FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

DON KİŞOT’TAN SELİM IŞIK’A: TUTUNAMAMAK

DON KİŞOT’TAN SELİM IŞIK’A: TUTUNAMAMAK

1

Dünya edebiyatının ilk modern romanı olarak kabul edilen Don Kişot (El Ingenioso Hidalgo Don Quijote de la Mancha) gibi, Tutunamayanlar da Türk Edebiyatı’na bir ilki yaşatan, içeriği ile de keskin ve derin bir Işık yakan bir baş yapıttır. 

Don Kişot, romanstan roman diline dönüşen sıra dışı dili ile halktan bir insanın  kahramanlaşmasının macerasını anlatır okuyucuya. Kahramanlarının soylulukla hiçbir ilgisi yoktur, çağında büyük değer taşıyan soyluluğa rağmen. Roman, feodalizmin çanlarının çoktan çaldığı ve geriye dönmeyecek tarih tekerleğini zorlamanın imkansızlığını söyler.

Kahramanı Don Kişot (1615) kahraman olmayı istemeyen, eski ile yeni insan arasında kalmış bir sözde delidir. Yazarı (Miguel de Cervantes Saavedra, (1547- 1616) ise  yeniyi algılamamaktan değil, eskiye ihanetten korkmaktadır. Belki de o nedenle Don Kişot destansı bir dille konuşur, tıpkı Oğuz Atay’ın (1934-1977) Tutunamayanlar romanındaki (1972) Selim Işık gibi. 

 ‘Trajik kahramanlar seçim anında belli olur’ diyor Ionna Kuçuradi ve Lacan’ın altını çizdiği gibi  ‘karşı konulmaz biçimde gerçekleştirdikleri tercih’ onların kişiliklerini belirler. Bana kalırsa dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar kardeştirler. Don Kişot ile, Selim Işık, Selim’le Prens Mişkin (Budala), Budala ile Don Kişot… Onlar tercihlerini var olan değerlerin genel geçerliği üzerinden yapmazlar. Onlar geçmişe sığınan bir budala, deli ya ruh hastası değil, kapitalizmin insan olarak sunacağı yüreği  kanlı bireyin habercileridir. Etraflarını saran çıkar ilişkilerinin içinde yaşamayı bir türlü göze alamamışlar, uzlaşamamışlardır.

Kahramanlarının naif sanılmasından korkmayan her iki romancı da onlara vasatın dışında roller biçerler: Başkaldırı. Başkaldırmayı öğrenmiş insan en soylu insandır. Bu temel özelliği her iki kahramanın tercihlerinde de görürüz. Toplum da her iki kahramana bir güzel dersini verir. Bu bağlamda kader arkadaşıdır Don Kişot ve Selim Işık. İmkânsız bir ilişkiyi denemektedirler birer toplum bireyi olarak yaşadıkları dünyayla; Anlaşılmak! Her iki kahramanın kaderinden de anlıyoruz ki bu yeryüzünün en büyük suçu hala cezasız kalmamaktadır.

Her iki romancının da derdi, burjuva dünyasının insanla insanın ilişkisini  metanın değişim değerine indirgediği dünyada trajik bir kahramanın bu ilişkilerle baş edebilme şansını göstermektir. Ne basit ve ne büyük bir dert. Bilirler ki yarattıkları kahramanlar, vasat insanın gönül ferahlığı ile kabullendiği değerlerle kavgalı yaşarlar. ‘Bat dünya bat’ derler ama  “Esprili, gülünç şeyler yazmak, büyük deha işidir; tiyatroda en çok zekâ gerektiren rol, aptalın rolüdür, çünkü başkalarını saf olduğuna inandırmak isteyen kişi, kesinlikle saf olmamalıdır.” gerçeğini de çok iyi bilirler.

Marks’ın burjuvazi ile ilgili tespitleri, onların ruh acısıdır:
‘Burjuvazi, tarihte son derece devrimci bir rol oynamıştır. İktidara geldiği her yerde burjuvazi, tüm feodal, babaerkil, kırsal ilişkileri darmadağın etmiştir. İnsanları doğal efendilerine düğümleyen cicili bicili feodal kordonları acımasızca koparıp atmış ve insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz “nakit ödeme” dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de, şövalyece yüksek heyecanları da, dar kafalı burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur. Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğünü koymuştur. Kısacası burjuvazi, dinsel ve siyasal gözbağlarıyla üstü örtülü sömürünün yerine, apaçık, utanmaz, dolaysız, çıplak sömürüyü geçirmiştir.

