
“Ben
Böyle
Taşların
Çukurların
İçinde
Kalmışsam
Yalnızsam
Hor
Görülmüşsem
Arkasızsam
Ve
Böyleyse
Bahtı
Siyahım
Yemin
Kasem
Olsun
Ve
And
Olsun
Şart
Olsun
Yerde
Kalmaz
Ahım”
Enver Gökçe
Yıllar önceydi. Yılbaşı yaklaşmıştı. Sokaklar, caddeler, pazar yerleri cıvıl cıvıl insan kaynıyor; hediyeler, paketler, noel ağaçları ışıl ışıl ışıldıyordu. Aralık ayı ve yılbaşı zamanı olunca insanlar haliyle kar yağacak mı diye meraklanıyordu.
Büyük şehirlerdeki çocuklar için karda oynamak, onu yağarken seyretmek son derece keyifli bir eğlenceydi. Yeni yıl kutlamaları için sıcak evinde oturup karı izlemek fikri bana soğuk gelirdi, Karı sevebilirdim ama önce dünyadaki bütün eşitsizliklerin kaldırılması gerekiyordu. Evsizler, ısınamayanlar… Beni kar yağışına karşı hep mesafeli yaptı.
O yıl hayatımın en kıymetli hediyelerinden birini alacağımdan bihaberdim. Postada kocaman bir zarf geldi. Büyük bir heyecan içinde paketi açtım: Tekirdağ f-tipi cevaevinde, yıllardır “Büyük Mavi”ye hasret, yüzünü bir kere bile görmediğim dostlar üç şiir kitabı ve mektupla yılbaşımı kutluyordu. Aslında bu arkadaşların içlerinden biriyle son yıllarda mektuplaşıyorduk, bizi tanıştıran şimdilerde geçmişin bulanık sularında yüzen bir başkası olmuştu ama bizim aramızda mektuplarla çok güçlü bir bağ oluşmuştu. Gelen kitaplar arasında Enver Gökçe’yi biliyordum fakat Cemile Çakır ve Süreyya Berfe ile ilk o zaman tanışmıştım.
“Bir gün her şey sona erse
İhtiyarlasa kafam, kalbim ve şiirim
Hiçbirini hatırlamasam yaşadıklarımın
Etimdeki ateş, derimdeki alev beni terk etse
Nerede olduğunu bilmesem senin
Hiç kimse de bilmese
Mutlaka uyanacağım sabahların en sessizinde
Kim bilir neler geçecek aklımdan
Dar mı gelecek odalar, evler, şehirler
Dar mı gelecek geçmiş günler, kağıtlar, kitaplar
Dar mı gelecek zaman bilmiyorum
Kalkıp uzanacağım bir kanepeye
Uyandığımda “Dünya” diyeceğim
“İnsanlar ve hayat”
Bakıp pencereden bir ağaca
Bir börekçiye, bir manava, bir sabahçı kahvesine
Şımardıkça yorganı başına çeken bir çocuğa
Babasına masal anlattıran bir genç kıza
Yaşarken hiç bir şeyini esirgemeyen bir kadına
Bakıp bütün bunlara
“Dünya, insanlar ve hayat” diyeceğim
“Sizi sevdiğim için oluyor, ne oluyorsa”
Süreyya Berfe
Ancak “dünyayı, insanları ve hayatı” sevenler dayanabilir, direnebilirdi onlarca yıl mapusa diye geçirirdim aklımdan. Hücrelerin, o buz gibi duvarların soğukluğunu kuşkusuz kış mevsiminde hissederlerdi en çok, muhtemel o ki en zor mevsim de kıştı. Üstelik bir mektupta yazmışlar; ‘Burası çok soğuk’ demişlerdi… Onlarla birlikte ben de üşümüştüm, “ışığın da bize küstüğünü” ta o zamanlar anlamıştım. Her gün güneş doğsa da karanlık bir yerdi burası, insanların içine girince anlıyordu insan zorbalıkları, zalimlikleri, kötülükleri ve bunun için içeri düşmek gerekmiyordu.
