
‘’Beni gördün mü Nihat Abi?’’
‘’Ne diyorsun oğlum sen?’’
‘’Beni en son ne zaman gördün diyorum, kimleydim ne yapıyordum, nasıldım?’’
‘’Yapma lan. Tahmin ettiğim şey mi?’’
‘’Boş ver tahmin yürütmeyi de sorularımı cevapla.’’
‘’Öyle deme, üzüldüm be. Daha çok gençsin.’’
‘’Sorularımı cevapladıktan sonra üzülsen.’’
‘’Dur bir düşüneyim. Ne zaman diyorsun, dün iş çıkışı gördüm. Kimleydin, Suat ve Ümit’le beraberdin. Ne yapıyordun, ee işten çıkıyordun ve nasıl olduğuna gelince, her zamanki gibi görünüyordun.’’
‘’Yani?’’
‘’Ne yani?’’
‘’Her zaman nasıl görünüyorum ki?’’
‘’Bok gibi. Doğruya doğru, alınmak yok. Yani hep bir suratsızlık, memnuniyetsizlik, depresiflik, çabasızlık.’’
‘’Çabasızlık mı?’’
‘’Evet sen suda sürüklenen bir odun gibiydin.’’ Geçmiş zaman eki kullandığını fark edip yüzünü ekşiterek, ‘’yani gibisin inşallah hala,’’ diye düzeltti cümlesini Nihat Abi.
Nihat Abi’yi hepimiz severiz. Hepimiz saygı duyarız. Bu saygının yaşı ve tecrübesi ile alakası yoktur, kazanmıştır. Dürüst, çalışkan, sözünün eri bir çalışma arkadaşımızdır. Bir ekipte onun gibi birisi varsa o ekibin sırtı kolay kolay yere gelmez; etrafındakilerin eksiklerini böbürlenmeden kapatır, yardıma ihtiyacı olanı veya derdi olanı bilir, elinden geldiğince de yardımcı olur, iki kişinin arasında sorun çıkacak gibi olursa, gibi aşamasını geçmeden zarif ve etkili bir şekilde müdahale eder. Emekliliği gelmiş, hatta geçmiş, ve hatta çok geçmekten ötürü unutulmuştur. İş yerinin kapısı veya penceresi gibi parçası olmuştur Nihat Abimiz.
‘’Madem öyleydim sen dostum değil misin? Niye hiç yüzüme söylemedin şimdiye dek. Hani dost acı söylerdi. İş işten geçtikten sonra ne faydası var bunları duymanın bana? Hem çabasızlık ne ya?’’
‘’Alınmak yok ama.’’
‘’Tamam yok.’’
‘’İş yerinden başlayayım; sadece yetecek kadarını ortaya koyuyorsun, sana bir balık tut diyorlar ve sen bir balık tutuyorsun.’’
‘’İyi ya işte. Ne var bunda?’’
‘’Ama senin elinde onlarca balık tutacak bir ağ ve yetenek varken…’’
‘’Devam et.’’
‘’Eşin. Eşinle boşanmamak için de hiçbir şey yapmadın.’’
‘’Bırak bunları, onu sevdim, saydım, hiç aldatmadım, kötü davranmadım, beraber ev, araba, çocuk sahibi olduk. Ama yine de yaranamadım hanımefendiye.’’
‘’Seni en son ne zaman gördüğümü sordun ya, ne yaptığını sordun ya. Çok saçmaydı.’’
Evet demedim, nasıl saçma demedim, ne demek saçma demedim, ne demek istiyorsun demedim… Devam etmesi için gözlerinin içine baktım sadece.
‘’Bir hafta, üç ay veya iki yıl öncesi için aynı soruyu sorsan yine aynı cevabı verecektim. Seni tanıdığımdan beri ne yapıyorsan onu yapıyordun.’’
Yalan yok, Alınmıştım.
İç sesim konuştu, ben ise yine sustum: Mutsuzum Nihat Abi, O kadar uzun zamandır mutsuzum ki…
‘’Kaç kez arayıp, nasıl olduğunu, ilaçlarını alıp almadığını sordu. Senin yanında olmamızı istedi.’’
