Sevgili Zehra,
Mektubun beni bir anda Fethiye’ye, o güzel günlerimize ve o zamanki ideallerimize götürdü. Gerçi her zaman sanata ulaşamayanlarla buluşmak, sanat yoluyla toplumun farklı kesimleriyle ilişki kurabilmek eğitimle sanatı birleştirmek bizim sanat anlayışımızın önemli bir parçası oldu. Bunu bazen bireysel çabalarımızla; neredeysek o koşulların sunduğu olanaklarla, zaman zaman da örgütlenerek, daha geniş sanatçı gruplarıyla birlikte yapmaya çalıştık. Fethiye Kültür Sanat Günleri de bu birlikteliğin en sürdürülebilir projelerinden biriydi ve bu girişimi uzun yıllar devam ettirmeye çaba gösterdik. Hatta bizden sonra da devam ettiğini ama eğitim ağırlığının azaldığını, zamanın ruhuna uygun daha popüler hale geldiğini biliyoruz. Dört beş kişiyle başlattığımız bu girişimin uluslararası boyutlara ulaşarak bir şekilde hâlâ devam etmesi ve Fethiye halkının bu girişimi sahiplenmesi yine de güzel. Senin de ifade ettiğin gibi orada dokunduğumuz onca çocuğun yaşamında ufak da olsa sanatla bağlantılı bir kapı açabildiysek, bir renk bırakabildiysek ne mutlu bize. Çocukluğun tüm hayatımızı belirleyen ne kadar önemli bir yeri var! O çocukların ilk kez kendilerini ifade edişleri, fikir üretmeleri, doğaçlamalardaki yaratıcılıkları hala aklımdan çıkmıyor. Erken yaşlarda karşılaşılan olumlu ortamlar, sanat, eşitlikçi iletişimler ve çocuğa saygı, gelecekte o bireyin öz güven geliştirmesinde ne kadar etkili!
Ben genelde bu sanat eğitim ilişkisini, ulaşabildiğim sosyal sorumluluk ve STK bağlantılarıyla özellikle çocuklar, gençler ve zaman zaman da kadınlarla sürdürmeye çalışıyorum. Sen akademisyenlik dönemi sonrası yazdığın ve bir çoğu sahnelenen oyunlarınla daha geniş kitlelere ulaşmaya çalışıyorsun. Oyun sonrası söyleşiler ve tartışmalar toplumsal cinsiyet odağı ve son dönemde toplumun görünmeyen, tabu sayılan konularına da el atman sanat- sosyoloji bağlantısını öne çıkartmana yol açtı.
Son sıralarda benim de dahil olduğum girişimlerle kutsal ailenin yıkılışı ve çocuk tacizi konusu hem senin yazdıkların hem de sahnelenen bir oyunla hayatımıza bir anda girdi ve şimdilik bu konunun içinde bir şeyler yapmaya, daha çok paylaşmaya çalışıyoruz. Son mektuplarımızda bu konuya epeyce yer verdik aslında. Ama ben şu an bir sarmaldayım ve bu konuya hayatımını da bulaştırmış durumdayım. Yani başkalarının acılarına bakmanın da bir bedeli var tabii. Ben psikolojik olarak da etkilenmeye ve beklemediğim sıralarda beklemediğim kişilerle karşıma çıkan bu konuyla ilgili bir süredir uykusuzluk, gerginlik ve daha fazla bir şey yapamamanın çaresizliğini yaşıyorum.
