FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Dolmen

Dolmen

Önce dalganın varıp geri gittiği, kumsalın ıslak yerlerindekileri toplamıştım. Daha yuvarlak olanları seçmiştim. Sıcak ve tanıdık gelmişlerdi. Hem kadife gibiydiler. Ne kadar karışık renkli ve çizgiliyse o kadar güzeldiler. Avuçlarım küçüktü, sığabildiği kadar sığdırıp, kuma bata çıka anneme götürmüştüm. Onun kocaman ellerine bıraktığımda ömründe ilk kez taş görüyormuş gibi sevinmişti. Yüzü rengarenk, yanakları kadife, gözleri sıcak, gülüşü tanıdık olmuştu. O gülüşü görmek için ona kaç kez taş götürdüm hatırlamıyorum. Annem de havlusunun üzerine taşları birer birer, eşit aralıklar bırakarak yerleştirmişti. Denizdekilere sıra gelmişti. Ne kadar çeşit renk varsa alıp, sularımı saça saça deniz ve annem arasında mekik dokumuştum. Çok dokumuş olmalıyım ki anneme havlusunun ucunda oturabilecek kadar yer kalmıştı. Anneme en yakın taşlar daha parlak, uzaktakilerse grinin tonlarına dönüşmüştü. Bunlar bizim taşlarımız değildi artık ama annemin gülüşü aynıydı. Yeni getirdiklerime bakarken grileşenleri görmemiş olmalıydı. Yuvarlak, kadife yüzümün, keskin kenarlı, yamuk yumuk, ne olduğu anlaşılmayan bir şeye dönüşmesi gözünden kaçmamıştı. O gülüşü benden almasınlar diye küçük ayaklarımla grileşen taşların üzerine basmıştım. Ayaklarım hepsini kapatmaya yetmeyince, üstlerine uzanmıştım. Gülümsemesi, karahindibanın tohumlarının aynı anda saçılması gibi koca bir kahkahaya dönüşmüştü. Onu ilk kez kahkaha atarken görüyordum. Taşlar sırtımı acıtıyordu. Benim acıyı hisseden sinirlerim kısa, onunkiler ise uzunmuş ve daha çok yol katediyormuş. Acıyı hisseden sadece sinirlerimizmiş, acı onlara aitmiş, bize değilmiş. Doğum sancısı canını çok yakmasın diye ben doğmadan önce babam anlatmış anneme. Sen canımı hiç acıtmadın ki derdi. Kahkahaları acımı serinletirken anneme en yakın taşlar da griye dönüşmüştü. Havlunun en uzak ucundaki palyaço balığına benzettiğimiz taşı avucuma koydu. Denize götür ve suda avucunu aç dedi. Açtım. Avucumdan kaçıp bir mercanın içine sığınacak kadar renkliydi. Belki ilerde bir mercan vardır diye onu denize atmıştım. Yengece benzettiğimizi dalganın ıslattığı kumlara bırakmıştım. Balinaya benzettiğimizi atabileceğim en uzağa fırlatmıştım. Diğerlerini dizlerime kadar gelen denize serpiştirmiştim. Artık hiçbiri gri değildi.

            Her yerde taş aradım, toprak altında, denizde. Bir gökyüzüne bakmazdım, nasıl olsa o da toprağa düşecekti. Bulduğum her taşı boyadım. Özellikle kırmızıya, kan kırmızısına, annemin yanakları gibi. Gri renk taşa yakışmazmış gibi. Annemin yüzü de yıllar geçtikçe renklendi, oysa onun yüzünü gri tanımıştım. Babam onu hatırlayamayacağım yaşta, ülkenin kuzeyinde bir yerde taş ocağında çalışmaya gitmiş. Dokunmaya kıyamadığı annemin kırmızı kadife yanaklarının griye dönüşeceğini bilse, gitmezdi. Evimiz ve ocak aynı anda çökmüş. Hangi parmağın hangi ele, parçalanmış uzuvların kime ait olduğunu bilemeden, ki herkes aynı iş kıyafetini giydiği için bilinemezmiş, yirmi iki bedeni yapbozun parçalarını yerine koyar gibi tamamlayıp, kentin ocağa en yakın mezarlığına gömmüşler. Her bir mezarın başına da taş ocağının gri keskin kenarlı, yamuk yumuk taşlarından koymuşlar. Üniversitede kazandığım bölümü babaanneme anlatmaya çalıştığımda öğrendim. “Babanı mı arıyorsun yavrum?” dedi. Bunu bilseydim annemin avuçlarına o taşları hiç koyar mıydım!

Picture of Funda Sevencan

Funda Sevencan

Tüm Yazıları