük gülistanlık. Böyle sendikal yayınlar arasında koştururken aklımın ve gönlümün yarısı da Dev Genç’te. Arada okula gidiyorum, forumlara, eylemlere de katılıyorum. Arada sırada da derslere. Sonra Cağaloğlu’na geliyorum. Aydın Abi hemen anlıyor, heyecanımdan… Zaten yalan da söyleyemem. Ertan, kızıyor. “Polisin eline düşeceksin ya da bir kurşun yiyeceksin, sonra bizim boyunsuz desenleri kim çizecek?” Kızıyorum elbette. Tartışıyorum, işte artık neler söylüyorsam onlara, “pasifistler, revizyonistler, oportunistler..” falan. Beni ciddiye almıyorlar. Aydın Abim, “Hadi bakalım parya kardeş, geç küreklerin başına” diye beni masaya oturtuyor. O gün katıldığım eylemi yazmamı istiyor mesela. Yazıyorum. Beğenmiyor. İmla hatalarımı, virgülleri, noktalı virgülleri… Olayı farklı biçimlerde yazmamı istiyor. Haber olarak, hikaye olarak, masal olarak… Ne fazla ne eksik tam 12 tümceyle, sadece başlık ve alt başlık olarak, manşet haberi olarak… Gık demeden yazıyorum. Çöp sepeti ağzına kadar doluyor, boşaltıyorum yeniden yazıyorum. Daktiloyla düşünün üstelik. Elle düzeltmeleri kabul etmiyor, yeniden yeniden yazıyorum. Bendeki de feci bir inat. Onu bıktırıncaya kadar ya da beğendirinceye kadar yazıyorum.
Nitekim bir gün polis geldi, beni babaannemin evinden, tam da Şakir Zümre sobasında demlenmekte olan koca bir tencere aşurenin sabaha karşı soğumaya yüz tuttuğu saatlerde. Daldılar içeriye. Arama başladı. Babaannem alışık ama kızgın feci. Dolapları, çekmeceleri başaşağı ediyorlar. Babaannemin iç çamaşırlarını iki elleriyle tutup havaya kaldırıp sırıtmaları son nokta oldu. O kadar kızdı ki babaannem. “Bırak bakim benim paraşütleri” diye bağırdı. Babaanneciğim çok şişman ve boylu poslu bir kadındı. Bıraktılar çekmeceleri. Silah arıyorlar. Bir polis, sobanın üstündeki aşureye kepçeyle dalmaya kalkınca babaannem bir fıske vurdu eline polisin. Adam çekti elini. Sonra beni götürmeye kalktıklarında babaannem, “Benim cesedimi çiğneyin ama torunumu aşure yemeden yollamam” diye tutturdu. Baktılar olacak gibi değil, kabul ettiler. Babaannem hepsine bol kestaneli, ılık aşureden ikram etti. Akşamdan hazırladığı ve kavurduğu çerez ve narları da ekleyip yedirdi bize.
Beni önce Sansaryan Han’a, sonra da Metin Eşrefoğlu adlı bir arkadaşla kelepçeleyip Ankara’ya götürdüler. Metin’in cebinde telefonum çıkmış. THKO sorgusuna soktular beni. Birşey bilmiyorum. Resmi olmayan bir yerlerde de, -muhtemelen MİT-, sorgulandıktan sonra beni Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’na koydular. Bu koğuşta neler yaşadığımı ve hayatımın, dünya görüşümün nasıl değiştiğini sevgili Behice Boran’ı anlattığım yazımda anlatmıştım. O nedenle tekrar çizgime döneyim.
Benim birden bire ortadan kaybolmam, tabii ki ailemi, Ertan ve Aydın Abimi çok endişelendiriyor. Ankara’ya götürüldüğümü öğrenemiyorlar bir türlü. Aydın Abim, tanıdığı gazetecileri, sendikacıları hatta işini yaptığımız ilaç firması müdürünü bile devreye sokuyor. Ben yokum. Ertan aile fertlerini dolaşıyor. Sonunda eniştem bir yol buluyor, annemle Selimiye Kışlasına gidiyorlar. 12 Mart Askeri Cuntası’nın generallerinden Faik Türün kabul ediyor bunları. Annem önde giriyorlar içeri. Bilgi veremeyiz deyince, annem heyecanlı, kızgın kızgın generalin masasına yürüyor, elini havaya kaldırıp, “kızıma bir şey olursa, çekerim kılıcımı en önde ben yürürüm” diye bağırınca, Türün, -kimbilir annem nasıl komik ki- gülüyor. Sonunda benim nerede olduğumu öğrenip ayrılıyorlar oradan.
