
Çok eski zamanlarda, geniş bir vadinin en görünür yerinde konuşan ulu bir çınar ağacı ve üşüyen bir bulut varmış. Çınar, gölgeleri altında dinlenen yolcularla söyleşirmiş. Çınar eğer çınar olmasa imiş, bir gezgin olurmuş. Bir yere saplanıp kalmaktan sürekli şikâyetçi imiş. Gölgeleri altında dinlenen yolculara, istedikleri an istedikleri yere gidebileceklerini, kendisinin ise bulunduğu yere saplanıp kaldığını anlatırmış. Gölgelerini esirgemediği insanların kendisine zarar verdiğini söylermiş. Bunları kıskançlıkla izlermiş bulut. Üşür dururmuş.
Çınar öylesine geniş ve öylesine uzunmuş ki hemen altında durulup bakıldığında gökyüzü görünmezmiş. Bu ulu ağaç dünyayı taşıyan bir sütun gibi diğer ağaçlarla birlikte bulutların arasından göğe yükseliyormuş.
Kuşların gönül ferahlatıcı şarkıları vadide yüksek sesle yankılanıyormuş. Dere neşeyle mırıldanıyor, ağaçlar hışırdıyor, hafif, sakin bir rüzgâr dallarda esiyor, her taraftan sevinç ve neşe dolu sesler işitiliyormuş. Akşamın alacakaranlığı sakin sakin çöküyor ve batmakta olan güneşin ışınları gökyüzünü sıcak bir sarıya boyuyormuş.
Aynı zamanda ak sakallı bir dede, torununa vatan hainliği ile suçlanan fakat barışa katkılarından ötürü dünya barış ödülü sahibi büyük bir ozandan şiirler okumaktadır.
Torununun insanlığın ortaya çıkışına ilişkin sorularını büyük bir sabırla yanıtlamakta, doğa olayları ile ilgili olarak bilgi vermektedir torununa.
“Bir kurbağa istediği kadar vıraklasın, çıkardığı ses, asla bir müzik değildir.” Diyordu torununa ve devam ediyordu: “Soru sorarken nerede duracağını bil. Çok iddialı kimi soruların cevaplarını bazen zamana terk et. Fazla soru soranlar, huzursuzluklarını çoğaltırlar, kendilerine yarardan çok zarar getiren cevaplar verirler.”
Uzun bir masala başlamış sonra:
“Tanıdığım bir gemiciden dinledim bu öyküyü. Öyle insanlar var ki, örneğin küçücük ülkelerine rağmen kendilerini dünyanın merkezi zannederler. Adı sanı duyulmamış bazı küçük ülkelerin hükümdarları bunlardandır. Bu hükümdarlardan biri bir gün deniz kazasında güverte direğine sıkıca tutunarak hayatta kalmaya çalışmaktadır. Fakat su tuzlu, güneş kavurucudur. Gündüz sıcaktan, gece ise soğuktan şikâyet etmektedir. Hükümdar üşüyen bir bulut gibi bütün gece tir tir titremektedir. Tek özlemi bu kazadan kurtulur kurtulmaz çıtır çıtır ateşlerin yandığı şöminenin önünde olma, odunların yanışını izlemek ve ateşin tatlı sıcaklığını bedeninde hissetmektir.
Güverte direğıne zorla tutunmaya çalışarak ilerlerken bir balık sürüsüyle karşılaşır ve bunlardan küçük bir balığa;
“Ben Güçlüler Ülkesi’nin kralıyım.” der.
Balık ise küçümseyen ve tebessümlü bir yüzle:
“Ne yapalım! Biz de bütün denizlerin kralıyız.” der.
Kuyruğunu mağrur, mağrur çırparak oradan uzaklaşır.
Kral bir kez daha yalnızdır.
Deniz kazasından kurtulduktan sonra çevre dostu olan kral şu kararı alır:
“Bundan böyle bütün tarlaların sınırları ağaçlarla birbirinden ayrılacak. Hatta herkes her yıl en az bir ağaç ekecek ve onun bakımından sorumlu olacak.”
Kral ancak yaşadığı felaket aracılığıyla bir şeyler öğrenmiştir. Bütün insanlığın yararına iyi şeyler yapmak için ille de bir felaketin yaşanması gerekmiyor.
Güçlüler Ülkesi’nin kralının aldığı ilginç kararlardan biri de şudur:
“Eğer içimizden herhangi biri affedilmez bir suç işlerse -ki bu affedilmez suç ikinci bir kişiye zarar vermektir- ona verilecek ceza, o size dokunsa bile ona hiçbir yanıt vermemektir. Onunla hiç ilgilenilmeyecek, o sanki yokmuş gibi davranılacaktır.”
Denizci anlattı:
“Çok eski zamanlarda uzak ülkelerle yapılan ticaret ya deve kervanları ya da gemilerle gerçekleşiyormuş. Şarap türü kıymetli sıvılar amforalarla taşınıyormuş. Ambardaki bütün amforalar içinde biri vardı ki hepsinden farklıydı. Denizin ve güneşin bütün renklerini taşıyordu. İki kulplu küçük bir amfora idi. Dış yüzeyi bilinmez bir sırla kaplıydı. Şişman karnı ise güneş ışığının tüm renklerini yansıtarak gökkuşağı gibi parlıyordu. Dokundukça insana güzel şeyler düşündüren bir nesneye dönüyordu. Bir dalgınlık sonucu bu amforayı kırdığımda kendimi çok suçlamıştım. ”