FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

BİRÇOK HOŞÇAKALDAN BİRİ

BİRÇOK HOŞÇAKALDAN BİRİ

BİRÇOK HOŞÇAKALDAN BİRİ

 

Ozan Aydın

 

‘’Evet, tam olarak bunu diyorum.’’ 

Bir klik sesi. Ne sesi olduğunu çıkaramıyor. 

‘’Boşanmamızdan önce veya sonra olması…’’

Bu gelininin sesi. Kim boşanıyor acaba? Boşanmamız mı yoksa boşanmanız mı dedi? Nihayet ablasının aklı başına geldi demek. O meymenetsiz kocasından kurtulmak için geç bile kaldı. Bu koku? Sigara kokusu geliyor burnuna. Ama Zehra sigara içmez ki. Acaba başka biri daha mı var odada?

‘’Mustafa ile uğrarız o zaman yarın.’’

Sigaradan nefret ettiğimi bilmiyorlar mı?

‘’İşin aslı, babasının korkusundan oldukça erteledik bile. Mustafa, Allah’tan korkmaz babasından korktuğu kadar.’’

Oğlum mu? Oğlum mu boşanıyor? Bu nasıl mümkün olabilir? Nasıl cüret edebilir?

‘’Miras konusu da… Tabii… Evet.’’

Miras? Kafasını toparlayamıyor. Suya düşünce bulanıklaşmaya başlayan el yazmaları gibi tüm fikirler, sesler, duygular… bir de acı var… bir sürtünme sesi duyuyor ve sonra bilinci ipini koparıyor.

***

Zaman düz bir çizgi olmaktan çıkmış durumda. Daha çok bir ip yumağı gibi. Şu an? Ne, ne zaman? Ne, ne kadar önceydi? Yoksa sonra mıydı? Her şey iç içe geçmiş durumda. Işığı algılıyor ama gözlerini açamıyor. Gelini konuşurken karanlık vardı. Aslında uzun zamandır (en azından ona göre) karanlıkta.  Acısı artmış durumda. Ya da aklım daha fazla yerinde. 

Şu an nasıl gözüktüğünü gözünde canlandırmaya çalışıyor. Burnunu silen, saçını sakalını kesen, şekil veren var mı acaba? Nasıl bir kıyafet var üzerinde? Göğsüne, kollarına, ağzına, burnuna makinelerden ve serumlardan uzanan borular ve kablolar…  Bulunduğu odanın büyüklüğünü zihninde canlandırmaya çalışıyor. Hangi cepheye bakıyor camlar? Dün havada toprak kokusu vardı, demek pencereli bir oda. Doğru ya, halen koku alabiliyorum. 

İşte böyle, insanın bedeni onun tek kişilik hücresi olabiliyormuş. Tüylerini diken diken eden (sadece mecaz olanını yapabiliyorum sanırım artık) bir düşünce geliyor aklına. Ya sesler de onu terk etseydi. Delirir miydi? Hayal gücü ya da cesareti yetmiyor bunu düşünmeye. 

Uzun zamandır yapmadığı bir şeyi yaparken buluyor kendini: Kendine acırken. Bu şekilde olmasın lütfen…

***

Kapı açılma kapanma sesi, gördüğü rüyayı sonlandırıyor. Ve belki de bu sayede rüyasını hatırlıyor. Düşünde karısını değil Derya’yı görüyor yine, tuhaf. Eskiden, çok daha gençken utanırdı Derya’lı rüyalardan, karısını aldatmış gibi hissederdi. Sonraları, hem Derya rüyalarına daha az uğrar oldu, hem de utanıp utanmamayı önemsemez oldu. Bir rüya kapı ardında kalıyor. Bedenine dokunuyor birileri, hissetmese de biliyor.

‘’Bence ölmeyecek bu adam.’’ Tanımadığı bir ses bu, bariton. Yaşı genç olmalı. Kaç olabilir? Bahisler açıldı. Yirmi? Yirmi beş? Otuz diyor yataktaki beyefendi! Yok mu arttıran?

‘’Ağzını hayra aç.‘’ Başka bir yabancı ses, bas bariton. Otuz beş yaşından büyük, kırk beş yaşından küçük.

‘’Geçen haftayı çıkarmazdı güya doktorlara kalsa,’’ diyor bariton. 

O zaman en az bir haftadır geliyor olmalılar. En az bir haftadır bir yatağa mahkumum demek ki.

‘’Bugün yarın kurtuluruz bokundan sidiğinden, görürsün,’’ diyor bas bariton.

