FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Bir inat abidesiydi…

Bir inat abidesiydi…

Haziran ayı, bir çok değerli yazar ve sanatçıyı kaybettiğimiz bir ay. Bu sayımızda şüphesiz bu değerli insanlarla ilgili anılar ve anma yazıları yer alacaktır. Ama ben bu köşemde çok değer verdiğim ve sevdiğim bir insanın babamın ölüm haberini aldıktan sonra Türkiye’ye uçarken yazdığım bir kısa yazıyı paylaşacağım sizlerle. Bu sıralarda çok sık düşünüyorum babamı, özlüyorum galiba. Babasını katbedenler anlayacaktır beni. Eskilerin Nev-i şahsına münhasır dedikleri türden bir adamdı. Kitaplar yazsam yine de tam anlatamam onu. Aşağıda uçaktan yazdığım yazımı okuyacaksınız:

Bu ikinci. Çok sık uçuyorum ama… Endişeli, üzüntülü, içim acıyarak ve geçmişle hesaplaşa hesaplaşa ikinci uçuşum. Babam öldü. Onun cenazesini kaldırmak için uçuyorum. Birincisinde, kardeşimin uçağın bagajındaki tabutunun içinde üşüdüğünü, annemle babamı nasıl teselli edeceğimi düşünerek, onlara birşey olursa diye içim titreyerek uçmuştum.
Bu kez…


Anneme söylemedik babamı kaybettiğimizi. Akşam İstanbul’a ulaştığımda kendim söyleyeceğim. Can arkadaşlarım da olacak evde. Onlar da olmasaydı…
Babamın son gülümsemesi gözümde. İki hafta önce İstanbul’dan ayrılmadan yoğun bakımda son kez ziyaret ettim babamı. Bilinci açıktı. Ağzından, burnundan, kollarından borularla bağlamışlardı yaşama. Bana yanıt veremese de konuştum konuştum. “Seni eve getireceğiz baba, merak etme” dediğimde yüzünde donuk bir gülümseme ile başını hafifçe hareket ettirdi. İnanmış mıydı eve dönebileceğine, bilmiyorum.

Keşke getirmeseydik hastaneye. Hiç istemediği bir şeyi yaşattık adama. Tanımadığı bir ortamda, senelerce reddettiği bir ortamda… Çok üzgünüm. Mecburduk ama, çok üzgünüm yine de. Zorla tutturdular yaşamın kıyısına onu. İstemiyordu. Artık daha fazla acı çekmeden veda etmek istiyordu bize. Beş yıldır yatalaktı babam. Zehir gibi bir hafızası, sağlıklı bir kalbi, sağlam bir vücudu vardı. Ama tüm bunlardan daha kuvvetli bir korkusu ve bu korkusunu açığa çıkarmamak için gerisine sığındığı korkunç inadı. Doktor ve hastane düşmanı. Düşman mıydı bunlara yoksa korkar mıydı, bilemem. Ama mayıs ayının ortalarında ölmeye yattı babam. Bir gün içinde karar verdi. Yemeyi, su ve ilaç içmeyi tamamen kesti. Nefes alamayınca mecburen yatırdık hastaneye. Özür dilerim Bidar Tümay, sevgili babacım.


Yıllarca tedavi ettirmediği açık varisi, başımıza dert olmuştu. Onu, beş yıl önce polis zoruyla, gerçek anlamda eve polis getirerek, hastaneye götürdüğümde çok geç kalmıştık. Hastalıklı dokular temizlendi ama o, yıllarca spor yaparak geliştirdiği bacak kasları, yaklaşık 2 yıl boyunca hareket etmediği için erimiş ve babamı yatağa bağlamıştı. Beş yıl dayandı. Biz de beraber dayandık. Anacığımın unutkanlığı (demans teşhisi var) bu süreçte yaşadığı stresin sonucunda hızla ilerledi. Acaba diyorum, bu bir korunma mekanizması mıdır…


Zor günlerdi. Ama babam yatalak olmasına karşın hayata bağlı bir insandı. Tüm bu yıllar boyunca hep, arkadaşlar eskisi gibi gelsin, sofralar kurulsun, şarkılar söylensin istedi. Babamın hiç arkadaşı yoktu. Çoğunu, „ihtiyarladılar, bir kadeh içki bile içemiyoruz beraber“ diye görmek bile istemiyordu. En son arkadaşı da 4 yıl önce vefat etmişti. Benim arkadaşlarımla hayat buldu. İlk yıllarda evimiz doldu taştı. Tam da babamın istediği gibi kuruldu sofralar. Sonra yavaş yavaş, el ayak çekildi. Herkesin hayat gailesi, zorlaşan ulaşım koşulları, değişen ilgiler… Tabii ki annem ve babamı hiç bırakmayan, onlara güç ve moral veren arkadaşlarım hep oldular. Onlara minnettarlığımı nasıl göstereceğimi bilemiyorum. Ben Almanya’da yaşamak zorunda olduğum için aklım hep onlardaydı. Benim eksikliğimi duyurmadılar annem ve babama.