Yine iç sesim, ama başka bir tonu, başka bir bakış açısı var. Demek ki içim kalabalık, yeni öğreniyorum: Peki şimdi? Şimdi mutlu muyum?
Cevabı biliyorum, değilim. Daha fazla değilim hem de.
Bir haberde denk gelmiştim: bir yurttaşın yıllardır bahçesine basamak olarak kullandığı taşın nadir bulunan Roma dönemine ait oyma olduğu ortaya çıkmış. Ben de mi öyleydim? Sahip olduklarımın değerini bilemedim belki de.
Ayla ile iki ay önce boşandık. Anlaşmalı boşanma olduğundan, karar vermemiz ile boşanmamız bir oldu. İnatçıdır. Kuru fasulye sevmez ne yazık ki. İçki içmemi de sevmez. Soğuktan nefret eder ama sıcağa da hiç gelemez. Ama Ayla esprilidir de. Anlayışlıdır, sevgi dolu bir yüreği vardır ve güzeldir. Gerçekten güzeldir ama. Onu düşünmek canımı acıtıyor şimdi. Kapağını sıkıp üzerine oturduğum bir sandığın kenarından açılıp da içindekilerin ortaya saçılması gibi bir an yaşıyorum. Nereden çıktı eski defterleri açmak be Nihat Abi? Geldi mi gitmek bilmeyen bir sürü duygu yükledin yüreğime, iyi halt ettin.
Suat ve Ümit’i bulmaya odaklanmalıyım. Kesin meyhanededirler. Ama bir sorunum var; cüzdanım üzerimde kaldı, yol param yok.
‘’Nihat abi nakit var mı üzerinde.’’
‘’Var ama… bu durumda sana borç veremem Okan.’’
Bu arada ismim Okan. Derdime odaklanıp size kendimi tanıtmayı unuttum. Kırk Altı yaşındayım… Ya da yaşındaydım… Sonra devam edelim en iyisi bu tanıtıma, şu an canım hiç istemedi.
‘’Doğru ya, unutmuşum.’’
‘’Yani eğer öldüysen geri alamayacağım demektir.’’
Buna da alındım iyi mi? Hoşça kal falan diyesim gelmiyor Nihat Abi’ye. Sövesim geliyor ama en başta size onu iyi birisi olarak tanıttığım için kendimle çelişmek istemiyorum. Anlatacaklarım bitip de sizden uzaklaştıktan sonraya bırakıyorum sövme işini. Arkamı dönüp gidiyorum. Tek çare otostop çekmeyi denemek. Öğrencilik yıllarımdan beri bunu yapmamıştım.
Yarım saat yol kenarında dikilip otostop kültürünün öldüğüne kanaat getiriyorum. Dilim de varmıyor ama eğer şey olduysam… müteveffa… suç işlemek benim için sorun olmamalı, önemli olan işleyebilecek yetenekte olmak. Kaçak yolcu olarak biniyorum metroya. Üç durak sonra inip meyhanenin yokuşuna vuruyorum kendimi tabana kuvvet.
‘’Bizde senden bahsediyorduk. Nerde kaldın yahu?’’ diyor Kadir.
Kadir, meyhanenin işletmecisi ve aynı zamanda en iyi müşterisidir. Sabah başlar içmeye, ertesi sabah bırakır.
‘’Suat ve Ümit Burada mı Kadir?’’
‘’Onlarda bugün devamsızlık yaptı. Kendi kendime dedim ki, bunlar başka bir kapı buldular’’
İşte şimdi sıçtık.
‘’Aradın mı peki?’’
‘’Kimi?’’
‘’Suat ve Ümit’i.’’
‘’Aradım.’’
Biraz bekliyorum ama Kadir kurmalı saat gibi; ben sormasam anlatacak gibi değil.
‘’Konuşabildiniz mi peki?’’
‘’Kimle?’’
‘’Suat ve Ümit’le.’’
‘’Konuşmadık.’’
‘’Neden be adam!’’
‘’E, açmıyorlar ki telefonlarını.’’