İçeriden (hapishaneden) her mektup aldığımda, yazdıkları sayfaları okudukça satırlar beni hayata karşı umutlandırıyor, yaşamaya cesaretlendiriyordu. Mektupları defalarca okurdum içlerinde; şiir, edebiyat, doğa, sanat, siyaset olurdu.İnsanın okudukça okuyası gelirdi. Üstelik bilgilenirdim, daha ne isteyebilirdim. Ben çok uzun zamandır hasrettim bu sohbetlere, sessiz de olsa konuşmaya.
Hasan, Haydar ve Hikmet’in ‘H’ harflerinden oluşuyordu isimleri. Bir gün fotoğraf çektirmişler, mapusluk anısı kalsın diye, beni düşünüp bana da bir tane göndermişlerdi. Sevinç ve hüzünle bakmıştım resimlere. Bir yanda tarifsiz güzellikler yaşıyordum, bir yanda haksızlıklar kalbime saplanıyordu. Bir memleket bu kadar düşman olabilir miydi aydınlığa ve o ışığın peşinde koşanlara?
Bir gün, gönderdiğim mektup ve kitaplar geri döndü. Anlam veremedim, mutlaka bir aksilik olmuştur diye düşündüm. Mektubumu tekrar gönderdim. Mektup ikinci kez geri dönünce ne yapacağımı bilemedim. Sadece tek bir isim biliyordum hücredeki arkadaşların isimlerini, sorabileceğim. O da bana yanıt vermiyordu. Böylece bağımız koptu ansızın. Çaresiz kalmıştım. Üstelemek olmuyordu çünkü cezası çok ağırdı, dayanması gerekiyordu, belki kendine çekilmişti, belki başka terslikler olmuştu. Sorular, sorular… Belki asla cevaplanmayacak soruları yıllarca kendi kendime kimseye ses etmeden sordum. Hayatımın en güzel hikayelerinden biri olarak kalacak olan mektup arkadaşımı belki dünya gözüyle hiç görmeyeceğimi düşündüm.
Beklemenin zorluğunu biliyordum ve ‘bekle’ dedim. Kendimi böyle telkin ettim. Bir gün yine karşılaşacaktık, hissediyordum.
Son haberleşmemizin üzerinden yıllar geçmişti. Sonra bir gün telefonuma bir mesaj geldi; “Ben artık Büyük Mavideyim” yazıyordu. Mektup arkadaşım bana özgürlüğünün haberini veriyordu. Otuz sene hücrede kaldıktan ve orada da üretmeye devam ettikten sonra nihayet tahliye olmuştu. Kendi deyimiyle “özgür tutsaklığım bitti” diyordu. İnsanın o an havalara zıplayıp sonra da boynuna sarılası geliyor ama yine yollar, mesafeler engel oluyor sevincimizi dokunarak yaşamamıza. O da beni bulmak için çok uğraşmış; müzisyen demiş, etkinliklerde sahne alıyor demiş, ismimi söylemiş ve sonunda bana ulaşabilecek bir dostundan telefon numaramı bulmuş.
“Düşen bir yıldızın acısını
nasıl bilebilir
penceresini gökyüzüne kapatan biri”
Cemile Çakır
Şimdi Doğu Karadeniz’in yemyeşil dağları, ovalarıyla kaplı bir köyde annesi ve babasının yanında.Büyük Mavi’de sevdikleriyle buluşmanın ve büyük hasretleri yenmenin haklı sevincini yaşıyor. Büyük Mavi’ye kanatlarını alıştırıyor.Usulca hayatın yeni akışına ve ritmine katıyor kendini. Kuşlar, sincaplar, kediler, köpekler hepsiyle iç içe, huzurun tam göbeğinde. Bir mektubunda su sesi çekip göndermiş bana, oysa ona su sesini ne çok sevdiğimi söylememiştim hiç.
İşte dostluk böyle bir şey. Görmek, dokunmak, yan yana bile gelmek gerekmiyor, uzaktan öyle büyük bir güç sizi bir araya getiriyor ki geçmişin bulanık sularında kalanların neden kaldığını anlamaya başlıyorsunuz. Çünkü, herkes kendi sularında yüzüyor, kimi “Büyük Mavi’de” kimi bulanık ve sığ sularda.