Başkentin eski yerleşim birimlerinden aile apartmanında kiracıydım. Bu mahallede ben yeni olsam da herkes birbirini tanırdı. Kısa sürede beni de tanımış oldular.
Kim kiminle nerede yaşıyor gibi gereksiz bilgilerden vaz geçtim, kimin evinde neyin piştiğini bilen komşular vardı.
Bizim binanın dışındaki yapılar en fazla iki katlıydı. Hemen hemen herkesin büyük veya küçük bahçesi vardı. Baharda tüm ağaçlar çiçeklerle donanmış olur ve kısa sürede meyveye durdukları en güzel günlerimizdi. Ben en çok dalları yatak odamın penceresine uzanan Leylak ağacını severdim. Neden Leylak? Baharın müjdecisiydi. İlk açan çiçekti ve çok güzel kokardı.
İlk önce Erik ağaçları meyve verirdi. Sabahları uyandığımızda temiz hava girsin diye pencerelerimizi açtığımızda hemen yakınımızdaki dallara uzanarak üç beş erik kopartarak ağzımıza atardık.
Apartmanın bahçesinde kamelyamız vardı fakat orada oturmak yerine çimenlere oturmayı tercih ederdik. Komşularımız birbirleriyle iyi geçindikleri için ortak kullanım yerlerini imece yöntemiyle çözerlerdi. Bazen düşünürdüm bu apartmanın ismini değiştirerek “Huzur Apartmanı” tabelasını asmak çok güzel olurdu.
Havalar ısınıp Yaz sıcakları başladığında evlerimize sadece uyumaya girerdik. Apartmanımız sokağın en sonundaydı. Duvarın bitiminde boş arazi vardı. Taşlarla kaplı ve kendi kendine yetişen, bakımı yapılmadığı ve sulanmadığı halde dimdik ayakta durabilen ağaçları çok severdik. Bu arsa (tarla mı desem?) İl Özel İdare’nin mülküydü. Bizim Mahallenin bitiminde sınır oluşturan bu bölgeyi geçince Umut Mahallesi’nin sınırları başlardı. Gecekondu bölgesinde demet demet apartmanlar yükselmeye başlayınca bizim mekân “kahraman bakkal süper markete karşı” havasına ve masumiyetine dönüşmüştü. Yaklaşık 10 Dönümü bulan bu tarla hava kararınca tehlikeli olmaya başlamıştı. Demetevler’e geçeceğimiz zaman buradan yürürsek kestirme yol olurdu lakin yerlerde bazı tüpler ve kullanılarak atılmış enjektörlere denk gelirdik.
Bir Pazar sabah,ı kamyonetlerin geldiğini ve kasasında yüzlerce insanın yere atlayarak ellerindeki çuvallardan iri iri taşlar çıkartarak yerlere dizdiklerine tanık olduk. Karınca gibiydiler belki de çekirge sürüsü… Yıldırım hızıyla kendi sınırlarını belirleyerek taşları dizmeye başladılar. Birbirleriyle hiç konuşmuyorlar, sadece işlerini yapmaya çalışıyorlardı.
Ben ve komşularım balkonumuza çıkmış şaşkınlıkla izliyorduk. Amerikan filmlerini andıran bir görüntü veriyorlardı. Kısmen de olsa yeni bir toprak keşfederek kimin nereye kulübe dikeceğini belirlemek adına yer tespit eden kovboylara benziyorlardı.
Ne kadar zaman geçtiğinin farkına varmamakla birlikte kısa süre bu işi bitirmişlerdi. Kavgasız gürültüsüz sınırlar tespit edilmiş ve kimin arsası olduğu belli olsun diye ortasına işaret koymuşlardı.
Yerliler bu durumdan çok rahatsız olmuşlardı. Bu gelen çapulcu kılıklı insanlarla komşu olmak istemiyorlardı. Kendilerini elit tabakada görün bu insanlar çok değil birkaç yıl önce kendilerine ait olmayan arsaları işgal ederek evlerini oluşturmuşlardı. Şimdi bu topraksız insanların çabalarını küçümsemek ve aşağılamak hakkını ne ara elde etmişlerdi.
Grup hep bir araya gelerek yerlere oturdular. Yanlarında getirdikleri bohçalarını açarak, birbirlerine ikram ederek zeytin, peynir, ekmek yemeye başladılar. Sessiz ve sakinlerdi. Yiyecek ve içecekleri önce çocuklara verdiler.
Bizim varsıllar cephesinden sesler yükselmeye başlamıştı. Ben ve bir grup komşular (hepimiz kiracıydık) bu olumsuz sesleri bastırmaya ve sakinleştirmeye çalışıyorduk.
O yıllarda her evde sabit telefon bulunmuyordu. Bizim apartmanda ev sahibinin telefonu vardı. Bizim sokakta herkesin yararlanması için telefon evin girişinde yani antrede üzerinde olmazsa olmazımız olan beyaz dantel örtüsü olan bir sehpanın üstündeydi.
Yan komşular yeni gelen kimseyi rahatsız etmek gibi bir olumsuzlukları olmayan grubu şikâyet etmek için telefon etmek hamlesinde bulunduklarında ben çoktan kara kutudaki kabloyu çekmiştim. Telefon sinyal vermiyordu. Geldikleri gibi gittiler.
Aradan 15 ya da 20 dakika geçmişti. Uzaktan siren sesleri geliyordu. Önde birkaç Tank ( o yıllarda Toma henüz yoktu) arkasında iş makineleri geliyordu. En arkada atlı polisler de alana daldılar. Kalabalık grubun etrafında çember oluşturarak dört ayrı noktadan tanklara yol açarak insanların üstüne tazyikli renkli su sıkmaya başladılar. Grupta çığlıklar yükselmeye başlamıştı. Özellikle çocukların paniklemesi ve çığlık atmaları içimizi yakıyordu.
Toz duman yükselmiş ortalık savaş alanına dönmüştü. Tazyikli sudan etkilenen grup coplanmaya başladığında direnecek halleri kalmamıştı. Çemberden bir gedik açılarak kaçmalarına olanak sağlanır gibi olunca grup dağılmaya başlamıştı.
Birden kan revan içinde küçük bir erkek çocuğunun bizim apartmanın bahçesine doğru koştuğunu gördüm. En fazla 6 yaşındaydı. Bahçe duvarını aşamayacak durumda olduğu çok net görülüyordu. Yan komşumla birlikte bahçeye indik ve çocuğa urgan uzatarak duvarı aşırtmıştık.
Küçük çocuk kollarımda bayılmıştı. Canını yakmamak adına hafifçe yere indirip çimenlerin üstüne yatırdım. Yukarıya “çabuk su getirin buraya su!” diye seslendim.
Komşumun getirdiği suyla çocuğun kanlı yüzünü yıkadığımda gözlerini hafifçe araladı ama beni görünce korkudan titremeye başladı. Yerinden doğrulup kaçmaya yeltendiyse de tekrar kafası yere düştü. Kollarımı yastık gibi doğrultarak yatmasını ve bir süre dinlenmesini sağladım.
Küçük çocuk göz kapaklarını açacak gücü kendisinde bulamamış olmalı ki; gözleri kapalı halde bana “Su… Su verin bana” diyordu. Başını biraz daha yükseğe kaldırarak şişeyi ağzına götürdüm. Kana kana suyu içip gözlerin açtı.
“Biz size ne yaptık? Bizden ne istediniz? Bizim de sizin gibi evimiz olsaydı…” der demez göz pınarları dolup taşıyordu. Küçük çocuğu bağrıma basarak katıla katıla ağladım.
Züleyha Akın – 25 04 2024