– Bir bardak su verin küçük hanıma, benim odamda oturup 5 dakika beklesin. Hemen ilgileniyorum.
7 yaşında, mahallemizin karakolundayım. Üzerimde ilkokul birinci sınıf siyah önlüğüm, beyaz dantelli külotlu çorabım, omuzumda kırmızı okul çantam, elimde de sıkı sıkı tuttuğum kırmızı beslenme çantam ve ayaklarımda kırmızı ponponlu ev terliklerim… Zaten olay da öyle başladı!
Kendimce, birinci teneffüs zili çalar çalmaz, sinir icinde söylene söylene kaçmışım okuldan. Defterimi, kalemlerimi, abaküsümü bir hışımla tıkıştırıp çantama, okulun bahçesindeki kantinin arka kapısından sıvışmışım, ayağımda ponponlu kırmızı terliklerim.
Bir polis abi elimden tutuyor, komiserin odasına giriyoruz. Odanın orta yerindeki masanın, ki herhalde komiserin masası; önünde bir orta boy ahşap sehpa, iki yanında da kahverengi deri koltuklar. Okul ve beslenme çantamı sehpanın yanına yere bırakıyorum. Sağdakine oturuyorum. Zaten yaşıma göre hep ufak tefek olduğumdan koltuğun ancak dörtte birini kaplıyorum. Sırtımı arkaya iyice yaslayınca kırmızı ponponlu terlikli ayaklarım havada asılı kalıyor. Polis abi su dolu bardağımı sehpaya bırakıp odadan çıkıyor.
Suyumu üç koca yudumda bitiriyorum. Boş su bardağına bakıyorum. Kristal taklidi, baklava deseni kesilmiş kalın bir cam bardak. Bardağı sağ elimle sol gözümün hizasına getirip sağ gözümü kapatıyorum. Camın icinden odaya ve içindekilere göz gezdiriyorum. Sade, temiz beyaz boyalı bir oda, tavanda ikili floresan aydınlatma.
Bardağı elimde saga sola döndürdükçe, baktığım yerler de bir eksen etrafında dönüp duruyor. Çoklu görüntüler oluşuyor. Komiserin arkasındaki duvarda, beş- altı Atatürk… Masanın üzerinde kağıtlar, dosyalar, kalemlikler, evrak, evrak…
Hepsi ayrı ayrı dönüyor, masanın üstündeki çağla yeşili telefon, sağ köşedeki, orta boylu deve tabanı saksısıyla birlikte dönüyor, Döndükçe altı- yedi- sekiz… Masanın hemen sol yanında bir çekmeceli çelik dolap var ama ilgimi çekmiyor. Odanın hemen dışından cızırtılı bir takım sesler geliyor ama ona da kulak asmıyorum. Pencereye kayıyor gözüm. Beyaz boyalı demir parmaklıklı pencerenin tek kanadı açık, ılık bir bahar esintisi doluyor odaya. Pencerenin önünde yeni sürmüş dallarıyla bir ağaç. Bilmiyorum ne ağacı ama tek gözle hedef alıp, döndürerek bardağımı izliyorum; ağacın yaprakları ona on beşe katlanıyor ve dalların arasından süzülen günışığı ile parlak, yemyeşil bir döner tablo oluşuyor.
Birdenbire odanın kapısı açılıyor, biri daha yaşlı iki polis abi içeriye giriyor. Bardağım sol elimde öylece kalakalıyorum. İkisi de sırayla sağ elimi sıkıyor, tokalaşır gibi… Genç olan masanın yanında ayakta duruyorken, daha yaşlı olanı koltuğuna oturup kürsüsünde yerini alıyor. Ben elimdeki boş bardağı sehpaya bırakıyorum.
- Evet küçük hanım adın ne senin bakalım?
- Tulay
- Peki Tülay kardeş, neden okul vakti sokaklarda başıboş dolaşıyordun bakalım?
- Dolaşmıyordum ki! Eve dönüyordum.
- Nasıl yani? Okulda olman gerekmez mi senin bu saatte? Bak, yanında bir büyük de yokmuş! Vedat komiser de seni öyle önlüklü falan sokaklarda görünce, haklı olarak alıp buraya yani karakola getirmiş, başına bir şey gelmesin diye. Şimdi söyle bakalım niye okulda değilsin sen?
- Aslında okuldaydım. Ama sınıf arkadaşlarım alay edince, ben de kızdım, eve gitmek istedim.
- Neden alay ediyorlardı seninle bakayım?
- Ev terliklerimle okula geldim diye…
- Peki niye ev terliklerinle okula gittin bakayım?
- E, kapı kapandı arkamdan… Tam ayakkabılarımı alacakken holden, pat! Üzerime kapandı evin kapısı, terliklerimle dışarda kaldım.
- Çalsaydın ya kapıyı, bassaydın zile, annen açardı.
- Yok, annem uyuyor, ben kendim hazırlanıp gidiyorum okula. Zaten zil sesini de duymaz, derin uyur.
İki polis birbirlerine bakıp kafalarını belli belirsiz sallıyorlar bir sağa bir sola. Ben yine tam elime bardağımı alacakken:
- Telefon numaranızı biliyor musun Tülay?
- Bizim evde telefon yok henüz, yazıldık bekliyoruz.
- Peki adresinizi biliyor musun?
- Evet… Başliyorum ezberden adresimi söylemeye. Zaten tahminen iki sokak ötesi olmalı.
- Peki babanın adını söyle, iş telefonunu biliyor musun?
- Evet biliyorum diyerek söylüyorum bir çırpıda. Komiser alıyor masanın üzerindeki çağla yeşili telefonun ahizesini eline, başlıyor numaraları çevirmeye. Bu arada ben hemen sehpanın üzerindeki bardağıma uzanıyorum. Genç olan polis odadan çıkıyor. Bardağı tek gözüme yaklaştırıp öbürünü kapatıyorum. Komiseri inceliyorum şimdi de bardağımın içinden. Elinde ahize tutan beş- altı komiser soldan sağa dönüyorlar. Ahize tutmayan eliyle masanın üzerindeki bir dosyanın ucunu kıvırıyor. Onu da izliyorum bardağımdan, dosyanın ucu kıvır kıvır, çiçek gibi açılıyor, dönüyor yaprak yaprak.
Komiser telefonu kapatıyor.
- Vedat komiser! diye sesleniyor. Vedat geliyor.
- Tülay hanımı gelip alacak babası, biraz daha misafir edeceğiz. Yarim saate gelirim dedi.
– Acıktın mı Tülay Kardeş?
– Hayır, acıkmadım. Biraz susadım sadece.
Babam beni almaya geldiğinde çok kızar mı acaba diye düşünmeden edemiyorum. Beklemeye başlıyorum karakoldaki herkes rutin işlerine devam ederken. Vedat komiser boş bardağımı alıp dışarı çıkıyor. Geldiğinde elindeki su bardağı başka! Pembe şeffaf renkte, kulplu plastik bir bardak. Yine şekilli kesilmiş ama bu sefer enine, boğum boğum dörtlü yatay akordeon gibi bir bardak. Hemen suyumu bitirip yaklaştırıyorum bardağı tek gözüme!