Bugüne dek üstün değer verilen ve sofuca bir ürküntüyle bakılan ne kadar eylem varsa burjuvazi bunların hepsinin üstündeki kutsallık örtüsünü çekip atmıştır. Doktoru da, hukukçuyu da, rahibi de, şairi de, iktisatçıyı da, kendi ücretli emekçisi haline getirmiştir.

Burjuvazi, aile ilişkilerinin yürek titreten duygu dolu peçesini yırtmış ve onu düz para ilişkisine indirgemiştir.’
 

Böylesi bir dünyada sınıflı toplumun vardığı bu en acımasız ve kanlı durakta, insanın insanla ilişkisinin insanca olmasını isteyen bir yürek, ya değirmenlere saldıracaktır ya da ölüme baş koyacaktır. İkisi de şövalye ruhuna yaraşır. Çıkarsız ilişkinin bir diğer adıdır şövalyelik. Bu seçim, geçmişe sığınmak değil, geleceğin insani olmayan bütün ilişkilerine başkaldırıdır.

Romans geleneğinin diliyle, gerçeğin acımasız ilişkilerini sunmanın yetersizliğini o üstün zekasıyla gören Cervantes, hayatın altüst oluşuna, uygun bir roman dili ve kurgusu yaratmıştır. Don Kişot’un deliliği son derece soğukkanlı bir hamlesidir Cervantes’in. Tıpkı Selim Işık’ın intiharını planlayan Oğuz Atay gibi. Cervantes Don Kişot aracılığı ile, uykudaki feodal ve pek soylu beylerin başına gelecekleri açık ve net görerek, sanayi devriminin çarkları arasında ezilecek o şövalye ruhunun acınası sesiyle alay eden esprili bir anlatım biçimi seçmiştir. Geçmişe sığınıyor gibi gösterdiği gelenekçi bir delinin yaşamını yepyeni ve devrimci bir biçimle sunarak modern romanın o büyük adımını atmıştır. Yaktığı ışık hala yolumuzu aydınlatmaktadır.

1970’lerde Selim Işık’ın düştüğü çıkmazda, modern insanın yalnızlığı Don Kişot’un yalnızlığından farklı değildir. İsa’nın ikinci gelişi gibidir Selim, onca yalnızlığı ile ikinci bir Don Kişot olarak. Bu sefer deli değildir ama, delirmesine ramak kalmıştır. İntihar da sıradan insanın gözünde delilik değil midir?

Dedem Korkut masallarının, her türlü meselle buluşarak vulgar Marksizm’in de eşliğinde bir saçmalıklar korosu ve kavramlar karmaşası ülkesine dönen birkaç klasik romandan başka Tutunacak bir şey bulamayan sıra dışı insanın o derin yalnızlığıdır Selim’in öyküsü. Tıpkı Don Kişot gibi, bir ayağı Romans’ta bir ayağı Roman’dadır Selim’in. Bu parçalanmanın kaç yüz yıl daha süreceği henüz bilinmemektedir. Gideceği hiçbir yeri yoktur Selim’in. Türkiye aydının karışık kafası ile buluşması imkansızdır. Sol gelenek ise, yeni bir dil bulmaktan çok, eski romansları tekrarlayan kuru bir ses gibidir. Selim Işık, ‘tarihi düzden okumaya’ çalıştıkça, ters okuyanların duvarına çarpmaktadır. Don Kişot’un aksine eğlenilecek bir hali yoktur onun. Durum aslında Don Kişot’ta da acıklıdır ama, Selim Işık’ın çağında ölümcül hale gelmiştir. Umut kapısı burjuvaziyi ezecek örgütlenme içinde değildir. Gelmekte olan gidecek olan kadar donanımlı hiç değildir. Devrimci rol, hüzün verir insana gerçeğe yaklaştıkça. Geçmişin mesellerinden başını kaldıramayan bir ortaçağ yalnızlığı hala sürmektedir. Selim’i belki de en çok bu acıtır.

Oğuz, çağdaş Don Kişot Selim’i anlatırken, tıpkı  Cervantes gibi  çağdaş roman dilinde  devrim sayılacak yeni biçimler arama cesaretini   göstermiştir. Şiirin roman içindeki anlatım olanaklarını deneyimlemiş ve buluşturmuştur. Bunun yanı sıra  Selim Işık’ın yaşadığı dünyayı bize sunarken, destan, öyküleme, tiyatro, vodvil …  gibi biçimleri sakınmaksızın ve ustalıkla kullanır.

