FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

BİR ÇİFT KIRMIZI AYAKKABI (1402’LİKLERDENDİK)

BİR ÇİFT KIRMIZI AYAKKABI (1402’LİKLERDENDİK)

Bir pazar gününe sabah nasıl iner 

Göklerden nefesi tıkanmış soluk soluğa 

Bir parka kuşlar gibi kimsesiz 

Nasıl iner yoksul kanatlarıyla 

Siz hiç ağaçların sarsıla sarsıla 

Ağladığını gördünüz mü? 

Babanızdan sürgün olduğunuz gün. 

Murathan Mungan

 

Ben Zümrüt. Bu ismi gözlerimden dolayı babam koymuş. 1972 yılında Ankara’da doğdum. Babam Başkent’in en köklü okulunda yöneticiydi. Annem de başka bir okulda çalışıyordu. Mutlu bir aileydik ya da o yıllarda ben öyle düşünüyordum.

Bizim aileye ne olduysa 1980 Eylül’ünde oldu. Sonraki süreçte 1402’nin sadece rakamlardan oluşmadığına ve çok daha farklı anlamlar yüklendiğine tanık oldum. 

Babamı ve babamla ilintili olarak annemi de görevden aldılar. Bir gece evimize siviller geldi, babamın ders kitapları da dahil tüm kitaplarını döktüler. Küçük bir kamyonete yerleştirdikten sonra babamı, üstünü bile giymesine olanak vermeden bir şort, bir tişortla alıp gittiler. Ben babamın bacaklarına sarılarak “gitme baba, babacığım” diye ağlarken annem beni kucaklayarak havaya kaldırdı. O anda garip bir durum dikkatimi çekmişti. Annem dimdik duruyordu ve ağlamıyordu. 

Esasen annem yaşam boyu, verilen su nasıl çeliği nasıl sağlamlaşırsa öyle sağlam bir çelik oldu. 

Babam evden götürülmüş, annem işsiz ve evimiz kira olunca bizi “yarın ne yiyeceğiz” kaygısı almıştı. Annem resmi okuldan atılmış bir eğitimciydi. O yıllarda dersaneler pıtrak gibi çoğalmıştı ama annemi hiçbir dersanede çalıştırmak istemediler.

Annem kimseye biat edecek insan değildi. Ben tahsilliyim diye kasılmazdı. Yan binanın kapıcısı köyüne gidince apartmana temizlikçi aramaya başladılar. Annem önlüğünü giydi ve çalışmaya gitti.

Biz tanınmış bir aileydik. Babamın gözaltına alınmış olması çevremizde duyulmuştur diye ben okula gitmek istemedim. Beş yaşını doldurduğumda evde kendi çabamla ve bir televizyon kanalındaki Susam Sokağı programını izleyerek okuma yazmayı öğrenmiştim. O yıl okula erken başladığım için babam cezaevinden çıkıncaya kadar okula gitmesem de dönem kaybım olmayacaktı.

Bir süre sonra annem eski bir tanıdığının desteğiyle bir dersanede iş buldu. İsmi kayıtlarda geçmeyecek, sigorta primi kesilmeyecek, böylece işveren avantajlı olacak ve ayrıca annem 12 – 14 saat çalışacak ama en az maaşı alacaktı. Çaresiz kabul etmişti. 

Sabah erkenden kalkıyor, kahvaltımı hazırlıyor, kendisi bir lokma ekmek bile yemeden evden çıkarak işe gidiyor, benim saatimin de alarmını kurarak uyanmamı sağlıyordu. Bazen de telefon uyandırma servisini kullanıyorduk.

Nasıl olsa annem işe gitti diye geç bir saatte evden çıkıyor, parkta oynuyordum. Akşam hava karardığında eve yaklaşıyor, ışıkların yanıp yanmadığını kontrol ederek annemin eve geldiğini anlıyor, eve giriyordum.

İki ay böyle geçti. Bir gün okuldan anneme telefon geldi ve evde kıyametler koptu. Okula gitmediğimi anlamıştı. O akşam dayak yemedim ama dayaktan daha beter sözler işittim.

Okul yaşamım yeniden başlamıştı. Sıra arkadaşımdan ders notlarını alarak açığı kapatmam gerekti elbette. 

23 Nisan kutlamalarına çok az zaman kalmıştı. Okulda inanılmaz bir hareketlilik vardı. Tiyatro çalışmalarına katılacaktım ama giysi almaya paramız yoktu. Bu durumu konuşmak için sınıf öğretmenim beni öğretmenler odasına çağırdığında çok heyecanlandım. 

