İlginç bir kültürü; tek kelime ile tanımlayamayacağım çok kelimelik Yukio Mishima’yı anlatmaya nereden girilir sahi!
Girişte birkaç yerde duraklayacağım:
Japonya ve Japon Kültürü
Martin Jacques’ın* yardımıyla bir özet yapmaya çalışayım. Japonya’yı şekillendiren, zamanın en ileri iki uygarlığı olmuş; 5. ve 6.yy’da Çin (Çin 3000 yıldır kesintisiz var olan en eski ülkedir), 19. ve 20. yüzyılda Batı.
Japonya’nın Çin ile ilişkileri başlamadan önce kendi yazım sistemi yokmuş. Çin karakterlerini alıp uyarlayarak kendi sistemini yaratmış. Yine Çin edebi geleneği Japon kültürünün temel taşlarından biriymiş. Yani Japonya 14. yüzyıla Çin’in gölgesinde girmiş.1868 Meiji Restorasyonu’na kadar olan bu sürenin büyük bir kısmı Çin’in tributary (barış için para ödeyen ve onun üstünlüğünü kabul eden) devletlerinden biri olarak geçmiş.
Bu durum Japon psikolojisinde derin bir aşağılık duygusu yaratarak savunmacı ve militan milliyetçiliğin ilk ateşini yakmıştır.
Çin’in etkisi derin olsa da Japonya her şeyi kendine göre yeniden şekillendirmiştir. Çin Konfüçyüs öğretisinde en önemli şeyler erdem merhamet ve iyi yüreklilikken, Japonya’da sadakat ve büyüklere hürmet tüm Japon kültürünün belirleyici özelliğidir. Çin İmparatorluğunda toplam 37 hanedan değişirken, Japon İmparatorluk ailesi kutsal kabul edilip 1700 yıldır hiç değişmemiştir.
Peki gelelim yazarından, sanatçısına, tüm Japon toplumunda derin izler bırakan Meiji Restorasyonu’na.
Meiji Restorasyonu
Japonya’da1853’e kadar süren huzur ve istikrar, Amerikan deniz subayı Perry’nin bir filonun başında, Tokyo Körfezi’ne gelmesiyle bozulur. Perry, Amerika ve Avrupa güçleri adına Japon limanlarının serbest ticarete açılmasını talep etmektedir. Artık Japonya’nın içine kapanık dönemi bitmiş, yayılmacı ve yırtıcı Batı’dan kendini korumak, afyon savaşlarında Çin’in başına gelenlerden sakınmak için, 1858 tarihinde, işgal tehditleri altında, Batı ile hiç de eşit olmayan, aleyhte bir anlaşma imzalamıştır. Hükümet batıdan, oradan buradan örneklediği sistemlere hızlıca kendini uyarlamış, yeni kurduğu fabrikaları satarak, kapitalist sınıf oluşturmuş, sonuç olarak yamalı bohça gibi fakat tamamen Japonya’ya has bir bütün elde edilmiştir. 1945’ten bu yana Batı ile farklarını değil benzerliklerini ön plana çıkarma peşinde olan Japonya, yenilgiyi takiben Amerikan etki alanına girerek, bağımsız dış politikada sesini kaybetmiş ve farklılığını hiç vurgulamamıştır.
Modernist Japonya azimle ve istikrarla ilerleyerek başarılı olmuştu.
Ve fakat zaten yıllardır baskın olan Çin’in Japon psikolojisinde derin bir aşağılık duygusu yaratarak savunmacı ve militan milliyetçiliği bu sefer de Batı kapitalizmi karşısında boynunu bükmüş, iyice körüklenmişti. Hakeza Japon toplumunun ölümle kurduğu sempatik ilişki, diğer ülkelerden daima farklı olmuştur. Meiji Restorasyonu, araya giren savaşlar, yenilgi ve bombalar..
Hiç kuşkusuz toplumsal hafızalarına derin bir şekilde kazınmış ve kuşaktan kuşağa da aktarımı olagelmiştir. Yukarıdaki duraklarda Mishima yazmak için; hassas, kırılgan ve travmatik ruhunun bu süreçten nasıl etkilendiğinin ve diğer travmaları ile birleşince de intihara giden yollara nasıl “kefaret gülleri” döşediğinin izini sürmek için durdum.
Kolay anlatırım sandığım Mishima’yı okudukça eksiklendim ve pek çok yan okuma yapmam gerekti.
