FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Aydıngabimi anlatıyorum (5)

Aydıngabimi anlatıyorum (5)

Sonra günlerden bir gün, Ertan’ın annesinin Kocamustafapaşa’daki evinde kaldığımız bir gecenin sabahında, daha gün ağarmadan kapımız çalındı. Açtık. Karşımızda, Hafize Anne’nin karşı komşusu PolDer’li polis dostumuz, ayağında çizgili pijaması ve terlikleriyle duruyordu. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Telaşla, “Darbe oldu Ertan Abi, sendikacıları, dernek yöneticilerini, herkesi topluyorlar, beni de göreve çağırdılar, dikkat edin aman” dedi. Giyindik ve hemen evden çıktık ki, her taraf asker, polis, sokağa çıkanı yakalıyorlar. Geri döndük. Sokağa çıkma yasağı kalkıncaya kadar kaldık orada.

Kendi evimize gidemedik elbette, annemlerin Moda’daki yeni taşındıkları eve gittik. Bir baktık ki, bizim Aydın’la Zerrin de orada. Kardeşimin kocası Aydın Şenesen Politika Gazetesi’nin yazı işleri müdürüydü. Zerrin de Hür Cam İş Sendikası’nda çalışıyordu. Onlar da evlerini terketmişlerdi. Biz hepimiz sığındık annemlere yani. Arkadaşlarımızla bağlantılar kuruncaya kadar orada kaldık. Korku dolu ama eğlenceli günlerdi. Karşı sokakta oturan babaannem bize hergün yemek yapıp yolluyor, biz de güle oynaya yiyorduk.

Mümkün olan en kısa zaman içinde evlerimizi güvenli yerlere taşıdık. Gerekli önlemleri aldık. Kimselerle görüşmemeye dikkat ediyorduk. Aydın Abi o sırada tesadüfen yurt dışındaymış. Kısa bir süre sonra Oya Abla ve Ekim de çıkmışlar dışarıya. Bunu elbette ben yıllar sonra öğrenebildim. Ertan, kısa bir süre sonra Parti tarafından yurtdışına çıkarıldı. Ben aileme ve çevreme Ertan’la yollarımızı ayırdığımızı söyledim. Şaşkınlıkla karşılandı ama ne kadar üzgün olduğumu gördükleri için beni fazla da sorgulamadılar.

Çok uzatmadan geçeceğim bu aradaki yaşanmışlıkları. Ben darbeden bir yıl sonra Kardeşim Zerrin ile birlikte yakalandım. Polisin elinde yaklaşık 90 günlük eziyetli bir gözaltından sonra tutuklandık. Metris Askeri Ceza ve Tutukevi’nde ben üç yıl, kardeşim bir yıl yattıktan sonra tahliye olduk. Kardeşim birinci yılın sonunda işkence nedeniyle felç geçirdi. (Bu felçten yıllarca sonra-2008- bu işkencenin sonuçlarından kurtulamayarak Almanya’da öldü. Benim yazılarımı takip edenler bu süreci iyi bilirler)

Tahliye edildikten sonra tekrar arandığımı öğrendiğim için Parti beni de illegal yollarla yurtdışına çıkardı. Almanya’nın Duisburg kentine geldim. Burada Türkiye Postası isimli siyasi bir göçmen gazetesi çıkıyordu. Burada çalışmaya başladım.

Türkiye Postası’nda Aydın Abi ve Oya Abla ile yollarımız tekrar kesişti. Ertan’la da 3 yıl sonra buluşabildik böylece. Onlar bu gazetede yazı işlerinde çalışıyorlardı. Nefis bir ekip oluşmuştu. Aydın Abi gazetenin çıkacağı haftalarda Frankfurt’tan arabasıyla Essen’e geliyor, hem gazetenin sorumluluğunu yönetiyor hem de orada oluşturulan kadroyu yetiştiriyordu. Geldiği zamanlarda, genellikle bizde kalıyor zaman zaman da biz Ertan’la Frankfurt’a gidiyorduk.

Aydın Abi’yi tanıyanlar bilir. Onunla aynı ortamda bulunmak büyük bir keyifti. Oya Abla ile şakalaşmaları, sanki ondan korkuyormuş numaraları bizi çok güldürürdü. Şimdi işin gerçeğini söylemek gerekirse, Oya Abla zıpkın gibi disiplinli çalışan, yaptığı her işi çok ciddiye alan, titiz bir insan. Aydın Abi ise… “Şaptırışıptomcu”. Eli inanılmaz çabuk ve yaratıcı. Biraz dağınık ve işlerini son dakikaya bırakanlardan. Ekim, babasının modeli. O yıllarda küçüktü.

Bu hafta Oya Abla’ya taziyeye gittiğimde farkettim. Babasına çok benzemiş Ekim. El hareketleri bile. Tıpkı babası gibi dalga geçiyor annesiyle. Oya Abla yeni teknolojiden pek hoşlanmıyor, hatta akıllı telefon bile kullanmıyor. Ekim ise bu konuda bir uzman. Yapılması gereken bürokratik işlemlerin hepsini aslında internet üzerinden yapmak istiyor ama annesini üzmemek için de geleneksel yolları kullanıyor ve “tamam annecim, bu işi senin geleneksel usulle çözeceğiz” diyerek rahatlatıyor onu.

