FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Tavana saplanıp kalan…

Tavana saplanıp kalan…

Berin Uyar, 20 Ocak

(Uçaktan: İstanbul’dan Düsseldorf’a)

Gerçek nedir? 

Gerçek var mı gerçekten?

Hangi gerçek, kimin için gerçek?

Gerçek, çiğneyip çiğneyip ağzında bir lastik parçasına dönüşen, çekip çevirip istediğin biçimi verdiğin bir sakız mı?

Gerçek, herkese göre değişen bir durum mudur? 

Kimine göre gerçek olan, kimine göre büyük bir yalan mıdır bazen?

Yoksa gerçek, tavana saplanıp kalmış ve bir daha oradan hiç sökülmeyecek bir son bakış mıdır?

***

Uçak körükten şu anda ayrıldı. Başımızın üstündeki bagaj dolaplarının altından otomatik olarak açılan ekranlarda, bir tehlike anında neler yapılması gerektiği görüntülü olarak açıklanıyor. Eskiden bu uyarı kabin görevlileri tarafından koridorda yapılırdı. Aslında ne farkeder ki, ekrandan da seyretsen, kabin görevlisi de gösterse sonuç değişmiyor. Uçak havalandıktan sonra ya iniyor ya da düşüyor.

Aprona giren ve kalkışa hazırlanan uçakta tüm ışıklar söndürüldü.

Tuhaf bir şey. Sanki bir lunaparktayım. Bir kapıdan geçip, büyülü bir dünyanın içine açıyorum gözlerimi. Her tarafı cam, karanlık bir kabinde mavi, kırmızı, beyaz renklerle donatılmış bir ışık tarlasının ortasından gittikçe hızlanarak ilerliyor ve yükseliyoruz. Işık tarlasını geride bırakıp, titrek soluk sarıların ve keskin parlak beyazların ve kocaman mavilerin ve pırıl pırıl derin yeşillerin üzerinden geçiyoruz. İstanbul altımızda… Henüz geceye dönmekte olan şehrin renkleri gurubun kızılıyla sarmaş dolaş.

Artık mora yüz vermiş mavi ile bu büyülü güzellik arasından akan sahil yolu, birbirine kah sürtünerek kah değdiği noktada kümelenerek karşılıklı akan, biri kızıl diğeri beyaz iki şeritle bir raksa başladı.

Ve sahil… Fosforlu bir kalemle kıvrıla döne, atlaya sıçraya çizilmiş. Solda, tepede köşesi yontulmuş bir gümüş lira gibi duruyor ay. Sanki durmuyor da damlıyor. Denizin üzerine ışıl ışıl yağıyor. Işıltısı uçuyor bizimle. Kara suların üstünde gümüş, parlak bir kurdele, karşı sahilde yitip gidiyor. Biz yükseldikçe soluyor, silikleşiyor ve İstanbul’un üstüne çökmekte olan sisin altında kayboluyor.

Sol karşıda Adalar… Hemen arkasında uçsuz bucaksız uzanan ışık seli… Denizle kavuştuğu çizgi soğuk sarı yanıyor. Ve uzaklar, bu çizgiden yükselen pusun altında saklanıyor gibi. Arada parlayan son ışıltılar da görünmez oldu. Şimdi gördüğüm derin, ıssız, kara bir boşluk.

Bu, şu anda benim gerçeğim.

Bir hafta önce bu gerçeğe başka bir noktadan bakmıştım oysa. Yüksekçe bir tepede, buz gibi mermer bir mezar taşına dayanarak ayakta durmaya çalışan babam sağımda, titreyen dizlerinde derman kalmadığı için bir başka mezarın kenarına çöküveren annem solumda… Önümde, üzerine örttüğümüz beyaz güller henüz solmamış, bir toprak yığınının altında yatan kardeşim… Ve tam ortada, kardeşimin ayakucuna dallarını eğmiş, cılız, bodur bir çam ağacından güç almaya çalışan ben.

Deniz pırıl pırıl karşıda. Güneşin ayakları suya değmiş. Adalar, batmakta olan güneşin kızıl, pembe, turuncu tüllerle süslenmiş etekleri arasında birer mor silüet. Kardeşim, her günbatımını buradan seyredecek mi acaba? Bundan bir kaç gün öncesinde, özlediği denize bu kadar çabuk kavuşacağını düşünmüş müydü ki?

Anneme yolladığı son fotoğrafı geldi gözümün önüne. Nedense bu fotoğrafı bana yollamadı. Yılbaşı gecesi çekilmiş. Üstünde siyah dekolte bluzu ve saçlarının rengindeki kızıl parlak yeleğiyle ne kadar da mutlu. Başını gülerek geri atmış. Dietmar’ın dizine oturmuş, sağlam elini onun omuzuna atmış. Felçli kolu herzamanki gibi yana sarkmış. 

