FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

BİR ESKİ AYAKKABI HİKAYESİ

BİR ESKİ AYAKKABI HİKAYESİ

İnsan ayakkabısına aşık olur mu demeyin, olur. Hem de nasıl. Eğer ayağında yokmuş gibi yürüyorsan ve yıllardır gık demeden dere tepe senin kahrını çekmişse evet. Ben biraz tutucuyum kullandığım eşyalar konusunda. Onlara canlı gibi muamele ederim, çok eşya değiştirmem, satın almam, aldığımı severek alır, kullanır ve bağlanırım. Atamadığım için de evim ıvır zıvır bir sürü şeyle doludur. Hepsinin bir anısı ve değeri vardır benim için. Hatta bazılarının adları da. Lerzan’ın pabucu, Leyla’nın camları, Zerrin’in tabağı, Ertan’ın rafı, Hafize’nin çiçekliği, Işıl’ın kuşu, Annemin masa örtüsü… Mikicim, Muki, Tekelli, Tombiş, Yeşilim, Güllü, Bayankuş gibi…

 

Aşık olduğum ayakkabım da 25 yılını geçirdi benimle. Biraz yıprandık birlikte elbette. Onu o kadar sevdim ki, yaklaşık beş yıl kadar önce Beyoğlu’nda aldığım dükkana gidip aynısından almak istedim. “Artık bu modelleri yapmıyoruz” dedi tezgahtaki yaşlı satıcı. Ben o kadar üzüldüm ki, adamcağız dayanamadı, fotoğrafını çekti ayakkabımın. Beş altı ay sonra bir mektup aldım dükkandan. “Gelin ayakkabınız hazır” diye. İstanbul’a gelince koştum gittim. Rengi farklı, model aynı. O kadar mutlu oldum ki, emektar tezgahtara sarılıp öperek teşekkür ettim. Böylece aynısından iki ayakkabım oldu. Tezgahtar, “biz insan sarrafı olduk hanımefendi, sizin ayakkabınıza bakışınızı görünce anladım onu nasıl istediğinizi. Firmamıza da prestij getirir bu.” dedi. O da işine aşkla bağlıydı bence. 

 

Aradan beş yıl geçti. 25 yıllık ayakkabımın tabanındaki lastik delindi. Tamirciler, “yapılamaz, bu lastik taban bizde yok” diyorlar. Çaresiz sürekli yanımda taşıyorum. Bir gün uğradım dükkana tekrar. Benim emektar tezgahtar yok. Sordum. “O yok artık, emekli oldu” dedi kasada duran. Derdimi anlattım. Anlamadı. “bu kadar yıl sonra garanti olmaz” dedi. “Ben garanti için gelmedim, bunu atölyenizde tamir ettirmenizi ya da bana yine aynısından yaptırmanızı istiyorum” dedim. Adam yüzüme bir uzaylıya bakıyormuş gibi bön bön baktı. Israr edince, anladı ki benden kurtuluş yok. Ayakkabıyı elimden, “şefime bir sorayım” diye aldı, kayboldu. 30 saniye sonra döndü. “Olmazmış maalesef” dedi yüzünde sahte bir üzüntüyle. Maalesefi de “maaaaaa”yı uzatarak ve boynunu eğerek söylemeyi ihmal etmedi. Öğrenilmiş üzüntü duruşu. Sormadı. Yüzde yüz eminim. O süre içinde insan öksüremez bile, değil benim hikayemi anlatsın. 

Ben bu hikayeyi neden mi anlattım?

İnsanlar değişti çok. İnsan hikayeleri değerini kaybetti. İnsanın kimyası değişti. İşini seven, işini aşkla yapan, ayakkabısına aşkla bakan insanları anlayan insanlar da azaldı. 

Soyumuz tükendi bizim. Tüketim toplumu bizi bizden aldı. 

 

Kullan at, yenisini al. Sevgiye yer yok. 

Herşeyi tüketiyoruz hemen, acele. Hızlı hızlı yiyoruz, hızlı hızlı yaşıyoruz, telefonlar, tabletler alıp atıyoruz hızlı hızlı. 

Arabalarımızı, koltuk takımlarımızı, perdelerimizi… 

Kentlerimizi, yeşilimizi, denizimizi… 

Hatta aşklarımızı, insan ilişkilerimizi, dostluklarımızı, arkadaşlıklarımızı, anılarımızı hızla tüketiyoruz. 

Yerine koyduğumuz sadece taklit. Pahalı ama değersiz şeylerle doluyor dünyamız. Oysa herşeyi parayla almak olanaksız.

Vedalar çok zor benim için. Ama düşündüm de bu yaşa kadar ne çok şeyle vedalaşmak zorunda kaldım. 

 

Unutulmasalar da “yok” onlar artık. Yoklarla yaşamak… Evet, yoklarla yaşamak zor ama galiba onların yerine yeni ve güzel şeyler koymaya çalışmak da gerek. 

Ne dersiniz?

 

Fotoğraf: Berin Uyar