FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Aylar sonra yine bir arada

Aylar sonra yine bir arada

Tijencim,

aylar sonra sıra geldi yine mektuplaşmamıza. Bu süre içinde seninle çok sık haberleştik,
birlikte düşündük, tartıştık, ama hiç mektuplaşmadık.

Rodos’un büyüsü


Yaz ayları baş döndürücü bir hızla uçup gitti. Pek yakında her eylül başı olduğu gibi Olimpos Çıralı’ya  gideceğiz, şimdiden seviniyorum. Yaz başı biliyorsun Rodos’taydık. Ben güneşin, denizin ve Rodos kentinin güzelliğinin çok tadını çıkardım. Talihimiz varmış ki büyük yangınlar başlamadan önce döndük. Ne güzel, ne köklü ağaçlar var bu adada. Yangın bu güzel ada için düşünülebilecek en büyük felaket belki de. Televizyondaki görüntüler Hollywood felaket filmlerine benziyordu. Turistlerin  sırtlarında çocukları, ellerinde bebek arabaları ya da bavulları apar topar  adadan kaçışları gözümün önünden gitmiyor. Rodos’ta en hoşuma giden çeşit çeşit yaşta bebeklerin ve çocukların inanılmaz bir yaşam sevinciyle dolu olmalarıydı. Zırlayan, ağlayan ya da birbiriyle kavgalaşan tek çocuğa bile rastlamadım. Büyük küçük herkesin güzel bir şeyleri paylaştığı öylesine mutlu bir hava vardı ki. Buna geçen yıl Kos ve Olimpos’ta da tanık olmuştum. Biz çocukları rahat bıraksak olağanüstüler. Onlarla birlikte yaşamak hem çok hoş hem de çok eğlenceli. Ama yangınlar başladığında çocuklar da kimbilir ne büyük bir travma yaşamışlardır, belki bütün yaşamları boyunca onlara eşlik edecektir yaşadıkları korku ve panik. Biz adadayken böyle bir felaktin olabileceğini aklımızın ucundan bile geçirmemiştik. Oysa hava sıcaktı, güneş de çok yakıcıydı. Öyle ki sabahın erken saatlerinde bile dışarı çıksak gölgede kalmaya çaba harcıyorduk. Bu adada dikkatimi çeken bir moda bizleri çok yadırgattı. Bu modaya başka sayfiye yerlerinde de  sık sık tanık oluyoruz. Erkekler normal şortlar ya da dizlerine kadar inen uzun mayolarla dolaşırlarken, kadınlar düpedüz popolarını açıyorlar, tanga bile diyemem buna, çünkü altlarında hiçbir şey yok neredeyse, arkadan bakınca gerçekten yok. Bu modanın da yaşadığımız ataerkil ve seksist dünyanın bir ürünü olduğunu düşünüyorum. Kadın mal olarak kendini sergiliyor, hepsi bu işte. Ama bir çok genç arkadaşım bunu anlamakta zorlandığı gibi savunuyor da. Sanırım ataerkilliğin koşulları altında ezilmekten uzak olan modern kadınlar feminist duyarlılığı kolay kolay geliştiremiyorlar, pek çoğu da hoş feminizme karşı. Tuhaf değil mi? Başka bir ortamda, başka koşullarda yaşasalar böyle düşünmeyecekler büyük olasılıkla. İnsanların kendi kısıtlı bakışlarını aşamamaları zaman zaman çok şaşırtıyor beni, hoş gençken ben de farklı değildim. Kadınların nasıl bir ataerkillik döngüsünün içinde olduklarını anlamam zaman aldı.

Yeşillikler ve çiçekler kenti Köln

Yangınlar, seller iklim krizinin tam içinde yaşıyoruz Tijencim, doğa felaketleri bütün dünyada sürüp gidiyor. Sanırım gelecek yılların da en büyük sorunu bu olacak. Bu yaz da Köln  inanmayacaksın ama kırk dereceyi aştı. Buna karşılık Afrika’da kar yağıyordu. Ama bu kısa sürdü. Aslında Köln bu yaz güzeldi, her yer çiçek içindeydi, bahçeler, ağaçlar, her yer renk renk ve ışıl ışıldı…Norbert araba  daha kullanabildiği için Köln ve çevresinde bol, bol gezdik, doğanın, nehirlerin, göllerin, ördeklerin,  ağaçların çok tadını çıkarttık, güzel bir yazdı.