Sonay öğretmenim ben odaya girer girmez ayakkabılarıma baktı. Ayakkabım o denli eskiydi ki, çatlayan yerlerden neredeyse parmaklarım çıkacaktı. Öğretmenim bunu daha önce fark etmiş olmalı ki beni yanına çağırarak ayakkabı numaramı sordu. Bunu hiç unutmadım. Ayak numaram 33’tü ve ben kırmızı bir ayakkabı istemiştim.

Zengin bir kadın fakir öğrencilere üst baş almak istiyormuş. Okul idaresi de gereksinmelerimizi tespit ederek bildirmişti.

Bir hafta sonra okulun bahçesinde toplandık. Andımızı içtikten sonra okul müdürü konuşmaya başladı. Bir elinde mikrofon, bir elinde de fakir öğrencilerin listesi vardı.

İsmim okununca şaşırdım. Beni merdivenlerin en üst basamağına yani öğretmen ve idarecilerin giriş kapısına çağırdılar. Sanıyorum otuz kişiydik. Bizi sıraya dizdiler. Tüm öğrencilerinin gözü önünde bizi giydirmeye başladılar. Bana sıra gelince çatık kaşlı, rüküş bir yaşlı kadın bana eski ayakkabılarımı çıkartmamı söyleyerek, ayaklarıma kırmızı ayakkabıları giydirdi. Elimde parçalanmış eski ayakkabılarımla, merdiven başında tespih taneleri gibi dizildik. İdareciler ve öğrenciler bizi alkışlamaya başladılar. Ama bizi mi yoksa zengin kadını mı alkışladıklarını hiç anlayamadım.

Sonra merdiven basamaklarını mahçup yüzlerle inerek diğer öğrencilerin arasında yerimizi aldık ve sırayla sınıfa girdik. O gün gözlerim kara tahtadan çok ışıl ışıl parlayan ayakkabılarımdaydı. Akşamı zor ettim. Bir an önce gidip güzel ayakkabılarımı anneme gösterecektim.

Evimizin kapısına gelince kapı ziline bastım. Annem kapıyı açar açmaz bir elimdeki eski ayakkabılara baktı, bir de ayaklarıma… Derken korkunç bir fırtına kopar gibi sesiyle bana gürledi. Kolumdan tutarak içeriye çekti, arkamdan kapı büyük bir gürültüyle kapandı.

Annem bana dönerek, “bana bak Zümrüt, benim gözlerime iyice bak! İnsanlar aç ve açıkta kalabilirler ama onurlarıyla yaşarlar. Senin baban düşüncelerinden dolayı yani senin gibi çocukların yatağa aç girmemeleri için mücadele ediyorken sen nasıl olur sadaka ister gibi kendine ayakkabı aldırırsın. Biz seni böyle mi yetiştirdik. Çabuk o ayakkabıyı götür ve dışardaki büyük çöp kutusuna bırak. Ama içine atma, kenarına koy ve gel!” dedi.

Ben de ağlaya ağlaya ayakkabılarımı götürüp annemin dediği yere bırakırken, elimle parlak rugan bölümünü okşamaktan da kendimi alamadım. Çöpün başından ayrılamıyor, dönüp dönüp ayakkabılara bakıyordum. Sabah uyandığımda pencereye koştum ama kırmızı rugan ayakkabılarım yoktu. Gözlerim doldu ancak ağlamadım çünkü utanmıştım.

Aradan yıllar geçti. Ülkede az da olsa demokrasi rüzgârı esmeye başladı. Babam yaşlı ve hasta bir insan olarak cezaevinden çıkmıştı. Annem de çalışmasaydı evimizde tencere kaynamayacaktı. 

Ben, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Sosyoloji bölümünden mezun olmuştum. Mezuniyet törenime annem, babam ve halam gelmişti. Kutlamalar bitti. Ailemin yanına gittim. Halam bana bir paket uzattı. Kutuyu heyecanla açtım.  Şaşkındım hem de çok. Gözlerimden gizlemeye çalıştığım iki damla gözyaşı süzüldü. Halama teşekkür ettim. Geçmişte yaşanan ayakkabı olayını bilmediği halde mezuniyet hediyesi olarak bana ünlü bir markadan kırmızı bir ayakkabı almıştı.

Ama ben o ayakkabıyı hiç giymedim. Elbette kendime çok ayakkabı aldım ama yaşamımın hiçbir döneminde kırmızı renkli bir ayakkabı giymedim.

Picture of Züleyha Akın

Züleyha Akın

Tüm Yazıları