Geçmişe ait bir kaç küçük anektodu anlatmadan geçemeyeceğim. Onlar Frankfurt’ta biz Duisburg’dayız. Sık sık konuşuyoruz. Bir gün Ertan aradı onları, telefona Ekim çıktı. Ekim’in içeriye, “Babaaa… Huysuz Ertan Amca arıyor” diye seslenmesi yatırdı bizi yerlere gülmekten. Çocuktan al haberi derler ya, Aydın Abi Ertan’a “bizim huysuz” derdi. Çocuk da öyle öğrenmiş işte.

Bir seferinde de yine Frankfurt’tayız. Oya Abla, dedim ya çok tertiplidir diye, koltukların üzerine beyaz örtüler sermiş. Bu örtüler çoğumuzun evinde vardı. İkinci ellerden ya da kapı önüne atılan eskilerden toplanmış eşyaların kötü görüntülerini böyle kapatırdık.  Koltuktan kalktıklarında dağılan örtüleri düzeltmelerini istermiş bunlardan. Bunu bildiğimizden biz de dikkat ederdik. Biz aniden gidince onlara Oya Abla alışverişe çıktı. Ortada bir tane üç kişilik kanepe, yanlarda da birer kişilik iki koltuk. Üstleri düzgünce örtülmüş. Oya abla evden çıkar çıkmaz, Ekim ile Aydın abi birbirlerine muzipçe baktılar. İkisi de “Haydiii” diye bağırıp fırladılar yerlerinden, kanepenin ve koltukların üstünde örtüler yerlere düşünceye kadar zıpzıp zıpladılar. Sonra o düzensizlik arasında oturup biraz sohbet ettik. Az sonra Aydın Abi telaşla saatine baktı. “Eyvaah Ekim, fırla” diye bağırdı. Bunlar baba oğul bir telaş örtüleri yeniden serdiler, dağıttıkları herşeyi yerlerine koydular. Oya Abla içeri girdiğinde ortalığı bıraktığı gibi buldu. Sadece ikisinin de yanakları heyecandan kızarmış, biraz da terlemişlerdi.

Aydın Abim, çok neşeliydi, hazır cevaptı. Ama çok da duygusaldı. Gözlerinden çabucak yaşarırdı. Acıklı filmlerde gözlerinden yaş gelirdi. 1999 Aralığında yine Essen’deydik. Ulm’e tiyatro çalışmaları için gelmiş olan Aydın Abi Ertan’ı görmek için bize de uğradı.  Ertan, ameliyattan felçli çıkmış, belkemiğini ahtapot gibi sarmış kanserli hücreler temizlenememiş ve tekerlekli sandalyeye bağlı yaşamak zorunda kalmıştı. Kollarından aşağısını oynatamıyordu. Aydın Abi onunla karşılaştığında birbirlerine sarıldılar ve ikisi de hıçkırıklarla ağladı. Ben bu iki dostun, bu sevdiğim iki insanın hıçkırıklarını hiç unutmadım. Unutamam da. Taş kesilmiştim.

Yine Essen’de 2000 yılında artık Ertan’ın sona yaklaştığı günlerde geldi Aydın Abi. Yağmurlu bir gün, hiç unutamıyorum. Benim bir külüstür arabam var. Cabrio. 28 yıllık bir Peugeot. Bir arkadaşım arabayı çöpe atacağına verdi bana. Bir yıldan fazla kullandım onu. Ama bir sorunu var su alıyor. Ayrıca farları sürekli açık unuttuğum için baterisi, benzin göstergesi bozuk olduğu için deposu boşalıyor.

Aydın Abi, “Senin çalıştığın yeri de bir göreyim” dedi. Üniversiteye geldi. Bana, “Kızım sen ne güzel işler yapmışsın, aferin sana” demişti. Ne kadar mutlu olmuştum. Daha önce anlatmıştım ya, yazı çizi işlerini ondan öğrendim diye, sanki babam gibi, yaptığım işleri beğensin, benimle gurur duysun isterdim. Ne tuhaf değil mi?

Evet, üniversitede birer kahve içtik. Sonra beraberce çıkıp Ertan’ı hastanede ziyaret edeceğiz. Benim külüstür park yerinde. Ben kuruldum direksiyona, ilk kez arabama binecek ve ben de ona göstereceğim, “bak ne biçim araba kullanıyorum” diye. Aaa, çalışmıyor araba. İmkansız… Tık yok. Meğer benzin bitmiş. Ben değil, o farketti tabii bittiğini. Hastaneye başka bir yolla gitmek imkansız gibi. Ah garibim Aydın Abicim, arabanın bagajındaki bidonu aldı eline, gitti en yakın istasyondan doldurdu geldi. Böylece benzinciye kadar gidebildik. Sonra bunu hep başıma kaktı elbette. “Sana bidonla benzin bile taşıdım, Aydın Abinin kıymetini bil” diye.

