
BİR SEZON DAHA BİTERKEN…
Ayşe Lebriz Berkem
Genellikle tiyatrolar haziran ayında etkinliklerinin sonuna gelir. Aslında anlamakta zorlanıyorum neden yazın oyunlar oynanmaz, mekanlar kapanır, bilmiyorum. Okullar da kapandığı için ve herkes tatile çıktığı için şehirde kimse kalmayacağı ve zaten kimsenin sıcak yaz akşamlarında oyun seyretmek istemeyeceği için olabilir, diyebilirdim ama bunların hiçbirinin günümüzde geçerliliği yok bence. Şehirde kalan milyonlarca insan ve açık havada oyun izlemek isteyecek milyonlarca insan olabilirdi. Eski Rumeli Hisarı günlerinin nostaljisine girmeyeyim.
İstanbul’un 2025 nüfusu, tahmini verilere göre 15.806.279. İstanbul’da on altı milyona yakın insan yaşıyor. Bu metropolde yaşayan herkes haziranda okullar kapanır kapanmaz tatile gitmiyor. Daha doğrusu artık gidemiyor.
Düşünsenize İstanbul aslında bir ülke gibi… Böyle bir şehirde tiyatroların çoğunun sezonu kapatması, açık olanların ise yavaşlaması anlaşılır gibi değil benim açımdan. Ama gel gelelim bir tiyatro sezonunda zar zor da olsa ayakta kalabilmeyi başarmak bile büyük bir olay. Haftada bir oynayabilecek oyunların ayda bir oynayarak seyirci toplamak istemesi bana hep hüzünlü geliyor.
Neden mi?
İstanbul’da Yaşamak Zor
(Haziran’da Ölmek Zor şiirini hatırlamamak mümkün değil benim için) *
çalışmışım onbeş saat
tükenmişim onbeş saat
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım
anama sövmüş patron
ter döktüğüm gazetede
sıkmışım dişlerimi
ıslıkla söylemişim umutlarımı
susarak söylemişim
sıcak bir ev özlemişim
sıcak bir yemek
ve sıcacık bir yatakta
unutturan öpücükler
çıkmışım bir kavgadan
vurmuşum sokaklara
İstanbul’da ölmek kolay da artık yaşamak zor, diyesim var.
Şöyle üstünkörü bir araştırma yaptım. Öncelikle İstanbul’da yaşam zor. Yaşamak zor. İstanbul’da yaşamanın maliyeti yüksek. İstanbul’da yaşamak için bedel ödersiniz. Geçenlerde bir yerde okudum artık İstanbul’da sadece yaşamak için çalışmak zorunda olanlar kalacakmış. Halbuki geçinebilmek için eskiden İstanbul terk edilir küçük şehirlere gidilirdi. Ama elbette olanağı olanın toprak satın alıp kendi habitatını kurup, doğanın içinde mis gibi yaşayabilme ihtimali olduğundan tam da şiirdeki gibi, günde on beş saat kan ter içinde çalışanların şehri bekleyecek olması normal.
Neyse konuma döneyim. Neden böyle bir metropolde on ay, on bir ay tiyatrolar açık kalmaz? Neden tiyatro sezonu ekimden hazirana kadardır? Turneye çıkabilen kaç tiyatro var ki? Ancak bir festival olacak, o zaman!
Bugün bu ekonomik krizde, asgari ücretli ve emekli geçinemezken, açlık ve yoksulluk sınırı yükselmişken, orta sınıf üzerindeki baskı nedeniyle sıkışmış ayakta kalmak için boğuşuyorken, kime “oyun izliyor musunuz, kaç oyun izlediniz bu sezon” diye sorma hadsizliğinde bulunabiliriz ki? İstanbul’da en yüksek gelire sahip yüzde 10’luk kesimin geliri ile en düşük gelire sahip yüzde 10’luk kesimin gelirinin arasındaki fark muazzam; yaklaşık 14 katına ulaşmış. Bu oran 2014 yılında 9,25 iken, 2024’te 13,91’e çıktığının da altını çizeyim.* Bu gelir eşitsizliğinin tiyatroya yansımalarına geleceğim elbette. Açlık sınırının 26.452 TL, yoksulluk sınırının 81.602 TL olarak saptandığı bir şehirde/ülkede kime bilet satacaksınız, kime oyunlarınızın tanıtımını yapacaksınız? *
İstanbul’da en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grup, toplam gelirin yüzde 48,1’ini yani yarısını alıyor, bunu aklımızda tutarak ilerleyelim: gelirin yarısını oluşturan yüzde yirmilik kesim (yüzde 1 en yüksek gelir grubu olan kesimi atlıyorum); en düşük gelire sahip yüzde 20’lik grup ise sadece yüzde 6,3’lük bir paya sahip. Böyle bir bilgiye de ulaştıktan sonra kafamızı ellerimizin arasına alıp düşünmeye başlayalım. * yüzde 20’nin karşılığı 3.200.000 kişi oluyor. Hangi yüzde grubundaki kesimin (3.200.000 kişinin yani) tiyatro mekanlarının önünde kuyruk oluşturmasını hayal ederdiniz? En yüksek gelir grubunun mu yoksa en düşük gelir grubunun mu kuyruk oluşturduğunu hayal etmeliyim sizce?