Ben şimdi ne yapacağım? Elimde kalan tek tanık Kadir olduğuna göre…
‘’Dün akşam buradan kaçta çıktığımızı soracaktım sana.’’
‘’E, sor o zaman.’’
‘’Dün akşam… buradan… kaçta çıktık… Kadir,’’
‘’Onur’lar dan hemen sonra.’’
Derin bir nefes aldım önce, harap olmuş sinirlerim daha fazla Kadir kaldıramayacak yoksa.
‘’Onurlar kaçta çıktı peki?
‘’Hatırlamıyorum.’’
Elimdeki sınırlı bilgileri bir araya getirip bir ipucu yakalamaya çalıştım çaresizce: Büyük ihtimalle nalları dikmiştim, Nihat Abi sandığım gibi bir melek değildi, dün akşam Suat ve Ümit’le beraber meyhaneye gelmiştim, Kadir bir embesildi, Suat ve Ümit’e ulaşılmıyordu.
Birden aklımda bir ampul yandı.
‘’Kadir, dün akşam biz ne içtik?’’
Övünerek, ‘’rakı,’’ dedi Kadir. ‘’Kendi ellerimle yaptım. Ustalık dönemi eserim.’’
Daha fazla söze gerek yoktu. Ama dayanamayıp sordum:
‘’Alkolü nereden aldın Kadir?’’
‘’İnternetten. Çok güzel bir kampanya yakaladım geçen gün, fazla fazla aldım.’’
‘’Başka içen oldu mu senin şu ustalık dönemi eserinden?’’ Birden aklıma gelen ihtimal ile kanımın çekildiğini hissederek, ‘’Dün tüm meyhaneye ondan mı sattın yoksa?’’ dedim.
‘’Olur mu hiç. Ayıp ettin. Kendime yaparım sadece. Ne olur ne olmaz, biri şikayet etse onun cezasının altından kalkılmaz yoksa. Ama tabii bir de benim için özel dostlara ikram ederim. Değerinizi bilin.’’
Değerimiz mi kaldı sayende. Tedavülden kaldırdın bizi eşşek herif.
Bu durumda kendimi nerede bulacağımı üç aşağı beş yukarı öğrenmiş oluyordum. Taze bir ölü olmalıydım. Demek ki aramaya morglardan başlayacaktım. Tek tek dolaşsam…
‘’Kadir şu senin telefonu bir versene.’’
Kadir ikiletmeden cep telefonunu uzattı. İnternet uygulamasına, ‘’İstanbul’da kaç hastane var?’’ yazdım. Çıkan sonuç iki yüz otuz dört olunca plan değişikliğine gittim her aklı selim insan gibi.
‘’Yanında taksi parası var mı?’’
‘’Hayırdır,’’ dedi kuşkuyla Kadir.
Aklıma Nihat Abi’nin tavrı geldi, öldüğümü anlarsa Kadir’de onun gibi borç vermeyebilirdi. O yüzden ona düşünme fırsatı vermeden aklıma ilk gelen yalanı söyledim:
‘’Hep senin yüzünden. Akşam ne kadar dayadıysan rakıyı artık; cüzdanımı, telefonumu bile almadan çıkmışım evden.’’
Kadir gevrek gevrek gülerek parayı uzattı.
‘’Sağ olasın,’’ dedim parayı elinden kaparak.
‘’Akşam uğrarsanız dünkünün devamı da var zulada,’’ dedi Kadir göz kırparak.
Hayatta olmaz dedim içimden. Hemen aklıma zaten hayatta olmayabileceğim geldi.
Allah belanı versin Kadir!
‘’Bakarız,’’ deyip geçiştirerek şansıma o sırada yoldan geçen taksiyi çevirerek en yakın karakola gittim.
‘’Neredeyse yarım gündür kayıbım,’’ dedim görevli polis memurunu bulunca. ‘’Ne evde ne de iş yerinde ulaşamadım kendime. Telefonuma da yanıt vermiyorum. Hiç böyle yapmazdım. Hayatımdan endişeleniyorum.’’