Ortak özellikleri olarak, her iki kahraman da destansı dille ve bilgece konuşabilir ve zaman zaman saçmalar. Onlar saçmalamaya hakkı olan sıradan insanlardır. Aynı zamanda yine her ikisi de sıradan insanın kahraman olabileceğinin kanıtıdırlar. İkisini buluşturan ortak özellik, çevrelerindeki insanların onları giderek yalnız bırakmalarıdır. Selim belki de bu acıtıcı kaderi yenmek için gelmiştir dünyaya. Onu bize anlatan Turgut Özben bir umuttur Selimler  ve Don Kişotlar için. Ama yine de gerçeği bir adım önden izleme kaderi Selim’in ve Don Kişot’un peşini bırakmayacaktır. Gerçek, bazılarını acımasızlaştırırken, bazılarını hüzünlü kılar. İnsan soyundan kendini sorumlu hisseden sıradan insanın onurundan ortaya çıkmış kahramanlardır onlar. Soylu falan değillerdir. Soylu takliti de yapmazlar. Yapanların soyluluklarından şüphededirler. Yalnızlıkları, insanlarla buluşabilmek için bugüne kadar denenmiş bütün biçimleri denemelerine rağmen giderek artar. Ya iyileşmiş gibi yapacaklar ya da intihar edeceklerdir. Don Kişot’tan sonra ikinci kez yeryüzüne gelen bu Işık, iyileşmiş taklidi yaparak bile yaşayamaz. 

Artık tutunulacak her şey insanın varlığına karşıdır çünkü. İntihar, Işık’ı gösterebilmenin belki de tek yoludur, arkasında bir Turgut Özben bırakabilsin diye, siz ona mor menekşe de diyebilirsiniz, kokusu nesilden nesile süren Cezayir Menekşesi ya da…

Seçimleri, çaresizliklerinden değil, tahammülsüzlüklerinden kaynaklanır. Seçtikleri yaşam biçimi, toplum bireyi olarak varoluşlarına duydukları saygıdandır.
Selim (Işık)intihar eder, Don Kişot (Alonso) ise intihar biçiminde bir yaşam sürdürür. Sonunda seçtiği ‘normal biri’ gibi görünmek halinin intihardan bir farkı yoktur. Baş edemediği dünya onu da Selim gibi çok yormuştur. 

Çünkü o tıpkı Oğuz Atay’ın ‘çıkarsız yaşayanlar’ dünyasına aittir. Çünkü onlar tıpkı Antigone gibi ‘bu dünyaya kin değil sevgi paylaşmaya geldim’ diyenlerdendir.

Acıtıcı olan aradan geçen yüzyıllara rağmen, sanatçı ve kahramanının vardığı ölümcül yalnızlıktır.

Cervantes, Don Kişot’u burjuvazi tarafından feodalitenin henüz ortadan kaldırılmadığı ve burjuva birey kavramının oluşmadığı bir dönemde yazmış olsa da, gelmekte olan burjuva bireyinin korkunç siluetini en erken görenlerdendir. Bir sanatçıdır çünkü. Tıpkı Oğuz Atay gibi; az gelişmiş Türkiye’de çok okumuş bir aydının (ki Don Kişot da kitaplar okuyarak kafayı yemiş biridir) kaçınılmaz geleceğinin ve  ödün vermez yaşamının sonuçlarının farkındadır. Oğuz, 20 yüzyılda, burjuvazinin birey diye gerçekleştirdiği bencil hayaletin ne menem bir yanılgı olduğunu, Türkiye tarihi üzerine yaptığı güzellemelerle bize sunar. Tıpkı Cervantes’in kendi yüzyılında o ince, alaycı diliyle, destansı romanslarla dalga geçmesi, feodal romantizmi ve onun artık komikleşmiş dilini parlak zekasıyla alaşağı etmesi gibi.


Her iki roman da roman türü öncesi edebiyata gönderme yapan ve biri Engizisyon baskısına rağmen cesurca yazılmış, diğeri 70 ler Türkiyesi’nin o karanlık dönemine karşın ışıldayan ve başına gelecekleri çok iyi bilen iki romancının eseridir. Çünkü onlar çıkarını düşünmeyenlerdendirler

‘Çıkarlarını Düşünmeyenler…

(…)çıkarlarını düşünmeyenler unutulacaktır. her olayda bir kenara çekilenler gerçekten de bir kenarda kalacaklardır. yaptıkları işlerin gizli kalmasını isteyenler, bunda başarıya ulaşacaklardır. kimse, onların varlığıyla tedirgin olmayacaktır. bir gün öldükleri zaman arkalarında küçük bir iz, bir anı, birgözyaşı, bir eser bırakmadan yok olacaklardır.

