
(68 KUŞAĞI’NIN ANISINA)
Aynullah Akça
Bıyık
Beni Stüdyo Abdi’ye çeken fotoğraf sanatından çok oradaki devrimci coşkuydu. Abdi ve çevresi hakkındaki olumsuz düşüncelerimi çoktan unutmuştum bile. Şimdi o düşüncelerimden utanıyordum. Benim yerim onların yanındaydı. Böyle akıllı, bilgili, kültürlü yurtsever insanların yakınında olmayı, onların ayak işlerine koşturmayı bile bir mutluluk vesilesi sayıyordum. İşlerimi öyle ayarlardım ki akşam saat beşten sonra serbest kalırdım. Zira bu saatlerde dükkân yükünü almaya başlardı. İşyerlerinden bürolarından çıkan tanıdık devrimci simalar yavaş yavaş sökün etmeğe başlarlardı, bir bardak yorgunluk çavı içip sohbet etmek için. Çayı önceden hazırlardım. Gelenlere ikram eder sonra bir kenara çekilip bir yandan gelen müşterileri karşılar vakit buldukça da tartışmalara kulak kabartırdım. Onları dinledikçe içime, çocukluğumda duvar diplerine atılan keçe ve minderler üzerine yayılmış sigara ve çay eşliğinde tatlı tatlı sohbet eden köyümüzün yaşlılarını dinlerken duyduğuma benzer garip bir huzur ve güven dolardı.
Peki, neler konuşulurdu, neler tartışılırdı bazı akşamları dükkân kapandıktan sonra Tuna Caddesi’ndeki meyhanelerde de devam edilen bu sohbetlerde? Bugün, yılların ötesinden ve dünyanın son çeyrek yüzyıldaki yaşadığı eşi görülmemiş değişiklerin ışığında bakıldığında denebilir ki çoğu soyut, ütopik, ülke gerçekleriyle pek çakışmayan, çoğunlukla Sovyet Bloku’nun ideolojik laboratuvarlarında hazırlanmış görüş ve düşünceler etrafında dönüp dolaşırdı tartışmalar. Marksizm-Leninizm’in klasiklerinden sık sık alıntılar yapılırdı, kendi görüşünü desteklemek ve ona bilimsel bir görünüm vermek veya karşısındakinin görüşlerini çürütmek için. O nedenledir ki, bugün hemen hiç kimse o dönem yazılıp söylenenlerden yola çıkarak herhangi bir gerçeğe varılacağını düşünmüyor. Ancak bugün yine yılların ötesinden geriye dönüp baktığımızda çoğumuz o dönemi unutulmaz kılanın yığınları saran devrimci coşku olduğu kanısındayız. Söylenenlerin doğruluğuna olan koşulsuz inançtan gelen coşku…
Toplum hızla değişiyordu. Türkiye giderek susan tolum olmaktan çıkıp konuşmaya başlamıştı. O zamana kadar tabu sayılan görüşler düşünceler, kişiler artık rahatça tartışılıyordu. Değişim rüzgârıydı insanları coşkuya boğan. Konuşabilmenin verdiği sevinç, sanki yıllar önce konuşma özelliğini kaybeden birinin yeniden bu yeteneğine kavuşması karşısında duyduğu sevinç gibi bir şeydi. Konuşulan şeylerin çapıydı. Masaya yatırılıp yeniden şekillendirilmek istenen bütün bir ülke, bütün bir halktı. Halkın kaderiydi ve onun değiştirilebileceğine olan inançtı. Duyulan coşku bu sosyal projelerin devasalığından gelen coşkuydu. Akıl-mantıktan çok inanç vardı.
“Devrim”, “sosyalizm”, komünizm”, “anti-emperyalist savaş”, “Marksizm-Leninizm” ve daha yüzlerce benzerleri sözleri, kavramları ilk defa yüksek sesle telaffuz etmenin, üzerinde kafa yormanın, coşkulu nutuklar çekmenin verdiği coşku…
Elbette ki aralarında kariyer düşkünü, kişisel çıkar hesapları güden ve bu coşkuyu kısa yoldan geçer akçaya çevirip iktidara gelme hesapları yapan karanlık güçlere bilerek çanak tutanlar da vardı, ancak genel coşku bunu görmeğe engeldi. Bir çeşit sarhoşluk gibi bir şey…
Ve bu coşkunun maddi taşıyıcısı devrimci gençlikti… Küçücük dükkân dolup taşardı gençlerle. Türk-İş pasajının merdivenlerini ikişer üçer atlayarak kahkahalar arasında aşağıya inerken sanki basık pasajın havası değişir, içeriye ferahlatıcı temiz hava hücum ederdi. Bu kadar hareketli, bu kadar coşkulu, bu kadar hayata bağlı, her anı tüm yoğunluğuyla yaşayan bir gençliği bir daha hiç göremeyecektim. Hayatı bu kadar sevip, onun her anını doludizgin yaşayan ve aynı zamanda onu her an ortaya koymaya hazır bir gençlik…
İşte yine hoplaya zıplaya merdivenlerden iniyorlar. Sanki aile, okul ve sokak tarafından sürekli baskı altında tutulan çocukluklarını şimdi yaşıyorlarmış gibi. Merdiven altına düşen karanlık odadan duyuyorum ayak seslerini. Elimdeki işi bırakıp hemen dışarı çıkıyorum karşılamak için. Gürültüyle içeri dalıyorlar. Biri masaya 36 pozluk bir film kaseti bırakıyor.
“Akça bu dünkü yürüyüşten… Gazetelere dağıtılacak ona göre… İyilerinden üçer beşer adet yap. Bir de bana paso için iki adet vesikalık lazım.”
