Aydın Abim ile Ertan çok iyi arkadaştılar, aklıma hep ortak yaşanmışlıklar geliyor.
Senelerce birlikte çalıştılar, aynı evi, aynı mekanları, aynı uğraşları paylaştılar. Ben de onları tanıdıktan sonra katıldım bu kervana kısmen. Hayatımın en güzel, en eğlenceli ve üretken dönemiydi demiştim önceki yazımda. Ayrıca çok şey öğrendiğim çok insan tanıdığımı da eklemeliyim.
Sendika ve bazı kurumlara broşürler, dergiler ve hatta tanıtımlar hazırlıyorduk. İşimiz bitmiyordu bir türlü. Aydın Abinin evine bir tezgah kurmuştuk. Elektrikli daktilo makinesi o yıllar için (aslında bizim için) lüks bir araç. Dergilerin yazılarını diziyoruz orada. Aşağıdaki bölümde kullandığımız teknolojiyi de anlatacağım. Bilgisayarlara ve akıllı telefonlara doğmuş gençler hiç anlamayacak ancak hayal güçleri kuvvetliyse gözlerinde canlandırabilecekler. Benim kuşağım ise dudaklarında özlem dolu bir gülümsemeyle, leb demeden leblebiyi anlayacak ve o günleri anımsayacak tabii ki.
Dergi çıkarıyoruz ya, yazıları yazdıktan sonra baskıya da hazırlamamız lazım. Ofset baskı yapılıyor. Yani Tipo baskı dönemi sona ermiş. Artık kimse dizgiyi kurşun hurufatla yapmıyor. Ofset yeni bir teknik. Film kullanılıyor ön hazırlıkta. Baskı ise ışığa ve kimyaya duyarlı ince kalıplarla.
Bizim de, bu teknik işleri yürüttüğümüz bir yerimiz var. Sen Ofset. Cağaloğlu’nda, kule gibi bir bina. Dik merdivelerden yukarı çıkıyorsun büroya giriyorsun. Masalar, daktilolar ve ışıklı montaj masaları. Zemin katta bir ofset baskı makinesi. Yanlış anımsamıyorsam 70/100 baskı yapabiliyor. Makine, işsiz kalmış bir lastik iş işçisi olan Salim Usta’ya emanet. Zayıf, çok kısa boylu, bembeyaz yüzlü ama matrak bir adam. Elbette baskı işini bilmiyor. Bilen birileri gösterdi, çalışıyor işte. Bazı sabahlar geldiğimizde Salim Usta’yı baskı sırasında hatalı çıkan, odayı silme doldurmuş yarısı basılmış boyalı kağıtların arasında kaybolmuş uyurken buluyoruz, bazen de bulamıyoruz, sesleniyoruz. Odanın bir köşesine yığılmış kağıtların arasından saçı başı boyanmış çıkıyor garibim. Aydın Abi bu durumları hiç kaçırmıyor. “Oooo Salim Usta, bu gece yine kavga etmişsin sevgili ofsetinle” diye dalga geçiyor.
Sendika dergilerini tam zamanında yetiştirmeliyiz. Aylık dergiler bunlar. Ama Tekstil, Lastik İş ve Kimya İş üç sendika olduğu için çok doluyuz. Sabaha kadar çalışıyoruz. Çok sayıda basıldıkları için büyük bir matbaaya götürüyoruz. Haluk Bey’in matbaasına (adını unuttum şimdi) orada Galip Usta tık demeden basıp teslim ediyor. Bizim ön hazırlık epey yorucu. Hele baskıyı sabaha karşı matbaaya verdiğimizde hepimiz turşu gibi oluyoruz. Ben Aydın Abi’nin kardeşi Ayten ile; erkekler de Aydın Abi, Ertan, Faik Sinkil ve o gece kim varsa doğru Cağaloğlu Hamamı’na gidiyoruz. Kızlar kadınlara, erkekler erkeklere. O zaman turistik değildi Cağaloğlu Hamamı. Göbek taşında, kubbedeki vitraylardan sızan renkli ışık huzmesi altında biraz kestirmek muhteşemdi. Sonra çıkıp, Sebil’de sıcak süt, bal kaymaklı bir kahvaltı… Aydın Abinin esprileri… Kakari kikiri… Nasıl unutulur ki.