Şansıma polis memuru ilgiliydi. Gerekli bilgileri not ettikten sonra bir gelişme olursa beni arayacaklarını söyledi. İletişim numarası olarak ev telefonumu verdim. Evet, nesli tükenme tehlikesi altındaki ev telefonu kullanıcılarından biriyim ben de.
Karakoldan çıkıp eve gittim fakat anahtarlarımda üzerimde kaldığından evime hırsız gibi, aylardır tamir ettirmeye ve etmeye üşendiğim pencereden girdim. Aklıma az sayıdaki -Suat ve Ümit’in de artık aranızda olmayacağı düşüncesiyle- sevdiklerimi bilgilendirmem gerektiği geldi. Kardeşlerim inceliklerinde ötürü üzüntülerini belli edip canımı sıkmamak için bol bol sövdüler; ahmakmışım, geride kalanları hiç mi düşünmüyor muşum, sorumsuzmuşum… Anneme alıştıra alıştıra söyleyin dedim, daha beter sövdüler.
Sonra, en son onu, Ayla’yı aradım. Uzun süre sessiz kaldı haberi alınca. Ben, diyecek bir şey bulamadığından ya da bir şey söylemek istemediğindendir sessizliği diye düşünürken bastıramadığı bir hıçkırık sesi geldi kulağıma. Ağlıyordu, hem de benim için. Amansız bir hastalık gibi bir farkındalık bu; geçmeyeceğini bildiğimiz, her geçen gün daha yüksek sesle ben buradayım diyen. İnsanın kendi kusurlarını -ya da sahip olduğu güzellikleri- fark etmemesinden daha kötü olanı, onları iş işten geçtikten sonra fark etmesiymiş. Nezle oluruz da burnumuz koku almaz ya hani, güllerin, yağmurun suladığı toprağın, kahvenin, sevgilinin… Onun gibi bir şey işte. Karşılıklı sustuk uzun uzun, eski güzel -miş- günlerdeki gibi. Telefonu kapattıktan sonra göğsümün üzerine yorgun bir fil oturdu sanki. Biliyordum çünkü, güllerin ve yağmurun mevsimi geçmişti.
Varlığını algılayabildiğim tek şey duvarda ki baba yadigarı guguklu saatti.
Tik, tak, tik, tak, tik, tak…
Yitirdiklerimi düşündüm hüzünle.
Tik, tak, tik, tak, tik, tak…
Bir pencere çarpma sesi geldi bir ara. Varsın çarpsındı, umurumda değildi.
Tik, tak, tik, tak, tik, tak…
Zaman mefhumunu yitirmişken…
Tik, tak, tik, tak, tik, tak…
Telefon çaldı.
Artık kendimi bulmak istediğimden çok da emin değildim. Ama yapacak daha iyi bir şeyi geçin, yapacak hiçbir şeyim yoktu. Gidip telefonu açtım. Gözüm aydınmış, bulmuşlar.
Şimdi haber vermemek olmaz diyerek kardeşlerimi aradım.
Erkek kardeşim hala bana kızgındı. Anahtar değilmiş ki bu kaybedeymişim. Nasıl olurda hatırlamazmışım. Ya bulamasalarmış. Yaptığımın hiçbir mantıklı bir açıklaması yokmuş. Düşüncesizmişim. Mışım ve mişimler arasında telefonu zor bela kapattım.
Kız kardeşim, bu sefer beni şaşırttı. Erkek kardeşimin aksine sevincime ortak olarak küçük bir sevinç çığlığı attı. ‘’Teşhis eder etmez haber ver, uçak bileti alacağım ona göre, cenazeyi kaçırırsam çok kızarım sana,’’ dedi. Toplantıya girecek olduğundan kısa kesmek zorundaymış. Dikkat et kendine,’’ dedi telefonu kapatırken; komikti, gülümsedim.
O’nu arayamadım.
Yine taksiye atlayıp adli tıp morguna doğru yola çıktım. Trafik her zamanki gibiydi, berbattı. Yolda geçen süreyi iyi değerlendirip bir şey düşünmemeyi başardım.
