Dünyanın çok zor günlerden geçtiği pandemi sürecinde sığındığım liman filmler ve kitaplar oldu. Evde kalmaya mecbur olduğumuz günlerde arşivime attığım pek çok film gün yüzüne çıktı. Çıplak Çocukluk (L’Enfance Nue, 1968) bu filmlerden biriydi.
Fransız yönetmen Maurice Pialat (1925-2003) çok sayıda kısa film ve kısa belgesel çektikten sonra ilk uzun metrajı olarak Çıplak Çocukluk filmini çeker. Yönetmen 1987’de “Sous le Soleil de Satan” (Şeytanın Güneşi Altında) filmiyle Altın Palmiye alır. Benim yönetmeni tanımam ise daha sonra çektiği Van Gogh (1991) filmiyle oldu. Van Gogh hakkında ne bulursam alıp izlediğim bir dönemde rastladım filmine ve iyi bir biyografi olarak belleğimde yer etti. Daha çok gerçek olaylardan yola çıkan ve natüralizme ulaşmayı amaçlayan bir yönetmen olarak bilinir Pialat.
Çıplak Çocukluk bana, François Truffaut’nun 400 Darbe (1959) filmini anımsattı. 400 Darbe’de olduğu gibi, Çıplak Çocukluk’ta da sorunlu bir çocuk vardır (François). 400 Darbe’nin Paris’te yaşayan Antoine’ı ailesiyle yaşadığı problemler ve okuldaki öğretmeni tarafından sıkça aşağılanması yüzünden ne okulda ne de evde rahattır, okuldan kaçıp serserilik yapar. Sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olarak anılır ve bu filmin önemi çocukluk ya da çocukluktan çıkıp büyümeye başlama dediğimiz şeyin ne kadar sancılı olduğunu en iyi gösteren filmlerden biri olmasıdır.
Çıplak Çocukluk’da François kimsesizler yurdunda yaşar ve yanına verildiği aileler bir süre sonra onu yurda geri yollarlar. Çünkü uyumlu bir çocuk değildir François ya hırsızlık yapar ya okuldan kaçar ya da arkadaşları ile kavga eder. Sanki zarar vermekten hoşlanmaktadır. Yönetmen bizden ne François’yı sevmemizi bekliyor ne de onun için üzülmemizi. François sevgi görse de yaptığı serseriliklerden vazgeçmiyor. Bir kediyi hunharca öldürerek ona karşı duyabileceğimiz acıma duygusunun da katili olabiliyor. Böyle sorunlu çocuklarla iletişim kurmanın zorlukları çok iyi vurgulanıyor filmde. Pedagojinin çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinde anne-baba ve eğitimciler için ne denli önemli olduğunu gözlemliyoruz.
Filmde hiç müzik kullanılmamış, zaman zaman belgesele yaklaşan bir anlatımı var. Bu oyunbozan çocuğun hiç hüzünlü halini göstermiyor yönetmen, evlerden yollanırken ya da azarlandığında sanki gülümser bir yüz ifadesi görüyoruz. Vedalaşma, sarılma veya ağlama sahneleri yok filmde. François ancak duygularını aileden ayrıldığı sırada bir hediye vererek ya da bir veda mektubu yazarak gösterebiliyor. Yönetmen, veda mektubunu, François’nın göstermediği duygularının yazılı hali olarak aktarıyor. Onun sorunları çok derinlerde terk edilmişliğinde gizli. Yaşayan annesi onu önemsememekte François’da onu görmek için çaba sarf etmemektedir. Asıl izleyiciyi hüzünlendiren filmin yaşananlara dair göstermedikleridir.
Yönetmen sorunlu çocuğu bize sevdirmemek için uğraşıyor ve onu sevemiyoruz. Ama François’yı artık hiç unutamayacağımız kesindir.