Duygularımız karşılıklı. Asıl ben sizden kurtulurum.

Daha fazla duymak istemiyor bu iğrenç konuşmaları. Birçok duygu peydah oluyor kalbinde; öfke, utanç, isyan, nefret…

‘’Para da bir yere kadar işte. Ne oldu şimdi o kadar varlık? Hiçbir işe yaramıyor bak.’’

Bu yaşıma kadar yaramıştı halbuki. 

‘’Adamın pisliğini hayır için mi temizliyorsun? Parasıyla temizletiyorlar işte. Zenginlik her zaman işe yarar.’’

Pisliğini birilerinin temizlemesi ne kadar utanç verici de olsa, bu pis işi yapmak için bu ikisinin seçilmiş olması bu utancı bir nebze olsun azaltıyor. Azaltıyor mu gerçekten? Azaltmasa da sadistçe bir keyif ekliyor.

‘’Onu mu diyorum ben?’’

İhtiyacım olan sesler kesinlikle sizinkiler değil. Kesinlikle.

‘’Adam bu yaşına kadar bir eli yağda bir eli balda yaşamış işte. Çivi çakacak değil ya. Seninkisi züğürt tesellisi. Bakalım sen, ben ne kadar yaşayacağız.’’

‘’Bu koku ile çok yaşamam, orası kesin.’’

Gülüşüyorlar.

Defolup gidin! 

Defolup gitmeleri birkaç dakika daha alıyor.

Nihayet!

Bu lanet yatağa mahkum olmadan önceki son anısı neydi? Uçaktan inmiştim, evet. Keyfim nasıl da yerindeydi o anlaşmayı istediğim şekilde kotardığım için. Fabrikaya geçtim. Üst kattaki odama geçtim. Serpil sade kahvemi getirmişti ya da getirecekti. Sonrası? Sonrası yok… Mirastan bahsediyordu Zehra. Ölecek miyim ben şimdi?

Uykuda, her şeyden habersiz öleceğini sanırdı hep. Tabii bir on, on beş yıl daha geç. Bir geri sayım olsaydı evet hazırlık yapabilirdi, böyle bir şeye ne kadar yapılabilirse artık. Ama aksiyon filmlerindekilerin aksine tüm bombalar ileri sayıyordu gerçek hayatta.

Babam bile o kadar kolesterol, sigara, alkole rağmen benden fazla yaşadı. Ben nasıl bu hale düştüm? Bu adil değil diyecekti, ama yıllar önce trafik kazasında kaybettiği kardeşini hatırlayınca yüzü tutmadı. Kapı sesini, ayak sesleri ve tıkırtılar takip ediyor.  Başucunda bir sehpa var anlaşılan… Ve biri üzerine bir şey koyuyor… Koymuyor da alıyor… Ya da üzerindeki bir şeyi oynatıyor… Ya da… İhtimaller o kadar çok ki. 

‘’Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,’’ diyor doktoru, sırdaşı, arkadaşı, yoldaşı… Bunlar, içinde en az iki kişi barındıran kelimeler.  Ama ya aşk? Sen bu aşkı tek taraflı yaşadın doktor. Tek başına yaşattın. Tek başına büyüttün. Ölümüm bir şeyi değiştirmeyecek değil mi? 

Sonra o çok tanıdık ses, o hışırtı ve yükselen notalar geliyor. Ve sonra Münir Nurettin Bey söylüyor:

Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın…

Keşkesiz kapılar Derya’ya açılıyor yeniden; bir yerde onu ilk kez görüyor. İlk kez yanına sokuluyor. İlk kez öpüyor. Bir yerlerde yeniden aşık oluyor ona. Bu sefer pişmanlıkların, acabaların, belkilerin olmadığı bir boyutta. Sahi senle ne güzel yaşlanırdık be Derya. 

Derya’dan kaçan bir balık kadar pişmanım. Bunu kendine ilk kez itiraf ediyor. 

***

Ağrıları yüzünden ağlayacak gibi hissediyor. Kimse yok mu dindirecek? Işık rahatsız edici. Işığı algılıyorum. Ne zamandır burada yatıyorum. Bilinci, patlamadan önce ışığı gidip gelen ampul gibi. Burada esas soru acaba ne sıklıkla geri geliyor? Neden kimse yanımda değil? Elimi tutan niye yok?  İlk günlerden birindeydi; oda nasıl da sevdikleri ile doluydu, hayal meyal da olsa hatırlıyor. Hayal miydi yoksa? Peki şimdi? Hep aynı sıkıcı filmi izlemek istemeyen seyirciler gibi ailem ve sevdiklerim. İlk seansı izleyip gittiler. Film adamın yattığı sahne ile başlıyor. Ortasına geldiğimizde hala yatmaya devam ediyor. Sonunda ne mi oluyor? Adam yine yatıyor. 