Gelelim orta sınıfa… Bu sınıf da kendi içinde ayrılıyor. Üst-orta sınıf dediğimizde genellikle özel sektörün orta ve üst düzey yöneticileri, yüksek gelirli serbest meslek sahipleri ve bazı kamu görevlilerini düşünmeliymişiz. Bu gruba dahil olanlar da gelirin yüzde 20’sini oluşturduklarından, ekonomik olarak rahat bir yaşam sürdürdüklerini ve hatta eğitimlerinin de yüksek olduğunu düşünecek olursak aydın kimlikleriyle sanatın her çeşidine meraklarının, ilgilerinin olduğunu düşünebiliriz. Yani tiyatro izleyicisi çıkar bu yüzde yirmiden bence. Hemen altında yüzde 20 orta sınıf mevcut yani canım öğretmenler, hemşireler, teknisyenler ve küçük işletme sahipleri gibi meslek grupları bu sınıfa dahilmiş. Gelirin yüzde15’ini alıyormuş bu grup; temel ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar mı bilemem ancak ekonomik gelgitlerden, fırtınalardan çok fazla etkilendiklerini biliyorum. Fırtınaya dayanmaya çalışıyorlar. Bu grubun da altında emekliler yani ben varım. Alt- orta sınıf, genellikle düşük ücretli işlerde çalışanlar ve emeklilerden oluşmaktaymış. Gelirin yüzde 11’ini alan bu grup, zorlana zorlana yaşamını sürdürmekte ve ensesinde yoksulluğun nefesini duyarak hayatta kalabileceği bir yaşama razı gelmekte.
İstanbul’da yaşamak için çalışmak- çalışmak- çalışmak zorundasınız. İstanbul’da sadece sanatınızı icra ederek yaşamanız zor. On altı milyonun üç milyonu ve artı üst orta sınıfı da dahil edersem yaklaşık altı milyonu sizce oyun izliyor mu? Alt orta sınıf o salonları dolduracak ilgiye açlığa sahipken ayakta kalabilmek için çoktan vazgeçti sanatla ruhuna şifa bulmayı; senede bir ya da iki oyun belki izliyordur. Tiyatro izlemek bir anlamda da sosyal bir etkinlik. Oyuna bir arkadaşınızla sevgilinizle gidersiniz ve oyun sonrasında oyun ile ilgili sohbet edersiniz; bu oyun öncesi ve sonrası da tiyatro etkinliğine dahildir. Sanatla şifalandığınız şahane böyle bir etkinlik her yurttaşın hakkıdır.
Tiyatro Sanatı on altı milyonun hakkıdır. Yediden yetmişe herkesin. Sosyal sınıfının ne olduğuna bakılmaksızın her yurttaşın hakkıdır. Ama bizler ayakta kalmak için sadece yaklaşık o altı milyon kişiye ulaşmak, ulaşabilmek için büyük eforlar sarf ediyoruz. O altı milyon kişinin kaçı tiyatro izleyicisi (Türkiye’de oyun izliyor) bilmiyorum ama yaşam tarzları olarak ‘markalaşmaya’ önem verdiklerini tahmin ettiğim için oyun seçimlerini de oyunun oynandığı mekanları da ona göre seçiyorlardır diye düşünüyorum. Yani eskinin salaş İstanbul Tarlabaşı’nda yer alan İstanbul Sanat Merkezi gibi bir mekân bugün nerede olurdu hayal ediyorum ve o altı milyon bugün öyle bir mekâna gelir miydi gelmez miydi düşünüyorum. Elbette Mısır Apartmanı’nda ya da Beyoğlu’nun o enfes binalardaki bir katın tiyatro mekanına dönüştüğü ya da şu son birkaç yılda İBB’nin kültürel miras, tarihi ve kültürel çeşitliliği ortaya çıkartmak için yaptığı çalışmalar neticesinde ya da İKSV’nin festivalde Beyoğlu’nu canlandırmak üzere yaptığı girişimler neticesinde bu mümkün. Ama sorum şu: 90’ların Tarlabaşı’na tekabül eden, İstanbul’da bugün neresiyse, oraya oyun izlemeye gelir mi gelmez mi seyirci?