Sonuç mu? Yaklaşık sekiz ay Japon edebiyatına konuşlandım. Popülist yazarları Haruki Murakami’den tutun da Natsuma Soseki, Kazuaki Takano, Kanae Minato, Sayaka Murata, Yasunari Kavabata. (Meiji Restorasyonu’nun etkisi her birinde gözlenir.) İtiraf etmeliyim daha çok okumak isterdim. Sevdim, bahsettiğim yazarların epeyce de kitabını okudum. Ne ki kendi toprağımı özlemiştim, Deli İbram Divanı ile sert bir geri dönüş yapıp soluklanmak istedim. Daha sonra yazmak için birikmiş oldu. Olsun, anlatırım hepsini, özellikle Soseki’yi.
İsimleri geçmişken burada dip not vereyim: Son zamanların en çok okunan yazarı Murakami kaleminin gücünde şüphesiz Mishima etkisi vardır. Yine ülkesine ilk Nobel Edebiyat Ödülü’nü getiren Kavabata, Mishima’nın yakın dostudur.
Ödülünü alırken “Ödülü hak eden Mishima’ydı. O, dünya çapında 300 yılda bir doğan dâhilerden biridir” demiştir. Bir süre sonra “Rüyalarımda hep Mishima’yı görüyorum” der ve eşi doğrulamasa da havagazı ile intihar eder.
İlerleyen bölümlerde yaşamı ve eserleriyle etkilediği diğerlerini de göreceğiz. Şimdi son durağı da geçip yola koyulalım.
Seppuku
Japon kültürünün bir parçası olan bu kavramı çoğumuz “harakiri” olarak bilsek de bunu kapsayan törensel vedanın tamamına “seppuku” denmekte olup1000 yıllık bir gelenektir. Geleneksel Japon kültüründe onuru zedelenen samuray, özenli bir hazırlık ritüeliyle yaşamına son vermektedir. Özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrası pek çok komutan askerleriyle beraber Seppuku yaparak ölmüştür.
Seppuku yapacak kişi en güzel giysisini giyer, en sevdiği yemeğini yer, ama estetik kaygıyla fazla da yemez, en sevdiği şiiri okur.
Tanto veya kozuka adı verilen özel harakiri bıçağını karnın sol tarafına hızla saplar, ardından karnını sağa doğru yarar ve son olarak yukarı aşağı kıvırarak ve bastırarak diyafram ve midesini parçalar. Çok acılı bir işlemdir ve acıyı azaltmak için “kaishaku” ismi verilen seppuku yapan kişinin en güvendiği insan, kılıçla bekler ve tam bu an gerçekleşince kafasını keser. Eğer tereddüt ederse başka bir samuray her ikisinin de kafasını uçurur.
Ortaya saçılan kan gölünü Japonya’nın simgelerinden kiraz çiçeklerine benzetir Mishima ve Bereket Denizi Dörtlemesi’nin ikincisi olan Kaçak Atlar’da şöyle betimler:
“Bir samurayın kiraz tomurcukları gibi yere düştüğü anda kanla lekelenmiş bedeni kokulu kiraz çiçekleri olup, çıkardı.”
(Japon kültüründe çok özel bir yeri vardır. Yavaş açan, çabuk dökülen çiçekleriyle hem yaşamı hem ölümü simgeler)
Japon toplumunda seppuku, cesaret, onur vatanseverlik gerektirir. Geride kalan yakınlarının dik duruşu, tıpkı bizim kültürümüzde askerde ölen oğul için bir kolunda acı, diğer kolunda gurur taşıyan ana gibidir.
Yukio Mishima
Çağdaş Japon Edebiyatının en önemli yazarı olarak kabul edilen Mishima’yı anlatmaya dolaşa dolaşa gelmemiz; genç yaşında, ününün doruğunda iken böylesi büyük ve sansasyonel bir eylemle gözlerini tüm dünyaya bile isteye kapatmasını daha iyi aktarabilmek içindi.
44 yıllık yaşamına sığdırdıklarını yazmakla bitirmeye çalışayım durun bakın:
Çok sayıda roman, popüler dizi romanı, öykü kitapları, denemeler, edebiyat eleştirilerinin yanı sıra “Kabuki Tiyatrosu” ve “Geleneksel No” oyunları için çağdaş metinlere ilaveten oynadığı altı film… Birden fazla kere Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmiş bir yazardır karşımızdaki. Hakeza aktör, yönetmen, asker, vatansever, model, kendi evini yapacak kadar mimar, kılıç ustası, orkestra şefi, senarist, “Kalkan Cemiyeti”nin kurucusu, eğiticisi, komutanıdır.
