2014 yılında yazmışım bu yazıyı. Nedense onları, annemi ve babamı yazmak geliyor içimden hep. Babamı 2016 yılında, bizim derginin çıktığı gün 16 Haziran’da kaybettik… Annem 97 yaşında. Demans hastası. Babamı kaybettikten sonra ilerledi hastalığı. İlerideki sayılarımızda, bir demans hastasıyla yaşamanın, hele de bu kişi anneniz ya da babanızsa, nasıl bir şey olduğu konusunda da yazacağım. Bugün, babamın özelinde, kaybettiğimiz ve yaşayan tüm babalar için. Üstelik de Babalar Günü haftasında
Bugün tuhaf bir gündü benim için. Hayatımı yeniden sorgulamam gerektiğini ve bunu herkesin yapması gerektiğini düşündüm tüm gün boyunca. Bazen öyle bir an olur ki, yaşanan şey başkaları için basit, sıradan ve önemsiz olsa da üstüne ıslak bir tülbent gibi yapışır kalır ve hatta bazen allak bullak da eder.
Üzerimde onbeş günlük gezinin ağırlığı, kafamda Almanya’ya dönmeden önce annemlerin bitirmem gereken işleri…
Henüz Almanya’ya dönmemiş olan, yıllardır bu yolculuklarımızın ayrılmaz parçası haline gelen ve artık artık arkadaşlarım olan öğrencilerim „Hocam dönmeden size bir uğrayalım da anne ve babayı da bir ziyaret etmiş olalım“ dediler. Sevinerek kabul ettim. Onlara annemin kitabında da tarifi olan „yufkalı pilav“ yapmaya karar verdim ve akşamdan hazırlıklarımın bir kısmını bitirdim. Yapanlar bilir, bu yemek çok emek ister. Ama sonuç her zaman şahanedir.
Sabah erkenden kalktım. Babam erken kalktığımı nasılsa farketti. Biliyorsunuz babam 3 senedir yatalak. Aklı yerinde ancak yürüyemiyor, elleri spastik olduğu için sadece başparmağını ve işaret parmağını kullanarak bir şey tutabiliyor. Gözleri çok az görüyor, kulakları hemen hemen hiç işitmiyor, o kadar zayıfladı ki, ağzındaki takma dişleri bol geldiği için katı yiyecekleri de yiyemiyor. Sadece süt bisküvi (sütün içine ona çaktırmadan toz protein de koyuyoruz) ve köşedeki Özgül Pastanesi’nden alınan reçelli ponçikleri yiyebiliyor. Bir de sütlü çikolata. Yardımcımız Lena, onu günde üç kez yatağından kaldırarak tekerlekli iskemle ile salona getiriyor. Önce masaya koyduğumuz gazetenin en büyük başlıklarını hem gözlük hem büyüteç kullanarak okuyor, sonra da sütünü içiyor.
Aslında yattığı yerde bazı şeyleri yapmamız mümkün. Ama babam doktor düşmanı. Zaten doktora gitmekten korktuğu için yatalak şu anda. Kulak doktoru gelse kulakları temizlense ve uyduruk da olsa bir kulaklık taksa biraz duyacak bizi. Bir göz doktoru getirebilsek minik bir muayene ile gözüne daha iyi görebileceği bir gözlük alabiliriz. Geçen hafta eve dişçi getirdik. Ağzına bakmasına bile izin vermedi adamın. Sırtında yaralar açıldı. Doktor çağırmama izin vermedi. Sağolsun doktor arkadaşım Okşan bir cerrah gönderdi eve. Ama doktor kabul etmediği için babam, gelen doktoru, beyaz önlüğünü çıkararak benim arkadaşım diye tanıttık. Ancak bu biçimde sesini çıkarmadı. Nedense benim arkadaşlarıma çok değer veriyor. Beni üzüyor ama onları hiç hırpalamıyor.
Tüm bunları neden yazıyor Berin diye düşünebilir bu satırları okuyanlar. Şimdi anlatacağım nedenini. Bu uzun parantezi açmamın sebebi bu günkü durumumu açıklayabilmek içindi.
Evet babam, nasılsa benim kalktığımı gördü ya da hissetti. „Bir yere mi gidiyorsun?“ diye sordu. Ben de akşama misafirlerimiz olduğunu söyledim. Tabii ben bunu söyledim ama sesimi önce tüm apartman sakinleri en son da babam duydu. Kulağına eğilip bağırdığım halde bana hala şaşkın gözlerle bakıyordu. Durdu durdu, „ne bağırıyorsun, ben sağır mıyım?“ dedi. Ben gülmekle ağlamak arasında bir noktadayken, kimlerin geleceğini sordu. Anlattım. „Beş öğrencim, Feridun Abi ve Nur“ dedim. Babam heyecanlandı. Gözlerini kocaman kocaman açarak, tek tek saydırdı bana gelecekleri.
„Yaa! Demek ki kızlar da var“ dedi ve uyudu.
Daha doğrusu ben uyuduğunu sandım. Oysa sadece gözlerini yummuş. Az sonra, ben tam mutfağa gitmiştim ki, yardımcımızı çağırarak talimatlarını vermeye başladı.
- Hemen berber çağrılacak. Saç sakal traşı olacak.
- Akşam giymesi için pantalon ve gömlek hazırlanacak. Gömlek ütülü olacak.
- Beyaz ayakkabılarını giyecek.
- Çocuklar için bira alınacak. Feridun için rakı.
