Dün Çengelköy’de mezarlıktaydık Filiz’le. Navigasyon bizi o kadar çok dolaştırdı ki, epey gecikmişiz. Toprak atılıyordu Aydıngabimin üzerine. Kalabalıktı etraf. Gözüm önceleri kimseyi görmedi desem inanın. Hem şok hem maskeler hem gözyaşları. Başka mezarların mermerlerine basarak yaklaştım ona. Taze toprak kokusu. Şimdi orada mı Aydın abim? Bir beze sarılı, üzerine tahtalar konmuş. Bedenin toprakla temas etmesi gerekirmiş. İnsanın aklına ister istemez anıları geliyor aklına. Yılandan çok tiksinirdi. Var mıdır ki burada yılan acaba? Gerçi artık ne bizi duyabilir, ne de birşey hissedebilir. “Berin, Aydıngabin öldü. Saçma sapan düşünceleri bırak” diye bağırıyor içimdeki ses ama beynim onu dinlemiyor ki. Aklım bir ileri bir geri gidip geliyor.
Onunla ilk karşılaştığım gün saniyesi saniyesi aklımda. Hayatımın akışının değiştiği gün. O günden bahsederken hep benimle dalga geçerdi, “Seni kötü yollara düşmekten kurtaran bu muhteremin kıymetini bil” diye. Arkasından da, “hadi ver bakalım şu aşırdığın cigaralardan bir tane”. Ben de içiyordum ama onlar, Ertan ve Aydın abim çok içiyorlardı. Paketlerinden bir kaç tane alır zulaya atardım. Farketmişler elbette. Ama sabaha kadar çalıştığımız günlerde çok işe yarardı bu zula.
Şimdi anlatırken milattan önceki bir tarihten bahsediyorum gibi geliyor bana. Sendika dergilerini çıkardığımız günler. 12 Mart öncesi. Tekstil Sendikası’nın Cağaoloğlu’ndaki merkezinin bir minicik odasına kaç kişi sığardık sahiden. Ben çiçeği burnunda bir öğrenci. Bu odaya burnumu soktuktan sonra okulu asmaya başlamıştım doğal olarak. Nasıl mı? Tabii ki Aydın Abim sayesinde.
Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Tekstil Bölümü öğrencisiydim ama aynı zamanda aktif bir Dev Gençli. O sıralarda işçilerin arasında çalışmalıyız diye düşünüyoruz. Eh ben tekstil desenleri çiziyorum ya, Tekstil Sendikası neden olmasın diye düşündük. Ben süslendim püslendim, (doğrusunu isterseniz sendika nedir onu bile bildiğimden şüpheliyim) gittim sendikanın merkezine, kapıyı çaldım, “iş arıyorum” dedim. Güldüler ama o kadar saf bir görüntüm var ki, atamadılar da dışarıya. Beni sendikanın genel sekreteri Yunus Kara’nın odasına gönderdiler.
Kocaman gözlükleri olan güleryüzlü bir adam. “Kızım” dedi, “burada sana göre iş yok. Ama seni bir lokantaya göndereyim kasiyer olarak çalış”. Ben para işlerinden hiç anlamam diyecektim ki, kapı açıldı. İçeri pırıl pırıl gülen gözleri ile hafif göbekli, tepesi açık, bıyıklı bir adam telaşla girdi. Aydın Engin. Tabii o zaman onu tanımıyorum. Yunus abi beni tanıştırdı. Durumu anlattı. “Ne?” dedi Aydın abi, “bu kızı oralara mı yollayacaksın?” Bana döndü “Kızım, sen” dedi “madem sanat okuyorsun, çizgi mizgi de çizer misin? Karikatür, vinyet falan..” Ben hayatımda hiç bir şeye yapamam demediğim için, hemen, “tabii çizerim” dedim ama vinyet nedir bilmiyorum bile. “Ben bu kızı işe alıyorum Yunus Abi”. İşte o gün hayatımın akışı değişti ve ben kendimi onun kızı kabul ettim.
Beni kolumdan tutup, küçücük penceresi olan küçücük bir odaya götürdü. Ortada kocaman, üstü cam, bir ışıklı masa var. Hazırladıkları, artı değerin ne olduğunu anlatan bir eğitim broşürüne vinyetler ve broşürün içeriğine uygun desenler çizmemi istedi.