“Peki, Abi”, diyorum. Yakışıklı, şehirli yüzüne bakıyorum. Bahar güneşten alazlanmış yüzünde yeni kestiği bıyıklarının yeri hâlâ belli.
“Yalnız hatırladığım kadarıyla bizde senin hiç bıyıksız resmin yok. Sonra bir sorun çıkmasın?” Bunu demekle bilmeden ortaya yeni bir gırgır konusu atmış oluyorum: Bıyıklar. Sanki ilk defa fark ediyorlarmış gibi dönüp arkadaşlarının yüzüne bakıyorlar.
“Sen de biraz tutarlı ol oğlum! Ne bu böyle, sabah bıyık bırakıp akşama kesiyorsun.”
“Doğru, Hasan’a bak örnek al… Ankara’ya geldi geleli bıyıklı. En azından biriyle iddiaya girdiğinde ortaya koyacağı bir çift bıyığı var çocuğun.” Hasan biraz mahcup kızarıyor…
“Durun ya… Hemen üzerime çullanmayın. Aslında bıyıkta büyük keramet var… Ben her bıyık kesişimde yeni bıyık şekilleri denerim. Bu kez de Hitlerinki gibi sümük bıyık bıraktım. Ne diyorsunuz ya, elim kendiliğinden havaya kalkar da “Hail Hitler” diye haykırmaz mıyım?” Ve arkasından kopan kahkahalar.
“Doğrudur, baksana önderimiz Stalin Yoldaşa… Bücür boyuna rağmen bıyıkları ne kadar da heybetli gösteriyor adamı.” Bunu derken Hasan’dan yana göz kırpıyor. Hasan bir Stalin hayranı… Yabancı bir dergiden bulup getirdiği bıyıklı, mareşal üniformalı resmini kopya edip 20 adet 6×9 ebadında basmıştım Hasan için. Bir tanesini kalbinin üzerine gelen gömlek cebinden sürekli taşırdı. Ankara’da çekilmiş bir resmini isteyen nişanlısına Stalin’in resmini gönderdiği ve arkasına da “bunu görmüş, beni görmüş, bunu da benim kadar sevmeni istiyorum” diye yazdığı söyleniyor. Hasan lafı nereye getirmek istediklerini kavrıyor. Altında kalmıyor. Bilinçli olarak özellikle vurguladığı o doğulu şivesiyle şakaya katılıyor.
“Hay sana Stalin kosun lan. Ne istersin adamdan. Dünyanın yarısını sosyalist yaptı. Yetmez mi… Marifet boyda değil oğlum… Akılda. Devede de boy var seninki gibi…” yeni bir kahkaha tufanı kopuyor…
“Aaa, şuna bakın. Şahitsiniz arkadaşlar, bana iftira etti. Ben kötü bir şey mi söyledim Stalin Yoldaş için. Yalnız kısa boylu olduğunu belirttim. Şimdi kalkıp servi boylu desem bu sefer de dalga geçmiş olacaktım.” Bunların daha ne zamana kadar devam edecekleri belli değil. Siyasalın kantininde olmadıklarını unuttular galiba. İstemeye istemeye müdahale ediyorum.
“Ne diyorsun abi… İstersen bir de bıyıksız bir resmini çekelim. Başka şeyler için de lazım olabilir.”
“Bu kıyafetle mi?” Üzerinde kısa kollu yazlık bir gömlek var.
“Kıyafetin uygun… Kapının arkasında kravatlar var uygun birini takarsan tam damatlık bir resim olur…” Topluca stüdyoya giriyorlar. Kahkahalar arasında hazırlığı bir beş on dakika sürüyor. Diğer müşteriler sırada bekliyor. İçeri girip, kameranın karşısındaki tabureyi oturması için gösteriyorum. Oturuyor. Kravatı, gömleğin yakasın bir de ben düzeltiyorum. Seçtiği renk pek uygun değil, ama önemi yok resim zaten siyah-beyaz. Sonra lambaları yakıp, kameranın arkasına geçiyorum ayarlamak için. Çocuklar gibi merakla başıma üşüşüyorlar. Kısa zamanda komandoyu ele alıyorlar.
“Biraz tebessüm ediniz e’fem.”
“Böyle nasılım?”
“Gülümse dedik ulan, sırıt demedik. Erkek ol oğlum erkek, kadınlar gibi yılışma.”
“Aaa, memnuniyetinden amuda kalkmış. Akça, bu şimdi kâğıda da mı böyle tepetaklak çıkacak!” Olacak gibi değil. Diğerlerini dışarı çıkarmak zorunda kalıyorum.
Resmi çektirip, tam kapıdan çıkacakken, “para da ödemek lazım değil mi?” diyerek geriye dönüyor.
“Ne sandın ya, komünizme daha çok var oğlum.” diyor arkadaşı.
“Kaç para?”
“On lira abi…” Yalancıktan feryadı koparıyor.
“Neee… İki resme on lira… Bu soygunculuktur be… Kapitalistin en büyüğü Abdi’ymiş de haberimiz yokmuş.”
“İki değil, abi 6 adet vesikalık resim alacaksın. Eğer istersen iki vesikalık bir de büyük yaparım senin için.” Ciddileşiyor.
“Elini omzuma koyuyor. Akça’cığım, nasıl uygun görürsen öyle yap. Yürüyüş resimlerini de unutma. Ne zamana hazır olur?”
“Yarına hazırlarım.”
“Tamam. Eğer ben gelemezsem bizden birine verirsin. Abdi’ye selam!” Sonra yine geldikleri gibi gürültüyle pasajı terk ediyorlar, arkalarında ölü sessizliği bırakarak.
“Bir Hava Korsanının Anıları” romanından.