Bir seferinde bir ilaç fabrikasından reklam işi aldık. Onlara da ilaçlarını tanıtacağımız bir broşür yapacağız. Trikrome (üç renkli) iş çıkaracağız ve kuşe kağıda basılacak. Sayfa düzeni, grafikler herşey profesyonel yapıldı. Çok uğraştık. Eğer işi kabul ettirebilirsek tüm borçlarımızı kapatacağımız miktarda para alacağız. İlk aşamada 1000 adet basılacak. Bu 1000 adet için ne kadar kağıt telef ettiğimiz tarif bile edemem. Renkli iş kolay değil. Deneyim yok. Kuşe kağıt yapışıyor. En ufak bir renk kaymasında dünya kadar kağıt harcanıyor. Velhasıl zar zor örnek broşürler çıktı. Aydın Abi onları firmaya götürecek okey alırsak baskıya devam. Tam o sırada Sen Ofset’e Yücel Yaman geldi ziyarete. Gelirken de bir kesekağıdı sulu Bursa şeftalisi getirmiş. Aydın Abi’nin odasında oturuyor, bir yandan da şeftali yiyor. Sular üstüne dökülmesin diye de dizine bizim örnek broşürleri koymuş. Tahmin edebileceğiniz gibi örnekler gidemedi o gün. Sen Ofset’e gelmesi yasaklandı o gün. Geçenlerde duydum Yücel Yaman da ölmüş. Yaman, feci zeki ve sakar bir adamdı. Belki de hiper aktifti. O zamanlar bu terimleri bilmiyorduk. Onu da analım bu vesile ile.
İkinci posta örnek broşürleri ertesi gün götürdü Aydın Abi. Bir hafta sonra da teslimat yapıldı. Aydın Abi elinde bir çanta ile döndü firmadan. Çantadan bir kağıt torba çıkardı. Nefesimiz kesilmiş bekliyoruz. Yüzünde üzgün bir ifade var. Hiç bir şey söylemiyor ve yavaş çekim çalışıyor. Muzip muzip, tadını çıkararak torbaya elini soktu. Ve “Naranaaaaam!” diyerek torbadan bir tomar para çıkarıp havaya fırlattı. Filmlerdeki gibi. Tepemizden paralar yağmaya başladı. Hiç böyle büyük miktarda para almamıştık. O günkü sevincimizi unutamam. Hemen Hacı Amca’ya gidip birer porsiyon soğan yahnisi ve pilav yedik. Tabii firmadan. Üstüne de baklava. Maaşlarımız ödendi. Kira, Kağıtçı Hidayet’e, matbaalara ve çevremize borcumuz derken para bitivermişti.
Gelenimiz gidenimiz hiç bitmiyordu. Orada o kadar çok insan tanıdım ki. Akşama kadar çalışıyor, sonra iş yetişmemişse Aydın Abi’nin Sainte Pulchérie Lisesi’nin karşısındaki evine gidiyor, çalışmaya devam ediyorduk. Tabii ki eğer sürprizler yoksa. Eve sık uğrayanlardan biri tiyatrocu Tuncer Necmioğlu idi. Aydın Abi ile biraraya geldiklerinde gülmekten karnım ağrırdı. Yönetmen Bilge Olgaç’ı da orada tanıdım. Kanım kaynayıverdi. Hani dese gel bu alanda çalış, gözüm kapalı atlarım. O ev benim için mucize gibiydi.
Cağaloğlu’ndan Karaköy’e kadar yürüyor, balıkçılardan balık ve salata malzemesi alıyor birer kadeh rakı ile götürüyorduk balığı. Ama en sevdiğimiz yemek Aydın Abimin annesi Adalet Hanım’dan öğrendiği meşhur “Ödemiş Köftesi” idi. Eve girer girmez önüne önlüğü bağlıyor, kollarını sıvıyor önce kıymayı yoğurup dinlenmeye bırakıyordu. Bu işin püf noktasıymış. Yanında kocaman bir de salata olmalıydı. Sonunda mutfağı harabeye çevirip sofraya oturuyor, nefessiz yiyorduk bu müthiş köfteyi. Hele yağına koca koca ekmek dilimlerini batırıp yerseniz… Unutamazsınız. Üzerine de biraz timsah sindirimi yapılması gerekiyordu çünkü hareket edecek halimiz kalmıyordu. Tabii bu şahane köfte sadece ve sadece, Aydın Abinin beslenme biçimine kızan Oya Hoca’nın evde olmadığı zamanlarda yapılıyordu. Evdeki yasaklardan biriydi Ödemiş Köftesi.