Belçika’da bir kent: Dinant

Yaz sonuna doğru da genç arkadaşlarımla Dinant’a gittim. Genç diyorsam kırk ile elli yaş arasında, hepsi benim eski öğrencierim, asistanlarım. Aynı kentte yaşadığımız için zaman içinde çok güzel bir dostluk doğdu aramızda. Ne çok şey yaşadık birlikte, ne çok acı ve sevinç paylaşıldı. Hepsini çok seviyorum. Onlara Duvargeçenler adını verdim. İçlerinden bir kaçı Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı ödülü alan Özgürlük Yolları kitabımın kahramanı. Kitabı kaleme aldığım yıllarda daha çok gençtiler, hem ailelerinin ördüğü ataerkil duvarları kırdılar hem de Alman toplumuna kendilerini öğretim görevlisi, öğretmen gibi saygın mesleklerle kabul ettirdiler. Zaman içinde onların büyümelerine, gelişmelerine, çoluk çocuğa karışmalarına tanık oldum. Çocuklarının nasıl doğduğunu, büyüdüğünü,  geliştiğini yaşadım. Az şey değil bu. İçlerinden Nurten Kum’u sen de Fethiye’de düzenlediğimiz Sanat ve Kültür günlerinden hatırlayacaksın. Ne kadar verici ve tatlı bir insan değil mi?

Dinant Belçika’da nehir kıyısında çok güzel bir küçük şehir. Bol bol gezdik, güzel yerlerde yemekler yedik.Yediğim beyaz şarap soslu bir kilo midyenin tadı enfesti (bu kadar çok midyeyi yemeyi nasıl başardım?) ama sanırım bir süre midye koyamayacağım ağzıma. Ama bu küçük yolculukta arkadaşlarımla aramdaki yirmi beş yılı yoğun hissettim. Son yıllarda onlarla birlikte olduğumda kendimi onlardan biri gibi hissederken benden üç yaş büyük olan birine de ne kadar yaşlı diye bakıyorum, komik değil mi? Ama kısa yolculukta, özellikle de Dinant gibi kuzeydeki bir kenti de yakıp kavuran inanılmaz sıcakta (üç kere sıcak çarptı beni, artık dördüncüsü olmasın) genç arkadaşlarımla aramdaki fiziksel farkı hissedince birden inanılmaz bir hüzün kapladı içimi. Şimdi kendime gülüyorum.Yine de tepedeki kaleden aşağa 480 dik basamağı inmeyi başardım. Uçurumdan aşağıya baktığımda biraz başım döner gibi oldu ama bunu da kimseye çaktırmadım. Eh bunu da benim yaşımda  kolay kolay herkes yapamaz, özellikle de bizde. Bugün biliyorsun doğrudan tarihsel bir süreci yaşatmaya dayanan bir sergileme anlayışı var. Dinant kalesinin içindeki müze de  savaşı ve savaş atmosferini canlandırmayı amaçlıyordu. Her yerde askerler, asker ranzaları, silahlar, revir, yaralılar…Sonra silah ve bomba sesleri, çığlıklar…Ataerkilliğin en uç noktasını savaşlar oluşturmuyor mu? Savaşan hep erkekler, bu savaşın altında en çok ezilenler de kadınlar ve çocuklar. Müzedeki canlandırmalar korkunçtu, kendimi nasıl dışarı attığımı bilemiyorum. Nefret ettim bu kaleden de, müzeden de. Bunu hiç de müzeyi keyifle gezen bir çok kimse gibi eğlenceli bir oyun gibi yaşayamadım.

Kadınlar gülmeyi mi seviyor güldürmeyi mi?

Tijencim bu yaz araştırma konum feminist mizah olduğu için biraz bu konudan söz etmek istiyorum. Neden mizah oldum olası erkeklerin tekelinde? Bu soruyu çok sordum kendime. Çünkü erkekler hep anlatan, kadınlar dinleyen konumda. Öte yandan erkek bakışıyla kadınlar da kolaylıkla güldürü objesine dönüşebiliyor. Tersini düşünemezsin bile. Margaret Atwood ne diyor biliyor musun? “Erkeklerin en çok korktuğu şey kadınların kendilerine gülmesidir, kadınların en korktuğu şey ise erkeklerin kadınları öldürmeleridir”.