Taksi park eder etmez parayı uzatıp üstü kalsın dedim. Para, hiç bu kadar önemsiz olmamıştı. Koşarak hastaneye girip meramımı anlattım. Bir polis, bir de sorumlu memur karşıladı morgun girişinde beni. Görevli memur beni süzerek saçma bir şekilde yakını olup olmadığımı sordu.
‘’Yakını değilim ama kendisiyim, olur mu?’’ dedim.
Şüpheyle bakmaya devam etti.
Sakin kalmaya çalışarak, ‘’kendisiyim,’’ diye tekrarladım.
‘’Zannetmiyorum,’’ dedi ukala dümbeleği.
‘’Benden daha iyi mi bileceksiniz,’’ dedim daha fazla sinirlerime hakim olamayarak.
‘’İçerde yatan size siz kadar benzemiyor.’’
‘’Bana kim kadar benziyor öyleyse, amcaoğlum kadar mı?’’
‘’Diğer birimlerimize danıştınız mı? Belki sadece bilincinizi kaybetmişsinizdir. Belki bir kafa travması…’’ dedi dudaklarını bükerek.
Bak hergeleye, bir de laf sokuyor inceden inceye…
‘’Danışacağım ama önce emin olmam lazım. İçerde yatan adamı görmeliyim. Ya o bensem.’’
‘’İlk kez sizinki gibi bir mazeret duyuyorum.’’
‘’Azıcık ölüye saygınız olsun yahu!’’
Polis memuru anlayışlı bir şekilde, ‘’tamam baksın,’’ demese yine izin vereceği şüpheliydi.
Ayaklarımı sürüye sürüye yürüdüm o kısacık mesafeyi. Hem çok kısa, hem de dünyanın en uzun yoluydu. Sevimsiz memur örtüyü hiç alıştırmadan tek hamlede kaldırarak bir cesede bir de bana baktı.
‘’Bu ceset yakışıklı ve uzun boylu, sizin aksinize,’’ dedi her kelimesinden keyif alarak.
Kızamadım dediklerine, haklıydı. Arkadaşım Suat’tı orada yatan adam.
‘’Onu tanıyorum,’’ dedim. ‘’Arkadaşımdı.’’
Haklarını yemeyeyim; polis memuru da, sevimsiz sağlık personeli de kendimi toparlayana kadar anlayışlı davrandılar. Saçmaladıklarını bilmeden baş sağlığı dilediler. Saçmaladığımı bilsem de dostlar sağ olsun dedim. Sonra beni bir hole çıkardılar. Suat’ı teşhis ettikten sonra yine başa dönmüştüm.
‘’Peki burada değilsem neredeyim o zaman?’’
Beklememi söylediler. Boş bir bekleyiş olduğunu sanıyordum ama artık gözüme sevimsiz gelmeyen görevli memur gülümseyerek yanıma geldi.
‘’Seni bulduk,’’ dedi.
Yarım saat sonra bir camın önünde oturmuş kendimi izliyordum. Ayna da kendinize bakmak gibi bir şey olmadığını söyleyeyim. Alakası bile yok. Doktor yanıma gelip durumum hakkında kısa ve öz konuştuktan sonra aceleyle uzaklaştı.
Demek sahte alkolden yatıyorum ha, durumum kritikmiş.
Bekliyorum.
Eğer paçayı yırtarsam uzun bir listem var.
Ayla’ ya onu sevdiğimi söyleyeceğim, bu en önemli madde. Daha da önemlisi söylemekle kalmayıp seveceğim de.
Tekelden satın almadığım hiçbir içkiye el sürmeyeceğim. Hatta belki hiç içmem.
Nihat abiye Kadir’in orada içki ısmarlayacağım.
Kadir’in de sahte içki üretip sattığını maliyeye ihbar edeceğim. Maliye mi ilgileniyor yoksa asayiş mi bilmiyorum. En iyisi hem maliyeye hem de asayişe şikayet etmek. Borcumu ise ödemeyeceğim.
Ama ya ekrandaki çizgi hareket etmeyi bırakırsa. Sanırım bunu düşünmem saçma olur. Ölünce yapılacaklar listesi diye bir liste kulağa ahmakça geliyor.
Bekliyorum
Bip. Bip. Bip…