- Beresi ve piposu başucuna konulacak.
- Dişleri yıkanacak.
- Çocuklar geldiğinde ayakta olmak istediği için öğlende salonda prova yapacak.
Önce bu talepleri ciddiye almadık. Ama sabah saat 8.00’den itibaren berberi aramamız ve benim gidip bira almam gerektiğini tekrarlamaya başladı. Onu saat 10.00’a kadar oyalayabildik. Sonunda berber geldi. Kaymak traştan sonra biraz rahatladı. Ama inanılmaz huzursuzdu akşama kadar. Ben bira alıp gösterince yine biraz sakinleşti. Ancak bir şişe aldığımı öğrenince kızdı. Çocukların dişinin kovuğuna girmezmiş bu kadar bira. “Baba, çocuklar şarap içecekler” diyorum, “olsun evde herşey olsun” diyor. Sonunda gidip iki şişe daha almak zorunda kaldım.
Öğleni zor ettik. Öğlen yemeğinde masanın kenarına tutunarak ayağa kalkma provaları yaptı. Kızları ayakta karşılamak istediğini ağzından kaçırınca mesele anlaşıldı. Annem kıskanmaz mı… Şaka yollu, “duydun kızların geleceğini süsleniyorsun değil mi” diye babama takılmaya başladı. Bu babamın iyice hoşuna gitti tabii. Bir yandan ayakta durmaya çalışıyor, bir yandan da gülüyor. Güldükçe dişleri ağzından fırlıyor. Dişleri fırladıkça söyledikleri anlaşılmaz oluyor ama durmadan konuşuyor.
İnsan misafirine saygı göstermeliymiş. Misafir oturarak karşılanmazmış. Onlar benim öğrencilerimmiş, annem babam pejmurde olursa ben mahçup olurmuşum, gençlere daha çok saygı göstermek lazımmış, onlara saygı gösterirsek onlar da büyüyünce (bizimkilerin en genci 25) kendi çocuklarına ve yaşlılara saygı gösterirlermiş…
Babamın dili bir çözüldü ki, susturamıyoruz. Epeyce konuştuktan sonra sustu. Beni yatağıma götürün dedi. Söylediklerini dinlerken inanılmaz hüzünlendim. Tırnak içinde alıntılar yapamayacağım ama şunu anladım ki, çok yalnız bizimkiler. Babam yardımcımıza, bizim evimizin eskiden nasıl dolup taştığını, nasıl sofralar kurulduğunu, nasıl yenilip içildiğini, kapılarının zilinin hiç susmadığını anlatırken nasıl heyecanlıydı, görmeliydiniz. Sanki o günleri yeniden yeniden yaşıyordu. Yatağa gitmeden önce söylediği son sözler beni iyice allak bullak etti.
„Biliyor musun Lena, ihtiyarlık çok berbatmış, insan elden ayaktan düşünce kimseler kapısını çalmaz oluyor. O neşeli sofralar ıssızlaşıyor. Bazen koca bir gün tek laf etmeden geçiyor“
Evet, babam aslında kızlar için değil, evimize insanlar geleceği için çok heyecanlanmıştı. Günün hemen hemen tamamını uyuyarak geçiren babamı ne kadar az anladığımı düşündüm. Gözleri kapalıyken demek ki, insanları hayal edermiş, insan istermiş.
Aklıma Özdemir Asaf geldi. Der ki bir şiiinde:
Yalnız kaldınız sanırsınız,
Biliyorum.
Yalnız bırakılmışsınız,
Biliyorum.
Ötesi yok.
…
Ötesi var:
Yalnızlık
Müziğin bile seni dinlemesidir.
Yalnızlık
İnsanın kendine mektup yazması
Ve dönüp-dönüp onu okuması
Yalnızlığın da ötesidir.
Bu şiiri bugün tam yürekten anladım.
Evet insan yalnız kaldım sanıyor ama aslında yalnız bırakılıyor galiba.
……
Hikayenin devamı da şöyle.
Babam misafirlerimiz gelmeden saatlerce önce hazırlandı. Giyindi. Fransız beresini yanpiri bir biçimde taktı, boş piposunu eline aldı, masanın başına getirdik onu. Normal olarak bir saatten fazla oturamayan babam misafirleri „evimize şeref verdiniz, bizi mutlu ettiniz“ diye karşıladıktan sonra onlarla iki saat kadar oturdu. Masada pipetle bira içerek bize eşlik etti. Artık dayanamayacak hale gelince müsade istedi, yardımcımız götürdü babamı.
Beni bugün, üç yıldır yatan bir insanın içindeki yaşama gücünün büyüklüğü; her insanın hangi yaşta olursa olsun insan sıcağına ihtiyacı olduğunu yeniden hatırlamak; annemin ve babamın ne kadar yalnız olduğunu farketmek; ve benim onlar için ne kadar az şey yapabildiğimi anlamam derinden etkiledi. Bu akşam bu düşüncelerle uyuyabilecek miyim bilmiyorum. Ama insanın en yakınındakilerini görmediğini bir kere daha görmüş oldum galiba.
Sakın, dünyada bu kadar çok sorun varken, gencecik insanlar can verirken, hayatının sonuna gelmiş bir yatalak adamın yalnızlığı devede kulak diye düşünmesin kimse.
Devenin kulağını kesseniz canı yanmaz mı?
Devenin kulağını kesmiş yaşam.
Ama benim yüreğim yanıyor bu akşam. (26 Eylül 2014. Bostancı)