Düşünüyorum da  erkeklerin gözünü korkutan bir gülmece anlayışı feminizme çok şey kazandırabilirdi. Bunu gerçekleştirenler sayılı, bizde de öyle. Seray Şahiner’in Antabus’unu okuduğumda mizah hoşuna gitmişti ama aynı zamanda biraz zorlama da bulmuştum. Gülmece kendiliğinden, doğal bir biçimde gelişebilmeli. Ama bu doğallık alaylama gibi gerçeğe çok ama çok yakın bir mizahı koşulluyor ki bunun da anlaşılması her zaman kolay olmuyor. Çünkü kültür endüstrisinin bizlere dayattığı kaba saba güldürü anlayışı yerleşmiş beyinlere ki ben buna karşı çıkmak gerektiğine inanıyorum. Sorgulayan, eleştiren bir mizah anlayışı konuyu bulandırmadan doğrudan yaşadığımız sorunlara açıklık getiriyor. İşte ben de tiyatro oyunlarımda bunu yakalamaya çalışıyorum. Sen  sanırım alaylamanın zor anlaşıldığına göre artık geçerliğini yitirdiğini savunuyorsun, ben ise tam tersine eleştirme ve sorgulama bağlamında değerlendireceğimiz alaylamanın çok önemli ve değerli olduğunu düşünüyorum.

Kuram bir anahtar mı?

Femininist gülmece anlayışını araştırırken dünyanın yazısını ve kitabını okudum. Bazılarını çok çabuk elden çıkardım, bazıları yol açtı bana. O zaman da seninle kuram üstündeki tartışmalarımızı düşündüm. TEB Oyun dergisindeki yazılar bağlamında çıkmıştı aramızdaki bu tartışma. Beni “Nasıl?”dosyasındaki  yazıların bir kısmı tam da bu nedenle yadırgatmıştı. Bir çok tiyatrocu, kuramı şu ne demiş, bu ne demişlere bağlayarak yaptıkları işi açıklamak için kullanıyorlar. Ve bu çok doğal karşılanıyor. Ama bana göre önce insanın bir sorunu, bir derdi olmalı, bu doğrultuda düşünmeli, sonra da bu düşünceleri açmak için kuramsal yazılar okumalı. Bütün üniversite yaşamım boyunca şunu savunmuşumdur, kuram kuramdır, bir pencere, bir kapı açar ama hepsi bu kadar, bu çok açık değil mi? Ama ben bir çok kimsenin hiçbir sorunu olmadığını, sadece kuramlarla  gösterişli  bir paket oluşturduğunu düşünüyorum. Bu tehlike biz dikkatli olmadığımız, farkındalığımızı geliştirmediğimiz sürece de hep var olacak. Tartışmalarımızda sen gençlerin bir yerden başlamaları gerektiğini, kuramsal yazılar okumalarının da onlara temel sağlayabileceğini söylemiştin. Otuz beş yıllık akademik yaşamımdaki deneyimlerim bunun doğru bir yol olmadığını öğretti bana. Gençler, tiyatrocular  ancak gözlemleyerek, yaşayarak ve tabii ki sanatın her alanına açık olarak çok şey öğrenebilirler. Genç yaşlı herkesin bir derdi, bir sorunu vardır, bu bağlamdaki arayış önemli. Ancak özgün düşünmeyi öğrenmiş olanlar kuramı anahtar gibi kullanabilirler, aksi takdirde gündeme getirdikleri kuramsal bilgilerin bana göre pek bir değeri yok. Ne yazık ki günümüzdeki  yüksek öğretim sistemi bu anlayıştan çok ama çok uzak. Kuramları anlatıp duruyorlar, öğrenciler de ezberliyor. Keşke TEB Oyun’un temel ilkesini yarı akademik olarak değil de düşünmek, sorgulamak ve eleştirmek olarak koysaydık, o zaman hedefimizi daha somut belirlemiş olmaz mıydık? Belki bunu bu biçimde değiştirebiliriz ne dersin?

Bu arada  İzmir’den güzel bir haber: Akıl Fikir Kumpanyası  Erkeklik Hapishanesi oyunumu sahneliyor.Tanıtım için Selçuk Demirel’den  oyunuma çok uygun bir resim buldum, o da bize afiş hazırladı. Afişe aşık olduğumu söyleyebilirim. Bakalım sen nasıl bulacaksın?  Oyunun nasıl sahneleceğini heyecanla bekliyorum. Umarım beni hayal kırıklığına uğratmaz.

Sana  sağlıklı, güzel ve yaratıcı günler diliyorum.

Zehra

Picture of Zehra İpşiroğlu

Zehra İpşiroğlu

Tüm Yazıları