Aklımda deli deli sorular…
Geçenlerde bir arkadaşımla sohbet ederken hayatta yapmak istediklerimizi, hayata geçirmek istediğimiz projeleri konuşmaya başladık. Açıkçası biraz buruk bir konuşmaydı benim açımdan. Çünkü her ikimizin de kafasında yapmayı planladığı bir değil, birkaç proje vardı fakat bunları konuşmaya başlarken ne kadar tutuk olduğumuzu fark ettik. Aslında bizim bunları gerçekleştirebilecek potansiyelimiz, enerjimiz, takatimiz olmadığından değildi bu. Gerçekleşebilmesinin imkansızlığını düşündüğümüz hatta bildiğimiz için kolumuzun kanadımızın kırıldığı hüzünlü bir durumdu.
Bir projeyi hayata geçirme noktasına gelene kadar düşünsel yolculuk öylesine büyük bir zaman alıyor, çalışmalar araştırmalar derinlemesine bir yolculuğu gerekli kılıyor ki… Oysa şunu da biliyoruz: Bu yolculuğun sonunda bu projenin gerçekleşmeme ihtimali artık bizler için çok büyük. Öyle hayat geç(e)meyecek artık… Bir projenin düşünsel yolculuğunu başlatmak da sürdürmek de anlamsızlaşıyor ve içimizde büyük bir boşluk oluşuyor. Bunun bir çok sebebi var ama en temel sebeplerinden bir tanesi ekonomik olarak bir çöküşte olmamız. ARTIK bu projeleri hayata geçirecek bir finansal güce sahip değiliz. Bu projeleri destekleyebilecek yapıların da olmadığını biliyoruz yani bu projelere destek verecek ‘sponsor’ bulmak İMKANSIZ. Zaten bu sponsorlar da yine o yüzde yirmilik kesim yani gelirin yarısına sahip kesim olmayacak mı? Onlar bir tiyatro oyununa sponsor olmayı neden istesinler! Bu kesimle masaya oturmanız, projenize ikna etme aşamasına dahi gelmeniz söz konusu değil.
Sanatsal üretimler bu bağlamda bir çıkışsızlık içinde bence… Daha deneysel işler, bağımsız işler, nispeten avangart işler, alternatif işler üretimlerini tamamlamış olsa bile bu kez seyirci ile buluşma noktasında sorun yaşıyor. Bir projeyi oluşturmak için ekibi kurmak, bir mekan kiralamak, dekorunu ve kostümünü tasarlayıp realizasyonu gerçekleştirmekten tutun da oyunun tanıtımını yapmaya kadar bir çok aşamada ekonomik krizden kaynaklı finansal engellerle karşı karşıya kalıyoruz. Ve her sanatsal üretimin düşünsel yolculuğu daha başlamadan sönümleniyor. Hâl böyle olunca “düşünmemek, düşünmemek düşünmemek Tanrım en iyisi düşünmemek” diyorum.* Bunu bir hayal kırıklığı ya da bir yılgınlık içinde yazmıyorum tam tersi karşımızda duran bir gerçeklikten bahsediyorum.
Bir zamanlar kafamda tasarladığım sanatsal projeler beş kuruşum dahi olmasa cebimde, dağları delebilecek bir istek ve arzu sayesinde hayat bulabiliyordu. Bir zamanlar… Oysa şimdi tasarladığım projeler sanki ölü doğmuş bir çocuk gibi.
Çevremde kiminle konuşsam derin dondurucuda bekletilmiş projelerinden bahsediyor. Ne zaman ve nasıl hayata geçirileceği meçhul projeler…
Kendime hep şunu söylüyorum: Bir çıkış yolu mutlaka olmalı ve belki de bu çıkış yolunu sen göremiyorsundur. Herkesin kan ter içinde ayakta kalma mücadelesini verdiği bir dönemde, evine ekmek götürme derdinde olan, kirasını ödemek, yemesini içmesini sağlamak gibi pek çok sorunla boğuşan biz sanat üreticileri ve sanat izleyicileri için çıkış yolunun nerede olduğunu henüz keşfedemedim. Bu finansal zorlukları aştığımızı düşünecek olsak bile seyircinin bir tiyatroyu izlemek için ödeyeceği miktar artık onun hayat kalitesinin eskisi gibi olmadığı bir süreçte mümkün değil.