Oyuncular kim olursa olsun, rolünün hakkını ne kadar verirse versin, her film biter değil mi? Oyuncular eninde sonunda perdeyi jenerik yazılarına bırakır. Olmuyor, aradığı teselli bu değil.

Bir zamanlar kitap okurdu. Ne kadar da önceydi. Sahi neden kitap okumayı, sinemaya ya da tiyatroya gitmeyi bırakmıştı? Kazanmaya çalışırken harcadığı şeyi, ıskaladıklarını şimdi sağlıklı (sağlığını kaybetmişken olması bir yandan da komik olmalı ama değil) mukayese edebiliyor. Galiba bu alışverişten çok zararlı çıktım. Para ile yapılmayan her alışverişten zararlı çıkmış olabilirim. Belki de onlara alışveriş derken kaybetmiştim.

Yine aynı sorular geliyor aklına. Niye kimse benle konuşmuyor, hissetmesem de elimi tutmuyor, başımda kaygı ile volta atmıyo?. Filmlerde böyle olmuyor muydu? 

Ağrıları, kaybettiği duyuları ve diğer olumsuz düşünceler birleşince ölme ihtimali canını acıtmıyor bu sefer. Gitmek koymuyormuş demek bazen insana.  Kötü bir filmden çıkarken diğer filme, yandaki salonda oynayan filme girmediği için pişman olan sinema seyirci gibi hissediyor. İşte o koyuyor.

***

Benim hakkımda mı konuşuyorlar.

‘’Bu kadar bile dayanması mucize.’’ Kenan bu. Doktoru. 

‘’Niye inat ediyor ki?’’ diyor, bu cümleyi kuracak en son kişi olduğunu zannettiği kişi, oğlu.

‘’Huy. O her konuda böyleydi,’’ diyor Kenan. Gülümsemesinin yansıdığı bir ses tonu ile.

‘’Bu şekilde birkaç gün… birkaç hafta daha yaşamak… Bunun için inat etmek de yani…‘’ 

Herkes ne kadar da yabancı. Ben gerçekten ama gerçekten birini tanımayı, olduğu gibi görmeyi başarabildim mi acaba?

Telefon sesi. Hangisinin telefonu çaldı? Bir yatağa; hareket, konuşma, görme kabiliyetlerinden yoksun bir şekilde mahkum olunca meraklarımız basitleşebiliyormuş.

‘’N’aber,’’ diyor oğlu. 

Al sana cevap.

‘’Yok, henüz değil,’’ diyor. 

‘’Tabi lan,’’ diyor bir gülme krizinin ardından.

Benim için bu kadar üzülme be avlat.

‘’Sen ne diyorsun? Herkes bizi konuşacak. Öyle bir ses getirecek ki bu mekan… Yok lan, tabi olacağım. Ben Fabrika ile falan uğraşamam… Değil… Alıcısı bile hazır. Sen ne sandın? ‘’

O fabrikaya ömrünün yarısını vermişti oysa ki. Ne uğruna?

‘’Daha orijinal bir isim olmalı. Hiçbir bara benzemesin.’’

Daha orijinali aklıma gelene kadar, şimdilik vefasızlık olarak isimlendireceğim bunu.

Ses uzaklaşıyor odanın dışına koridora sonra daha uzak bir yere. 

‘’Ah be,’’ diyor Kemal. Ailesinden duymadığı bir duygu var bu seste. Ailesinden umduğu, ama doktorundan kesinlikle değil.  Oğlum da böyle deseydi ya. Kelimeleri söylerken onlara sadece ses katmıyormuşuz demek ki, duygu da katıyormuşuz. Duygular seslerin ruhu olabilir mi? Seni hep iyi bir adam olarak tanıdım doktor. Ama onları, ailemi de öyle bilmemiş miydim? Galiba bir tek senin hakkında yanılmamışım. Ah be doktor.

***

Ortağının burada ne işi var.  Bu beklemediği bir ziyaret. 

‘’Beni duyuyor musun bilmiyorum. Aslında fark etmiyor da. Ben duyduğunu düşüneceğim hep. Şu yastıkla seni boğsam… ‘’

Bana bu iyiliği yapar mısın gerçekten?

‘’Bunu yapmamak için zor tutuyorum. Öleceksen öl be adam.’’ 

Nasıl yapacağımı bilmiyorum.