14 Ocak1925 – 25 Kasım 1970 arası yaşamış olan Mishima akıl almaz bir yaratıcılıkla varlığını ortaya adeta kusmuştur. Japonya’nın Leonardo da Vinci’sidir o. Yaşamın her alanında adeta çağlamış olması nedeniyle de bu benzetmenin altını doldurmaktadır kuşkusuz.
Mishima’nın Dalgaların Sesi kitabını aldım ilkin elime.
İlk tanıştığınız yazarın diline önce bir yabancılık çekersiniz hani, işte o yabancılık olmadı bende. Lirik betimlemeleriyle ruhumu sıkıca kavradı ve bir yakınlık hissettim anında. Bizim Yaşar Kemal’imiz toprak kokar da Çukurova’nın sarı sıcak toprağının kokusunu burnumuza kadar getirir ya, Mishima da buram buram deniz kokuyordu; dalgaları hışırdatıyor, rüzgârı kırbaçlatıp doğayı kükretiyordu. Japon halkını anlatıyordu öte yandan; haziran ve temmuz ayının dalış mevsimi olduğunu, Japon kadınlarının geçimlerini dalıp sünger çıkararak sağladıklarını, damları ay ışığına bulanan evlerde yaşadıklarını, ayın çevresinde bir halka gördüklerinde sabah yağmur yağacağını anladıklarını, “ağzı bir midye kadar sıkıydı” gibi enfes deyimlerini öğretiyordu. Tanışmamıza gülümsüyordum. Gerisi akardı artık. Aktı da.
İkinci olarak Altın Köşk Tapınağı elimdeydi.
Bu kitabı baştan sona iç titremesi ile okudum. Mishima,1950’de olan gerçek bir olaydan esin ile yazmış. Yüzyıllardır tüm ihtişamı ile ayakta kalan tapınak, genç bir keşiş tarafından yakılıp küle döndürülmüştür. Babası keşiş olan Mizoguchi, Altın Köşk Tapınağı’nın büyülü güzelliği ile büyümüş, kekeme ve güzellik saplantısı olan bir çocuktur. (Bu kitap ile Mishima’nın güzellik ve estetik saplantısını da paralel olarak keşfetmekteyiz.) Babası kendi hayalini oğlunun hayali yaparak, tapınağa teslim eder. Mizoguchi’nin tapınaktaki kekeme günleri, yaşadıkları, gözlemleri ve baş keşişin keşfettiği karanlık yönleri…
Tapınağın büyülü güzelliğine karşı kendi kekemeliği ve çaresizliğinden onu yakarak kurtulmasını olağanüstü bir lezzet ile anlatmıştır.
Kekemeliğin böylesi eşsiz bir tanımını gördünüz mü hiç?
“İlk sesi düzgün çıkaramıyordum. O ilk ses, sanki benim iç dünyam ile dış dünya arasındaki kapının anahtarı gibi bir şeydi ama bu anahtar hiçbir zaman yuvasında düzgün dönmüyordu. İnsanlarda iç ve dış dünya arasındaki kapı açıktı, rüzgârın oradan rahatça geçmesine izin veriyorlardı. Ben yapamıyordum. Paslıydı anahtarım.
Kekemeler, ilk sesi çıkarmak için çabalayıp durdukça iç dünyaları, bedenini ökseden çekip kurtarmak için çırpınan küçük kuşu andırır. Nihayet bedenini kurtardığındaysa artık çok geçtir.”
En sevdiğim kitabıdır diyebilirim. Mutlakanız olsun!
Ardından, henüz 24 yaşında iken onu dünyaya tanıtan, kendi otobiyografisi Bir Maskenin İtirafları yer aldı.
Kitabın ilk sayfası, sanki önsözü gibi algıladığım Karamazov Kardeşler’den bir alıntı ile başlar ve sondaki güzelim cümle ile biter:
“Dinle, şimdi asıl meseleye geliyorum”
Merakınız, ilginiz Mishima’da olsun! Geleceğiz.
*Martin Jacques: Çin Hükmettiğinde Dünyayı Neler Bekliyor?