O yüzden artık (bence) gelirin yarısını elinde tutan belli bir yüzde oranına sahip ekonomik refah içinde olan o kesimin tercih ettiğini düşündüğümüz oyunları yapmayı tercih etmek durumunda olabilir miyiz acaba? Görünürlülüğün, görünür olmayı sağlamış olanın, görünürlüğü olan mekanlardaki işleri tercih etmesiyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum açıkçası. O mekanlarda bilet fiyatları ne kadar olursa olsun onun alıcısının olması şaşırtmamalı. Yukarda sözünü ettiğim tiyatroya gitme etkinliğinin aynı zamanda bir sosyalleşme de olduğu konusuna bir noktayı daha eklemek isterim; bugün aktivitelerimizin çoğu bir “network”ün parçası. İçinde bulunduğumuz grup ya da kesim bir sosyal ağın temsili değil mi? Herkes, kendini ait hissettiği o sosyal ağın bir parçası, bu nedenle mekânsal aidiyet de önemli oluyor. “Görünürlük” günümüzde kendimizi göstermekten ibaret değil ki aynı zamanda ekonomik güç, toplumsal aidiyet ve politik etki kurmanın da aracı.
William Shakespeare’in hepimizin bildiği “Bütün dünya bir sahnedir… Ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu…” sözünü hatırlayıp hemen Erving Goffman’ın Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu meselesine atlayasım var ama konu uzar ve dağılır. Sadece şu kadarını paylaşıp ileride belki bu konuyu bunun üzerinden de düşünmeye dalarım.
“Gerçek yaşamda rollerimizi sergilemeyi öğreniriz yani bizim açımızdan gerçeklik kazanmak üzere olan gerçekliği öğreniriz ki buna da “beklentisel toplumsallaşma” denmektedir. Bu durumda E.Goffman “hepimiz rol yapma bilgimizden daha iyi rol yaparız” sözüyle yine toplumsallaşmamıza dair çarpıcı bir çıkarımda bulunmaktadır.” *
Demem o ki… sosyal ağların ve mekânsal tercihlerin bugün tiyatro üreticileri için ne kadar etkili olduğunu görebiliyorum. “Oynadığın mekânı söyle, ben de sana gelip gelemeyeceğimi söyleyeyim.” Bu altı milyon değerli seyirciye ulaşmak için tiyatromuzu bir ‘marka’ yapmamız mı gerekiyor acaba?
Uzattım. Sadede geliyorum. Şayet deneysel işler yapıyorsanız bu artık gittikçe zor. İstanbul’da yaşamak zor. Bu güzel şehir, aklımı başımdan alan cazibesi olan şehir ve büyük bir aşkla yaptığım oyunculuk aynı yerde buluştu.
Yaratıcı düşünsel yolculuğumu nasıl ete kemiğe büründüreceğim, bu birikmiş olan enerjiyi nasıl, nerede, ne şekilde akıtacağımı bilmiyorum. Önemi de yok. Düşünmeyi yavaş yavaş bırakıp kabulleniş bir yılgınlık değil. Kendi rızamla, kendi irademle yapmamayı tercih edeceğim bir hale dönüştürüyorum. Şimdilik.
Yine genç bir oyuncu arkadaşımla sohbet ederken onun kırıklığını anladığımı düşündüğüm yerden şu cümleyi söyleyebildim. “Bunu bir tek sen yaşamıyorsun. Yalnız değilsin.”
Vazgeçtiğimiz projelerin, zaten kimsenin bu hayat mücadelesinde, pek de umurunda olduğunu sanmıyorum. 16 milyondan birisiniz ve sizin alternatifiniz her zaman mevcut. Bunu hissedersiniz. Kendinizi değersiz hissetmeniz an meselesidir.
Seçim bizim. Değersiz olduğumuza inanacak mıyız yoksa on altı milyondan herhangi biri olarak üretebileceğimiz, yapabileceğimiz ne varsa kendi anlam yolculuğumuzda yap(ama)maya devam mı edeceğiz?
Meseleye duygusal değil; sınıfsal bakmayı öneriyorum.
*Şiir Hasan Hüseyin Korkmazgil
*İstanbul Planlama Ajansı (İPA)
*TUİK En yüksek gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay yüzde 48,1 oldu.
*Birleşik Kamu İş Sendikası
*TÜRK İŞ SENDİKASI: 4 kişilik ailenin aylık gıda harcaması (Açlık Sınırı) 23.615 TL (Yoksulluk sınırı) 76.922 TL. Bekâr bir çalışanın aylık yaşama maliyeti 30.617 TL.
*TÜİK, İstanbul dahil Türkiye genelinde “gelire göre %20’lik gruplar” (quintiller) üzerinden veri açıklar. İstanbul Planlama Ajansı (İPA) da bu sınıflamayı kullanarak, İstanbul’da en yüksek gelirli %20’lik grubun toplam gelirin %48,1’ini aldığını belirtmektedir (2024 verisi). Bu oran, en yüksek %10’un gelir payından daha kapsayıcıdır ve sınıfsal ayrışmayı daha geniş bir perspektifte verir. (ChatGBT bilgisi)
*Samuel Beckett’in ‘Mutlu Günler’ oyununda Winnie karakterinin söylediği bir cümledir.
* Erving Goffman: Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu – Esra Yılmaz