FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

DİJİTAL AHİRET

DİJİTAL AHİRET

Dijital bağlanırlık toplumu değiştiriyor. Dijital bir öncüye göre, internetin bu şekilde üzerimizde tanrısal bir gücü var.🙏 (Fotoğraf: Keystone/Manfred Bail)

DİJİTAL AHİRET

 Tanrı Baba âdemoğullarını kabul ettiği Birinci Kattaki muhteşem sarayının görkemli balkonuna oturmuş, sarayın önündeki geniş alanı dolduran pejmürde kalabalığı sıkıntıyla seyrediyordu. Şu âdemoğullarının işine aklım hiçbir zaman ermeyecek, diye geçirdi içinden. Sanki bunların mayasına benden olmayan bir şeyler karışmış gibi. Bizden ne istediler de vermedik. Ama yine de gözleri doymaz. Lütfumuzdan faydalanıp çalışıp çabalayıp yeni nimetler yaratacak yerde birbirlerinin elindekini gasp etmeğe çalışırlar. Savaşlara tutuşur ellerinde olup kalanları da heba ederler, sonra da gelip bizden adalet isterler. Yok, şu âdemoğullarının mayasına benden olmayan bir şeylerin karıştığı kesin. Ne yapsam, nasıl anlasam, DNA testi mi yaptırsam acaba? Kendi esprisine içinden kahkahalarla güldü. Sonra açıklama isteyen bıkkın bakışlarını, hemen yanı başında hazır ol vaziyette bekleyen Elçi Melek Cebrail’e çevirdi. 

“Bunlar âdemoğulları değil efendimiz.” 

“Nee… Âdemoğulları değiller de, ya kim! Yoksa evrenimizde bizden habersiz mahlukat yaratan güçler mi türedi!”

 “Haşaaa… Kimin ne haddine Efendimiz. Bunlar melekleriniz.”

 “Meleklerim mi? Böyle de melek mi olurmuş. Kir pasak içinde. Dergahımızda sabun mu tükendi. Neden kendilerine bakmazlar. Hani bunların kanatları nerde. Hem daha dün sarayımızın önünden şahane giysileri içinde defile yapan bunlar değil miydi? Ne oldu da…” Babacan tavırlı Elçi Melek Cebrail onun bu çocuksu yanını, oyun tutkusunu çok seviyordu. Evrende onun bilgisi olmadan tek bir yaprağı bile kıpırdamayacağını bildiği halde sanki, birileri (artık her kimse!?) onun arkasından bir şeyler çeviriyorlarmış ve bundan da ilk defa haberdar oluyormuş gibi işte böyle yaygara koparırdı.

 “Değil Efendimiz. Onlar sevap melekleriydi, bunlar ise günah melekleri.” 

“Peki, neden onlar öyleydi de bunlar böyle! Şunlara bak ya kanatları bile kalmamış.” “Müsaade buyurun da kendileri açıklasın.” Tanrının destur işaretiyle meleklerden biri öne çıktı. Melek demeğe bin şahit isterdi. Melekten çok ecinnilere benziyordu. Saçı-başı birbirine karışmış, yüzü-gözü kir pas içindeydi. Yara-bere içindeki pis, nasırlı ellerinin tırnakları bakımsızlıktan uzayıp, çengel halini almıştı. Kanatları ise yaz sıcağında suya hasret körpe fidanlar gibi kuruyup sırtına yapışmıştı.

 “Huzurunuza böyle sefil bir şekilde çıktığımız için bizi bağışlayın, Yüce Yaradan. Ama inanın kendimize ayıracak saniye zamanımız yok. Şu sosyal medya çıktı çıkalı bütün düzenimiz alt-üst oldu. Bütün zamanımız günah yazmakla geçiyor. Başımızı kaşımaya bile vaktimiz yok. Her gün yeni yeni hocalar, mollalar, seyitler, din alimleri mantar gibi türüyor. Sakız çiğnemekten, hamamda öpüşmeye kadar her şeyi günah ilan ediyorlar. Buna karşılık birçok günaha göz yumuyorlar, örneğin altı yaşındaki kız çocuklarıyla evlenmeyi caiz görüyorlar. Ne yapacağımızı bilemiyoruz. Lütfen müdahale edin.” Başka biri öne çıktı.