Bütün bedenini sarmış kanser ve ayrıca böbrek yetmezliğinin canlı bir iskelete çevirdiği Dietmar, kemoterapiden saçları dökülmüş başını kardeşimin göğsüne gömmüş. Belli ki, kahkahalarla gülecek kadar mutlular. Zerrin, yılbaşı öncesinde ona giderken, “Bu belki de geçirdiğimiz son yılbaşı olacak” demişti. Ne kadar da haklıymış. Bu söze, bağlamından kopararak bakarsan, aslında gerçek ne ki? Tek gerçek, bunun son yılbaşı olduğu… Ama kimin için?

“Benim yardımıma ihtiyacı olan tek insan o!” diye vedalaşmaya gittiği Dietmar, şimdi Köln’de kardeşim için ağlıyor. O ise, beyaz bir kefen içinde, buz gibi kara, donmuş toprağın altından bakıyor denize. Acaba soğuk kış gecelerinde üşüyor mudur?

Bu soruyu Ertan için hiç sormadım. Nedense onun üşüdüğünü de düşünmedim. Ertan’ı toprağa bir bakır küp içinde, kendi ellerimle ben verdim. Ve o anı her yaşadığımda, bakıra yapışan ellerimin bir kor parçasını tutar gibi nasıl yandığını anımsarım. Avuçlarım alev alev hala.

Oysa, Zerrin’le vedalaşırken okşadığım, çoktan buz gibi olmuş yüzünün soğuğu hala avuçlarımda. O anda sıcak ve yumuşak tek şey, rengini kaybetmemiş kalmış olan, ancak o, benden kopup gittikten sonra okşayabildiğim kızıl saçlarıydı.

…….

Kardeşimi, hafif sağa dönmüş ve mosmor olmuş yüzü, tavana dikilmiş kocaman kara gözleriyle bulduğumda bedeni sıcacıktı. Sanki başucundaki eğik çatıkatı penceresinden, onu çağıran ölüme direnmek ister gibi yapışmıştı tavana bakışları.

Ambulans çağırmak için telefon; yardım istemek için apartman komşuları ve belki de kabus görüyorum umuduyla kardeşimin yatağı arasında yokolup yittiğim sırada, tavana sabitlenmiş kara gözleri hep ardımdaydı. Bir yandan uzun kirpikleriyle çevrelenen gözlerini hep sevgiyle anımsamak ama bir yandan da, o son bakışı unutmak, sonsuza kadar unutmak ve kardeşimi sadece son fotoğrafındaki gülen gözleriyle anımsamak istiyorum.

Az önce pilot, Almanya sınırından girdiğimizi ve Düsseldorf’ta havanın bulutlu olduğunu söyledi. Aşağısı yine derin bir karanlık. Karanlığın ortasında ışıklı adacıklar. Birisi, bir torba altın tozunu, avuç avuç serpiştirivermiş karanlığın içine. Gelişigüzel. İrili ufaklı altın tozu kümeleri.

Bu kez bu ışıklı adacıklarda, aydınlıkların içinde, birer kara delik gibi uzanan mezarlıkları görüyorum. Ne raksederek bu ışıltılı kümeleri birbirine bağlayan yollar ne de bir pencereden sızan sarı sıcak, mutlu ışıklar var gözümde. Sadece derin karanlıklar içinde, donmuş bakışlarıyla ölüler….

Önce kadınla erkeğin aklına; sonra kadının rahmine; en sonunda bu dünyaya düşen insanoğlu yaşıyor ve bir şekilde toprağa dönüyor. Bu kadar milyon yıldır hep aynı acıyı mı duyuyor acaba geride kalanlar?

Keşke, geride onların matemini tutacakları bırakarak gidenler, geri dönüp bakabilseler ve onları özleyenlerin, söylemek istediklerini söyleyemeden geride kalanların, kendileriyle nasıl hesaplaştığını görebilselerdi.

Ve keşke ben ölümden sonra yaşam olduğuna inanabilseydim ve kardeşime onu sevdiğimi ama bunu ne yazık ki, o yaşarken değil de ancak ölümünden sonra saçlarını okşayarak gösterebildiğimi söyleyebilseydim.

İnişe yarım saat kaldı. Kulağımda kulaklıklarım. Güzel bir piyano konçertosu. Kimindir bilemiyorum ama içimi yıkıyor, beni ferahlatıyor. Arkaya bir keman saklanmış. Sonsuz derin bir karanlık içine davet eder gibi. Piyanonun tuşlarından karanlığın içine beyaz güller, sarı, pembe, mor kır çiçekleri dökülüyor.

Hayat akıyor. Esas gerçek bu galiba…