Ertan bu manzarayı geri döndüğünde anlatmış elbette. Aydın Abi, annemi ne zaman görse onun taklidini yapar, etraftakilere bu macerayı anlatır,“Sevim hanım koskoca cunta şefini dize getirmiş kadındır” diye anneme takılırdı.
Aydın abinin en hoş yanlarından biri, yaşadığı veya yaşanmış bir olayı üzerine birşeyler ekleyerek ve komik hale getirerek anlatmasıydı. Sürücülük öykülerini her karşılaştığımızda ballandıra ballandıra anlatırdı. “Frankfurt’ta Taksi Şoförüyken” kitabını okuduğumda, Aydın Abimin yaşadıklarına mizah katma ve hiç abartmadan abartma gücüne hayran olmuştum.
Biz Ertan’la 1975 yılında evlendik. Nikah şahitlerimiz Kimya İş Sendikası genel başkanı Dinçer Doğu ile Aydın Abimdi. Kuzguncuk’ta bir kartal yuvasında oturuyorduk. O sırada Aydın Abi ve Oya Abla ile Cihangir’deki evde sık sık beraber oluyorduk. Oya Abla Ertan’ın Sosyolojiden hocasıydı ve Ertan ona hayrandı. Oya Ablayı ben Ertan’ın gözünden tanıdım ve sevdim.
İlk evimiz harikaydı. Terastan vapurun yola çıktığını görüp koşa koşa iskeleye iniyor, gazetemizi alıp atlıyorduk vapura. Ver elini Eminönü. Yürüyerek çıkıyorduk Cağaloğlu’na. Eskiler orayı Bab-ı Ali diye bilirler. Bu keyif uzun sürmedi ama. Aksi bir ihtiyer olan ev sahibimizin ilk yılın sonunda kiraya zam yapması Ertan’ı çok kızdırdı. Toparlandık çıktık evden. Eşyalarımızın bir kısmını Aydın Abi’ye, bir kısmını Ertan’ın annesinin evine, bir kısmını da Toros ile Sevinç’in Paşa Limanı’ndeki evine bölüştürüp bu üç ev arasında mekik dokumaya başladık. Ben olsam hayatta böyle yapmaz, bir ev bulmadan taşınmazdım ama Ertan tam bir keçiydi.
O sırada Ertan Maden İş’te eğitimci olarak, ben DİSK’te basın yayın işlerinde çalışıyordum. Aydın Abi ise resmen gazeteciliğe başlamıştı. Tarihten tam emin değilim ama 1973 yılında Osman Saffet Arolat ve Tayfun Demir’le birlikte İSTA Haber ajansını kurmuşlardı. Kenan Mortan’ı, Gülen Fındıklı’yı anımsıyorum o kadroda. Bir de İSTA’nın alt katındaki Associated Press Ajansında çalışan Ahmet Altan’ı. Onların teknik techizatı o gün için mükemmeldi. Aşağıya iner, fakstan haberlerin ve fotoğrafların tık tık tık yazılı olarak çıkmasını hayretle izlerdik. Ben Kimya İş Dergisi’nde çalışıyordum. Ertan ise yedek subaydı. 74 yılındaki Kıbrıs çıkartmasına yollamışlardı onların alayını. Nasıl korkmuştuk. Ertan savaştan tüm bedeni egzama olarak dönmüştü.
Önce Yeni Ortam sonra Politika Gazetesi macerası başladı Aydın Abi’nin. Tırmık’ı ilk kez orada yazmaya başladı. Gözaltılar, tutuklanmalar, 1 Mayıslar, kurşunlar vızır vızır… Bu süreçte yanılmıyorsam Aydın Abim 6 veya yedi kez içeri girdi çıktı. Hatta bir seferinde yanlışlıkla serbest bırakıldı. Hep yüreğimiz ağzımızda yaşadık o yılları. Ama hiç durmadık. Ben zaten hep, “ben durursam dünya durur” diye düşünmüşümdür. Aydın Abim de öyleydi, Ertan da… 77 Yılından itibaren Kadınların Sesi Dergisi’nin sorumlu yazı işleri müdürü oldum. İşte o süreçte bu yazı çizi işini Aydın Abimin ne kadar iyi öğrettiğinin farkına vardım.
Sonra bir sabah… Ertan’ın annesinin evinde Kocamustafapaşa’da kaldığımız bir gecenin sabahında 12 Eylül bir balyoz gibi indi kafamıza. O sırada Aydın Abi, yanlışlıkla tahliye edildiği için dışarıdaydı ve yurtdışındaydı.
Kısa yazayım diyorum, atlıyorum çok şeyi ama uzadı yine… Galiba bir yazı da eklemeliyim. Darbe sonrasına ilişkin bir yazı daha. (29 Mart 2022, İstanbul)