 “Yazdıklarımız da kaale alınsa bari! Geçenlerde sevapçı bir meslektaşımla neredeyse saç baş olacaktık. Şarkıcı bir aşiftenin takibindeyiz. Akşama konseri var. Evinde anadan üryan soyunmuş, perdeleri bile çekmemiş, kıyafet seçiyor. Mahrem yerlerini kapatmak için değil tabi, daha da belirgin hale getirmek için. Alttan destek verdiği memeleri yürüdükçe fıkır fıkır fıkırdıyor. Bluzunun açık yakasından her an dışarı fırlayacakmış gibi… Ben hemen hükmümü verdim: “cehennemlik”. Tam yazacakken, sevapçı meslektaşım elimi tuttu, “Ne yapıyorsun, bu cennetlik be” dedi. “Eğer bu da cennetlikse en iyisi Tanrı Babamız cehenneminin kapısına kilit vursun”, dedim. O ısrar etti. “Sen dış görünüşüne bakma, altın gibi temiz bir kalbi var. Konserin gelirini Kimsesiz Çocuklara Yardım Fonuna bırakacak. Öldüğünde de bütün serveti Sokak Hayvanlarını Koruma Cemiyetine kalacak.” dedi. Biraz tartıştıktan sonra, “Peki, dedim, herkes bildiğini yazsın”. O “cennetlik” yazı, ben de “cehennemlik”. Fakat Aşüftenin encamını merak etmedim de değil. Gidip arşive baktım. Bir de ne göreyim, bizimkisi cennetin baş köşesine kurulmuş Gilmanlarla fink atmıyor mu, Kahroldum.” Tanrı sıkıntıyla sordu, 

“Peki, benden nasıl bir yardım istiyorsunuz?” Bunun üzerine melekler hep bir ağızdan: 

“Muhammet ile gönderdiğiniz emirler artık eskidi, günün koşullarına uymuyor. Yeni bir peygamber ve zamane koşullarına uygun emirler göndermenizi istiyoruz.” dediler. Bunu duyan Tanrı Baba adeta kükredi.

“Olmaaaazzz… diye bağırdı, Ben Muhammet kuluma, sen en son peygamberim olacaksın diye söz verdim. Sözümden cayamam.” Biraz bekleyip sakinleştikten sonra devam etti: “Sorunlarınızı dinledim. Gerekeni yapacağıma söz veriyorum. Ayrıca bütün suç meleklerine bir ay izin… Cennetimin kapılarını sizler için açtım. Bir ay boyunca yiyin için dinlenin. Kendinize çeki düzen verin,” dedi. Melekler, hayır dualarla, şükran duygularıyla alandan ayrılır ayrılmaz, Tanrı Baba İkinci Kattaki en son İT tekniğiyle donatılmış kabinine geçti. Burası herkese kapalıydı. Kabini inşa edeni bile, binlerce ışık yılı uzaklıktaki Orian Kuşağı‘nda adı sanı bilinmez bir gezegene, „senin bilgine çok ihtiyaçları var“, diyerek kandırıp göndermişti. Oysa gezegen sakinleri henüz taş devrindeydiler. Önünde devasa boyutlarda ekranların sıralandığı rahat koltuğuna kuruldu. Yüzünde muzip bir tebessüm belirdi. Yeni bir elçiye ihtiyacı olacağını tabi ki o da biliyordu. Bunu daha asırlar önce görmüş bütün önlemlerini almış, gerekli hazırlıkları önceden yapmıştı. Bir kere o gerçekten en son peygamber olacaktı, dini de en son din. Ama hiç kimse, kendisi bile onun benim tarafımdan gönderilen bir peygamber olduğunu, yarattığı sistemin de aslında bir din olduğunun farkında olmayacaktı. Daha geçen yüzyılın ortalarında vade geldi, diyerek harekete geçti. Önce yeni Peygamberin mayasını Arap kurnazlığı ve Alman teknik dehasıyla yoğurdu. Dünyaya geldikten sonra buna Amerikan pragmatizmini de ekledi. Genç peygamber adayı kolları sıvayıp çalışmaya başladı. 