Babam akşamcıydı. Saat sekiz oldu mu, kurardı çilingir sofrasını. Votkacıydı. Bir küçük kahvaltı tabağının içine koyduğu bir dilim beyaz peynir, mevsim meyvaları limonla incelttiği votkasının katıklarıydı. Çok az ve küçük lokmalarla yerdi. Hatta onunla, „babam çocukluktan çıkamadı“ diye dalga da geçerdik. Küçük kahvaltılık çatal bıçakla yerdi yemeğini. Böylece ağzına küçük lokmalar atar ve çok yemiş gibi hissederdi kendisini. Bir çekirdeksiz üzümü bile ağzına tam olarak attığını bilmiyorum. Bıçakla keser, iki üç lokmada yerdi. Böyle söyleyince de babamı gurme sanmayınız. 15 yaşından beri içer, içkiden anlamaz; böyle seçici davranır belli şeylerin dışında yemez, tanımadığı bir lezzeti denemeyi asla kabul etmezdi.


Akşamları içtiği için, sabahın erken saatlerinden başlayarak çok uzun ve sert spor yapar, saunadaymış gbi terleyerek toksin atardı. Buz gibi suyla yaptığı banyo, bizim çalar saatimizdi. Tarzan gibi bağırır, hepimizi uyandırır, sonra yine çok hafif bir kahvaltı yapar işine giderdi. Mali müşavirdi. Hiç para kazanamayan, haksız kalem oynatmamak için defalarca iş değiştiren bir mali müşavir.


Aslında yıllardır, babamla ilgili çok şey yazdım. Daha da yazacağım. Babam artık tükenmekte olan bir kuşağın son temsilcilerindendi. 1921 doğumlu. İstanbul çocuğu. Yüzme bilmeyen bir İstanbullu. Çocukluğumuzda onun bu eksik yanıyla o kadar çok dalga geçerdik ki… Denize girer, boyumuzu geçmeyen bir yerde çömelir, boğulur gibi yapardık. Paniğe kapılan babam, şapkasıyla, eliyle koluyla bizi geri çağırır, suda çırpınışlarımızı görünce diz kapaklarının üstüne kadar derinliğe gelme fedakarlığında bulunur, biz de ona acır ayağa kalkardık. Ah babacım. Kızar mıydı acaba bize.


Babam, annemin 80 yaşında yazdığı „Geçmiş Mazi Olmadı“ kitabına rest olarak, biraz kıskançlıktan, biraz da anlatacak farklı şeyleri olmasından ve daha da önemlisi anlatmayı çok sevdiğinden, 90 yaşındayken „Ben bir Akşamcıyım“ başlıklı bir kitap yazdı. Tamamını bassaydık eğer yazdıklarının bir kaç cilt olacaktı. Ben sadece annemle evlendikleri yıllara kadar olan bölümünü baskıya hazırladım. „Ben bir ayağa kalkayım, ikinci bölümü de basarız“ diyordu. Bu kitabın çok satacağından ve para kazanacağından umutluydu babam. Ama kitap piyasaya çıktığı gün babam yatalaktı artık ve evde düzenlediğimiz küçük bir program dışında bir okuma bile yapamadı ne yazık ki. „Okusunlar ve beni eleştirsinler“ diyordu. Geri dönüş alamadığı için çok üzgündü. Bu kitaptan evde var hala. İsteyenler edinebilirler sanırım.
İşte böyle babacım. Şimdi bir uçuş boyunca aklıma gelenleri ancak bu kadar süzebildim. Ağlayamıyorum ama yazıyorum.

Babamı toprağa vereceğiz yarın. Bir devir kapandı. Şimdi annemi korumalıyım. Onun bana ihtiyacı var. (Berin Uyar. 16 Haziran 2016. Düsseldorf-İstanbul uçuşu)

Not: Kapak fotoğrafı, babamın hastaneye yatırılmadan önce çektiğim son fotoğrafı. Bu tarihten 10 gün sonra yoğun bakıma kaldırıldı. Omuzundaki el, 67 yıllık hayat arkadaşı annem Sevim Ay Tümay’ın eli.