‘’Bizim seninle güven üzerine bir ilişkimiz olmadı. Bunu ikimiz de bildik. Şüpheydi sigorta poliçemiz.’’ 

Karısının kokusu geliyor ortağı suratına eğilince.

Seni orospu çocuğu

Ortağı konuşmaya devam ediyor. Ama öfkesi tüm sesleri bastıran bir gök gürültüsü gibi.

Bardağı en önemsiz, en küçük damla taşırıyor. Ölüm korkusunu, çektiği fiziksel acıyı unutturan daha büyük bir acı çörekleniyor kalbine. Yanlış bir hayatı yaşadığımı idrak edebilmem için mi ölemiyorum. Ödemem gereken son bedel de bu mu? 

‘’Doktor,’’ derken sesinde yeni bir şey var ortağının.

Sesinde yeni bir şey var. Korku mu? Panik hatta!

Ayak sesleri yaklaşıyor.

‘’Evet? ‘’

‘’Yumruğunu sıkar gibi oldu. Hatta sıktı.’’ 

‘’Doğru gördüyseniz eğer bir mucizeye tanık olmuşsunuz demektir,’’ diyor, doktor. ‘’Emin misiniz?’’

Sesindeki umut iyileşmesine dair duyduğu da olabilir, onu duyduğuna dair de olabilir, çözemiyor.

‘’Eminim, yani hemen hemen,’’ derken kekeliyor ortağı.

Bu halimle bile seni korkutabiliyorum adi herif.

‘’Madem mucize olabiliyor. Peki başka bir mucize daha olup ayağa kalkabilir mi yeniden, var mı böyle bir ihtimal?’’

‘’İşte bu imkansız,’’ diyor, Kenan. Gereğinden uzun sessizliği, birbirlerini tartan bakışmalarına ve ortağının dinmeyen şüphesine yoruyor.

 ‘’Attığınız hangi zar yedi geldi?’’ diyor Kenan.

Kalan birkaç saatlik ya da birkaç günlük saçma hayatımı kurtardın doktor. Birkaç sent kalmış bir cüzdanı yankesiciden kurtarmak gibi. 

Bu sefer ölmemek için değil ölmek için dua ediyor. Skoru değiştiremez bu uzatma dakikaları. At havluyu be koç, bu maç dönmez.

***

Ses yok, düşünceler var.

Kimse yok, anılar var.

Küçükken zeytin toplama zamanı babasına yardım ederdi. Bu bir zorunluluktu. Tüm aile canhıraş çalışmak zorundaydı. Nasıl da nefret ederdi. Ama toplanan zeytinleri, zeytin eleğinden geçirdikleri kısmı severdi. Oyun oynar gibiydi, eğer o sırada işin başında babası değil de annesi varsa. Zeytinler hızla akarken eleğe takılan yaprakları ve ince dalları hızla toplamaya çalışırdı. Zeytinlerin eğlenceli yarışı bitmesin diye önündeki engelleri kaldırmak o işten çıkarabildiği tek oyundu. Arada bir de bir zeytin tanesi dallar ve yapraklar gibi girerdi o tellerin arasına. Tüm zeytinler akarken o orada sıkışır kalırdı.  

Tüm o akrabalarının başucu konuşmalarını tartıyor zihni. 

Bir de koşarlardı. Beden eğitimi öğretmenleri bulaştırmıştı onlara yarışmayı. O ve sınıf arkadaşları da yarışmaya iddia bulaştırmışlardı. Başabaş geçen mücadelelerde birbirlerinin moralini bozmak için nefesleri yettiğince çene takviyesinden de faydalanırlardı.

Akbabalar! Bunu bağırarak söyleyebilmeyi istiyor.

Ben hep yarıştım. En hızlısı oldum hep. En iyisiydim. Ama koşarken, yanındakine yeterince bakamıyormuş insan.

Bütün bir hayatı yanlış yaşamıştı. Kaybetmişti. Bu herkesin bahsettiği, bir düğmeyi yanlış ilikleyerek başlanan ve son düğmeye delik bulunamayınca sona eren hüzünlü bir öykü değildi. Bu, tüm düğmeleri kusursuz ilikledikten sonra fark edilen başka bir hataydı; yanlış gömleği giydiğinin ayırdına o an varılmasıydı.

***

Hadi, sihirbazın sıradaki numarası için şapkaya geri dönme zamanı…



                                                                                                                                        Ozan Aydın

                                                                                                                                      22 Eylül 2023

Picture of Ozan Aydın

Ozan Aydın

Tüm Yazıları