Uzattım yine. Nasıl bir yağmur yağıyor anlatamam, göz gözü görmüyor. Aydın Abi sağıma oturdu. Çok dikkatli kullanıyorum arabayı.  Biraz sonra olan oldu. Araba kabrio demiştim ya. Lastikleri yıpranmış olduğundan bir kaç damla yağmur damladı Aydın Abi’nin üstüne. Ve az sonra da şakır şakır akmaya başladı. Mecburen durduk. Bagajdan şemsiyeyi çıkarıp verdim eline. Islanmaktan iyidir diyerek açtı arabanın içinde mavi puanlı şemsiyemi. Ama dönüşte de o oturdu direksiyona.

Geldik hastaneye ve Ertan’ın odasına girdik. İkisi de neşeli görünmeye çalışıyor ama… Ertan hemşireden onu iskemleye geçirmesini istedi. Artık kuvveti hiç kalmamış, kemoterapiden saçları dökülmüş ve akciğerde de metastas olduğu için sesi kısılmıştı. Gayri ihtiyari Aydın Abi de kısık sesle konuşmaya başladı. Biraz mavra yaptılar. Sonra Ertan, “Benim Aydın’la konuşmak istediklerim var, sen biraz dışarı çıksan” dedi bana. Epey bekledim. Aydın Abi, “Artık gelebilirsin Kızım” diye kapıyı açtığında neredeyse bir saat geçmişti. Gözleri kan çanağı gibiydi ikisinin de. Ama o süre içinde ne konuştuklarını ne Ertan ne de Aydın Abi anlattı bana. Bilmiyorum. Öğrenemedim de.

O, son görüşmeleri oldu. Eve dönerken Aydın Abi hiç konuşmadı. Ben bir kaç kez ne konuştuklarını sordum, söylemedi. Ama arabaların farlarından yansıyan parlak ışığın yansıdığı gözpınarında biriken ve doldukça akan gözyaşlarının burnunun iki tarafında açtığı ıslak yolu, ona her baktığımda gördüm.

Benim Aydın Abim ile ilgili anlatacaklarım bitmez. O kadar çok şey birikmiş ki. Yazdıkça aklıma gelen anılar. Bu yazıyı yayınladıktan sonra da kimbilir neler gelecek aklıma. Marmara Adası’nda yaşanan sefalı günleri; Oya Abla’ya takılmalarını; kedilerini; ona çizgili kadife pantalon almak için yaptığımız o komik Kapalıçarşı maceramızı; Yunus Karalı, Tayfun Demirli, Ertanlı rakılı sofralarını; sendika dergilerini çıkarırken sendikacılarla yaşadıklarını anlatmasını; herşeyi karikatürize edebilme yateneğini; kardeşi Ayten’in ona “adam evladı gibi yıkanmayı” öğretmesini ve bir lif hediye etmesini şaşkınlıkla anlatmasını; kalabalık sofralardan, kendisi yeterince mevra yapamadığı için hoşlanmadığını; iki parmakla on parmak hızyla, daktiloyu kıracak gibi yazmasını; bir filmde yılanlı sahneler olduğu için sinemayı terkettiğini; Adalet Hanımlı Terzi Sadıklı Ödemiş günlerini; …

Artık Aydıngabim yok. Nasıl eksildim nasıl. Ertan’ın gidişiyle hafızamın yarısı onun külleriyle birlikte bir bakır küpün içinde kalmıştı. Aydıngabimin gidişiyle de diğer yarısı Çengelköy’de nemli soğuk bir toprağın altında gömüldü gitti. Artık ne yazık ki, “Hani hatırlıyor musun, bir gün…” diye başlayan sohbetleri yapabileceğim, hafızamı yenileyebileceğim, o günleri anlatırken yüreğimin ısınacağı sevdiğim insanların sayısı azalıyor.

Hayat da böyle bir şey galiba. Geliyoruz ve gidiyoruz. Aydın Abim arkasında ışıklı bir iz bıraktı… Bir sevgi yolu. Onu çok özleyeceğim. (Berin Uyar. 1 Nisan. Ama şaka değil ne yazık ki)

 

Önde oturanlar: Ümit Şenesen, Aydın Engin, İsmail İnanç (kaybettik)
İkinci sıra: Ayşe Bilge Dicleli (kaybettik), Serra Yılmaz, Ayşe Bircan, Oya Baydar, Zerrin Şenesen Tümay (kaybettik), Aydın Şenesen (kaybettik), Mustafa Satış, Ertan Uyar (kaybettik)
Ertan’ın arkasından sola doğru:
Füsun Yılmaz (kaybettik), Hamiyet .., Canan .. (alnı görünüyor), Hüsnü Mahalli, Faik Sinkil, Bilinmiyor, Abidin Sökmen, Erkan.., Orhan Toros Tekeli,
En arkada: Ali İhsan Özgür(faşistler tarafından öldürüldü), Turgut Yasalar (Sarı Turgut), Erhan Gömüç, Yasin Çağırankaya, Faruk Aral