Bunların en şiddetlisi, hiç ummadığım keyifli bir anda aynı çalışma grubundan 5,6 kadınla, bir toplantı sonrası sohbet için gittiğimiz yemekte yine hiç beklemediğimiz ve kişisel olarak gücünü ve mesleki başarısını çok takdir ettiğimiz birinin bir andaki ifşasıyla derinden geçirdiğim sarsıntıydı. Öylesine bir sarsıntıydı ki bu sana anlatamam. Gecelerdir uyuyamıyorum, asansiyel tansiyon problemi yaşıyorum ve bu ani şoku kolay kolay atlatamıyorum. Bu nedenle kendimi tansiyon hastası sanıp holter bile taktırdım neyse ki sonuç olumsuz çıkmadı ve strese bağlı geçici bir şey olduğunu anladım. Evet bu bir çalışma alanı ve zor da olsa bir mesafeden, hatta sanatla sınırlı bir mesafeden bakıyoruz ama yine de hem insan hem de kadın olarak etkilenmemek imkansız. Hepimiz çocukluktan ergenliğe, hatta sonrasında da tacizin irili ufaklı bir sürü halini yaşamışız ve bunu bir şekilde ‘’normalleştirmişiz’’ ama buna doğrudan ve en sert biçimde, özellikle de en güvenilen ev ortamlarında, ebeveynler ya da yakın akrabalar tarafından maruz kalanlar için hayatın ne kadar zor ve travmatik olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu korkunç sessizliğin nasıl bir çığlığa dönüşeceğini görmek bir yandan hepimize çok iyi gelecek ama acılara yakından bakabilmek ve yüzleşebilmek de tüm toplumu ve duyarlı herkesi sarsacaktır. Ancak yaşananların yanında biraz da sarsılalım; o acıyı üzerimize alarak mağdurların yükünü hafifletelim ve bir yandan mücadeleye de devam edelim. Aksi halde failler bu sessizlikten beslenerek çoğalacak ve eril sistemin kanatları altında palazlanarak buzdağını daha da derinleştirecekler.
Senin Fethiye’de parkta gördüğün ve imgeleminde birini uçurup özgürlüğüne kavuşturduğun tarikat kadınları da tacizi hem çok erken yaşlarda çocuk gelin olarak ya da dini nikahların bir sürü çeşidine maruz kalarak farklı şekilde yaşıyor. Hem bedenleri hem de ruhları kapatılmış olduğu için onları kapatanları daha kolay görüyoruz aslında. Ama aramızda, meslek sahibi, güçlü görünen her an her şeyi paylaştığımız kendi dünyamızdaki kadınların ruhlarını ve bedenlerini parçalayanları asla göremiyoruz. Onlar görünmez adamlar ve aramızda rahatça dolaşıyorlar; espri yapıyorlar; saygı duyduğumuz pozisyonlarda hatta baba, amca, enişte dayı ve ağabey olabiliyorlar. Tabii bir de hiçbir şekilde artık bizim dünyamızda göremediklerimiz mağdurlar var ki çoğu ya kendi iradeleriyle ya da aile içi baskılarla toprak altında.
Kendilerine ‘’hayatta kalanlar’’ adını veren ve çocukluğu çalınmış tüm cinslerin ‘’Çocukluk gökyüzü gibi bir şey hiçbir yere gitmiyor’’( Edip Cansever) dizelerini değiştirebilecek gücü bulabileceği ve o gökyüzünü çığlıklarıyla yırtıp gerçekten farklı bir gökyüzü yaratabilecekleri günlerin geleceğine inanıyorum. Ve hepimizin çabasıyla, sessizlikle büyümüş o buzdağını eritebileceğimiz bir dünya hayal etmek istiyorum.
Bu sefer mektubum biraz ruh halimi de yansıtıyor ama şu an ‘’Buluşmalar’’ kavramını derinleştirip, tiyatroyla bağlar kurduğumuz yeni sayımıza çalışırken, dergimize ulaşan, genç yazarların, tiyatrocuların metinlerini okudukça buluşma, toplanma ve paylaşma konusunun beni sağalttığına da inanıyorum.
Yaşadığım ve belki çok az kişinin yaşayabileceği bir durumla mektubumu bitireyim. 3 Mayıs annemin 93 yaşına girdiği gündü. Kulaklarının çok az duyması ve hafif demans dışında hala ayakta kendi işlerini yapabilen ve hayata her zaman olumlu ve gülümseyerek bakan; ne zaman sorulsa ‘’çok iyiyim’’ ‘’bomba gibiyim’’ cevapları veren annemin bu yaşını görmek gerçekten bir ayrıcalık. Annemin doğum gününü önce güzel bir kahvaltı, sonra ise Çin restoranında bir ziyafetle kutladık. Yemeğini yedi, şarabını içti ve sanki yeniden başka bir enerjiyle yaşama döndü. Şu sıralar biraz daha az uyuyor ve daha fazla bilmece çözüyor. Moral her şey! Seninle diğer ortak yönümüz de uzun yaşayan annelere sahip olmamız galiba. Nazan hanım da 92 yaşına kadar güzel bir hayat yaşadı. Kim bilir belki de bu nedenle çocukluğumuz hiç bitmiyor ya da arkamızdaki olumlu anne modeli bize ilham olmaya devam ediyor.
Sevgiyle kal