O yıllarda Aydın Abi ve arkadaşları sendikalarda basın yayın işleri, eğitimler yapıyor ve broşür hazırlıyorlar. Yazıları yazmışlar ama desen ve karikatürlerle biraz hafifletmek, zaten okuma alışkanlığı olmayan sendika üyelerine okutmak istiyorlar. Oturdum. Çizdim. Halay çeken işçiler, yürüyen yığınlar, aralara vinyetler. Günlerce uğraştım. Broşür çıktı. Desenler bence berbat ama kimse berbat diyemiyor. Sadece Aydın Abi, benim hevesimi de kırmamaya çalışarak, “Yahu kızım, tam da omuzlarını yukarı kaldırdıkları anda çizmeseymişsin, bunlar boyunsuz işçiler olmuş” dedi. Sonra da yıllarca “Berin’in boyunsuz işçileri” diye benimle dalga geçti. O sırada içeriye, kara kalın çerçeveli gözlükleri, kareli ceketi, kısacık kesimli siyah saçları, simsiyah pos bıyıklarıyla bir genç adam daha broşürü elinde sallayarak. “keşke profesyonel bir karikatürcüye çizdirseydik, pek olmamış ama neyse hadi” dedi. Ben tabii, tahmin edersiniz, morarmış bir vaziyette duruyorum orada. Aydın Abi tanıştırdı. “Bu hanımefendi o desenleri çizen kızımız Berin… Kızım, işte bu da bizim huysuz Ertanımız”. Ben kızgın kızgın, “memnun oldum” dedim. İşte sonradan koca bir yaşamı paylaşacağım Ertan’la da Aydın Abim sayesinde böyle tanışmış oldum. Ve ilk günden başlayarak senelerce, taa birbirimize aşık oluncaya kadar da kan kusturdum garibime. O da bana elbette. Ama hayatımın en renkli ve keyifli günleriydi onlarla birlikte yaşadığım zamanlar.
Sonraları, tam yılını anımsayamıyorum ama 12 Mart darbesinden epey önce olsa gerek, İSTA Haber Ajansı kuruldu. Bu kadroda kimler yoktu ki, Osman Arolat, Ertan Uyar, Faik ve Ayten Sinkil, Tayfun Demir, Bülent (Can Baba), Aydoğan Kariş… Şimdi hepsinin isimlerini hatırlayamadığım bir koca kadro.
Aydın Abi, benim yaşamımın en değerli yerlerinden birinde durur. Yazma çizme işlerine, basın yayın işlerine ve gazetecilik dünyasına onunla girdim. Hatasız yazı yazmayı öğreninceye kadar kaç ton kağıdı çöpe attım bir bilseniz. “Olmamış yine kızım bu… imla hataları var… Şu “de”yi ayırmayı öğrenemedin… çok kısa… çok uzun… haber değeri yok… masal anlatmışsın… esas olay ne anlaşılmıyor… altın makas…” O zamanlar elle veya daktiloyla yazıyoruz. Yani araya girip düzeltme şansın yok. Ya kes yapıştır yapacaksın ya da herşey sil baştan. Aydın Abi genellikle kağıdı kendisi yırtar yeniden yazmamı isterdi.
Daha sonra Aydın Abim ve Ertan’la uzun yıllar birlikte çalıştım. Sendikalarda (Tekstil, Kimya İş, Maden İş, Basın İş, Lastik İş), DİSK’te, Sen Ofset’te, basın yayın alanında; kısacası kalem kağıt kullanarak yapabileceğimiz her işte. Ben, bugün özlemini çektiğimiz, uğruna mücadele verdiğimiz kavramları, -barış gibi, demokrasi gibi, özgürlük gibi, baş eğmemek, teslim olmamak gibi, ne olursa olsun doğruluğuna inandığını yazmak ve savunmak gibi, umudu kesmemek yurdundan gibi…- onunla, onlarla yürüdüğüm yolda öğrendim.
Aydın Abim, sadece bir gazeteci değil bu berbat dünyaya inanılmaz bir humorla bakan, en kötü koşullarda gülen, güldüren bir insandı. Çok eğlenceliydi. Ben ona çok gülerdim. Hatta “püf” dese gülerdim. Bir seferinde, “ben sana püf desem gülersin” demişti. Öyle de oldu. Aydın Abim bir tartışma podyumunda konuşmacı. Yanında ciddi ciddi adamlar, ciddi ciddi memleket meseleleri konuşuluyor. Ben de ön sırada dinliyorum. Aydın Abim bir ara bana doğru baktı, kimseye çaktırmadan, “püf” dedi. Kendimi salondan dışarı nasıl attım anlatamam. Gülmekten dönemedim bir daha toplantıya.
Sonra? Sonrası koca bir yaşam. Hepsini nasıl yazayım şu anda. 12 Mart dönemi var, 12 Eylül dönemi var, Almanya’da sürgün yıllarımız var, Frankfurt var, Ertanlı, Oya Ablalı, Ekimli… Hapishaneli, hapishanesiz, kahkahalı, gözyaşlı günlerimiz var… Parça parça anlatmak istiyorum benim gözümden Aydın Abimi.
Onu doğaya teslim edeli 48 saat oldu bile. O soğuk toprağın altında geçirdiği ikinci gece. Üzerini bir yorgan gibi kaplayan karanfiller daha kokuyorlardır mis gibi. (Berin Uyar. 27 Mart 2022. İstanbul)