Sonra herkes bir masaya oturup çalışmaya başlıyor. Aydın Abim ve Ertan takır takır yazıyorlar, İki parmakla on parmak hızında. Ben de elektrikli daktilo ile diziyorum. Dizmek ne demek? Yani yazıları daha önceden çizilmiş mizanpaja (sayfa düzeni) uygun ölçülerde mimarların kullandığı aydınger kağıt üzerine yazıyorum. (Bu teknikle film masrafından kurtuluyoruz) Yazıların koyu olması ve kağıdın film gibi kullanılabilmesi için, aydıngerin altına bir siyah kopya kağıdını, ilaçlı kısmı aydıngere çıkacak şekilde ters olarak koyuyorum. Böylece hem daktilonun şeridi hem de karbon kağıdının siyahı ile yazılar, ışığı geçirmeyecek bir koyuluğa ulaşıyor. Başlıkları da letraset ile diziyoruz. En çok kullanılan harfler bitince diğerlerini ameliyatla eksik harflere dönüştürüyoruz. İnce işçilik.
İşimiz son vapura kadar bitmişse ben kalkıp babaannemin Moda’daki evine gidiyorum. Çok gecikmişsek orada kalıyorum. Babaannem Aydın Abi ve Ertan’ı benim patronlarım olarak tanıyor. Öyleydi de zaten. Anlayamadığı şey, bu kadar çok çalışıp ondan neden hala harçlık aldığımdı. Bilmiyor ki, “patronlarım” hafta başında bana verdikleri harçlığı hafta sonunda benden borç olarak geri alıyorlar. J Hep borçlu yaşıyoruz ama aralıksız üretim yapıyoruz, bir işe yarıyoruz. Güzel bir duygu işe yaramak, yaradığını hissetmek ve bunun için fedakarlık yapmak. Bir amaç uğruna yaşamak.
“Bu patronlarını tanımak istiyorum” dedi babaannem bir gün. “Ne bu böyle seni geç vakitlere kadar çalıştırıyorlar”. Ertesi gün bu durumu anlattım bizimkilere. Aydın Abim, “Ne var kızım, gelir tanışırız” dedi. Bir kaç gün sonra geldiler de. Ellerinde kocaman bir demet çiçek.
O yıllarda deri ceket modaydı. Babaannemi etkileyecekler ya, çekmişler deri montları üstlerine geldiler. Ertan’da kareli, Aydın Abim’de beyaz gömlek. Uzun uzun oturdular. Babaannem yaptığı yufkalı pilavı badavaya yedirmedi onlara. Malum sorularıyla serseme çevirdi. Ne iş yaparsınız, nerede oturursunuz, ne yer ne içersiniz, hangi gazeteyi okursunuz, (Babaannem Cumhuriyet okurdu hergün), kaç işçiniz var, neden normal insanlar gibi sabah sekiz akşam altı mesaisi yapmıyorsunuz?… gibi sorularla bayılttı bizimkileri. Neyse tanışma faslı Aydın Abim sayesinde başarıyla bitti. Ertan konuşmayı pek sevmezdi, Aydın Abim ise malum. Babanemin ağzından girdi burnundan çıktı. Bunlar kalktılar, babaannemin elini öpüp gittiler. Babaannem pencereden sarkarak onları yolcu etti, uzun uzun baktı arkalarından ve sonra bana dönüp, “Kızım, nereden buldun bu şoför kılıklı patronları? Ne dediklerini de anlamadım zaten, bıyıklarının altından konuşuyorlar, kulaklarım da duymuyor” demez mi. Babaannem onları sevmiş ama kılıklarını beğenmemişti. Öyle ya, patron dediğin kelli felli, takım elbiseli, kravatlı olurdu. Sonra benim onlarla ne kadar mutlu olduğumu görünce beni rahat bıraktı.
Maceralarım roman olacak galiba. Bugünlük de burada bırakayım. (Berin Uyar. 28 Mart 2022)