Orta yaşlarına girdiğinde ise bütün âdemoğullarını tek çatı altında topladığı, adına İNTERNET denilen dini icat etmişti bile. Ademoğulları bunun gerçekte yeni bir din olduğunu bilmeden, daha önceki dinlerin hiçbirine olmadığı kadar bu yeni dinin gizliliğine inanmış, yürekten bağlanmış, günlük yaşamının vazgeçilmez bir parçası haline getirmişti. Artık özel hayatın gizliliği kutsallığı diye bir şey kalmamıştı. Herkes herkesin iç dünyasına kolayca girebiliyor, kendi evindeymiş gibi rahatça dolaşabiliyordu. Üstelik bütün bu bilgiler sosyal medya kuruluşlarının gizli-açık bilgi bankalarında kolayca depo ediliyordu. Kısacası artık bütün bunları kaydetmek için kaprisli, şımarık meleklere ihtiyaç yoktu. Yeni ve en son peygamber bu yeni ve son dini İPHONE denilen el kadar küçük bir alete yerleştirdikten sonra Tanrı, daha genç sayılacak bir yaşta onun dünyevi hayatına son verip kendi yanına çağırdı ve ona işte bu muazzam bilgi bankasını kurdurdu. Artık meleklere falan ihtiyacı yoktu. İstediği kulun adını yazıp ENTER tuşuna dokunduğunda hakkındaki bütün veriler otomatik olarak işlenecek ve hakkında yine otomatik olarak şu üç hükümden biri verilecekti.

  1. a) cennetlik 
  2. b) cehennemlik 
  3. c) Araf

Bugün sistemi ilk kez testten geçecekti. Aslında melekleri bir kurnazlıkla provokasyona getirip işlerine son vermek için sarayının önünde toplatmıştı. Ellerini büyük kumarbazlara özgü bir coşkuyla ovuşturdu. “Sevgili en son elçim istersen seninle başlayalım” diyerek tuşlara dokundu. Ekranda STEVE JOBS adı belirdi. Hiçbir şeyden habersiz keyifle ENTER tuşuna dokundu. Ne olduysa işte o zaman oldu. Koca kabin zangır zungur sallandı. Koltuk, sırtına ilk defa eyer vurulan bir tay gibi kükredi, koca Tanrı’yı metrelerce uzağa fırlattı. Tanrı Baba ne olup bittiğini anlamaya çalışırken ekranda önce uyarı işareti birkaç kez göz kırptı, arkasından da devasa ekranı bütünüyle kaplayacak şekilde kırmızı harflerle yazılmış şu not belirdi:

“BU KATTA TANRI BENİM!!!“ Tanrı yerinden kalktı. Sus pus bir halde kabini terkederken kendi kendine “Ben bu âdemoğullarının mayasına benden habersiz bir şeylerin karıştırıldığını söylememiş miydim!” dedi. Ve gök kubbenin Üçüncü Katına çıktı. 

Not. Bu öyküyü yazarken iki kez yarıda bırakıp masadan kalkmak zorunda kalmıştım. Her ne hikmetse her defasında da geriye döndüğümde yazdıklarımın silinmiş olduğunu gördüm. Üçüncü kez bitirinceye kadar kalkmamak üzere yazmaya koyuldum. Bitirdikten sonra arşivime kaydetmeden önce son kez gözden geçirirken ilk iki varyantta birçok noktayı gözden kaçırdığımı fark ettim. Tanrı Baba‘ya bu yardımı için teşekkür ediyorum.

Aynullah Akça/ Mart 2020 Fagersta




ÖZGEÇMİŞ

Aynullah Akça, Kasım 1952 yılında o zamanlar Kars’a bağlı Tuzluca ilçesinde doğdu. İlkokulu doğduğu kasabada okudu. Ortaokula Ankara’da devam etti. 12 Mart Askeri Darbesinden sonra Bulgaristan’a geçti.  Başkenti Sofya’da o zamanki adıyla Karl Marks Yüksek Ekonomi Okulunda ekonomi okudu. Daha sonra lisansüstü öğrenim gördü. Öğretim görevlisi ve araştırmacı olarak çalıştı. 1989 yılında İsveç’e geçti. Halen İsveç’te emekli olarak yaşamını sürdürmektedir. Aynullah Akça’nın yayınlanmış beş romanı var.

Dijital bağlanırlık toplumu değiştiriyor. Dijital bir öncüye göre, internetin bu şekilde üzerimizde tanrısal bir gücü var.🙏 (Fotoğraf: Keystone/Manfred Bail)

Picture of Aynullah Akça

Aynullah Akça

Tüm Yazıları