Gazetedeki ölüm ilanı bile, yedinci sayfada bir kenarda kalacak, kimsenin gözüne çarpmayacaktır. hayattan

çıkarı olmayanların, ölümden de çıkarı olmayacaktır. ölüm bile onlarınadlarını duyurmaya yetmeyecektir. Herkesin mezarında güller ve menekşeler büyürken, onların mezarlarını otlar bürüyecektir. mezarları bir kenarda kalmasa bile, büyük ve muhteşem anıtların arasına sıkışıp kaybolacaktır.cennetteki muhallebicide de garson onlarla ilgilenmeyecektir. ağız tadıyla birkeşkül yiyemeden masadan kalkacaklardır. hayattan çıkarı olmayanların hayatı ,çıkmaza sürüklenecektir. kendini beğenmişliğin cezasını daha bu dünyadan çekmeye başlayacaklardır. sıkıntılarını kimseyle paylaşmasını bilmedikleri için, yalnız başlarına ıstırap çekeceklerdir. duygu alıverişinden nasipleri olmayacaktır. duygusuz, hareketsiz, tatsız bir hayat yaşadıkları sanılacaktır.çektikleri acılarla, yüzlerinin buruşmasına, saçlarının beyazlaşmasına izin verilmeyecektir. güldükleri zaman sevinçli, ağladıkları zaman kederli oldukları sanılacaktır. hayattan çıkarları olmadığı da asla kabul edilmeyecektir. böyle bir yanlışlığa düşülmeyecektir. aslında, hayattan

çıkarları olduğu ispat edilecektir, çıkarlarını korumak için canları çıktığı halde, bunu beceremedikleri için, çıkarlarıyokmuşdabirşeybeklemiyormuşçasınagillerden göründükleri yüzlerine vurulacaktır. 

(…)’

Sanki Oğuz bu satırlarda, mezarının gerçek yeri çok daha sonraki yüzyıllarda tespit edilebilen Cervantes’in tarihsel kimsesizliğini de anlatmaktadır.

Pakize Kutlu’nun kendisiyle 1972 ‘de yaptığı röportajda ‘Selim Işık kimdir?’ sorusuna verdiği yanıt, Don Kişot kimdir sorusunun yanıtı gibidir adeta:

‘Selim Işık, birçok tutunamayanın bileşkesidir. İntihar eden bir arkadaşım, Ural var; ama bütünüyle Selim Işık o kadar değil. Belki ben varım (bu cümleyi yazmayın). Adlarını yazmanın sakıncalı olduğu birçok arkadaşım var. Herkesin “tutunan” olmak istediği bir ülkede tutunamayanlığı seçen Selim Işık’la yakınlığının olması birçok kimseye dokunur diye onların adlarını saymak istemiyorum. Selim öldü. Selimlik de ölmüştür. Başarının insanı sevimsizleştirdiğini yazmıştım bir yerde; fakat tutunamayanlığın sevimliliğine de kimsenin yanaşmadığını görüyorum. Neden yanaşsınlar? Bir arkadaşımın dediğine göre, ben romanda herkesi bir bakıma tutunamayanlığa çağırıyormuşum. Henüz bir karşılık alamadım.’

Ne çok ihtiyaçları vardır bir karşılık duymaya. Hayatı son derece ciddiye aldıkları için başkalarına deli gibi görünen ve çıkarlarını korumayı bir türlü başaramayan bu kahramanlar, ölümsüzlük adına kakalanan ölüm sonrası kariyer hesaplarıyla oyalanmak yerine, bugünkü hayatlarını insana yaraşır yaşamaya çalışmışlardır çünkü. Bir ses duymak en büyük haklarıdır. 

Oysa Tutunamayanlar’ın ilk basımından sonra üzerine ölü toprağı serpilir, yok sayılır ve ancak Oğuz’un diğer kitapları gibi on yıl sonra tekrar gün ışığına çıkar ve hatırı sayılır bir okuyucu kitlesi ile buluşur.


Bu sefer onu selamlayan yeni kuşak, Tutunamayanları yani çağdaş Don Kişotları kelimenin ilk anlamıyla algılar. Tutunmayı başaramayanlar gibi. Oysa, Tutunamayanlar, tutunacak yer arayanlar değildir.

Tutunacak bir yer olmadığını ‘tutunmanın’ sahtekârlığını görenlerdir… Tutunmanın kendisine karşıdırlar.

‘Aşk kalbin tek umududur ‘ diyen Don Kişot’un aksine, Selim’e bir kala durmuş Günseli ile olan aşkı da umudunu yaşatamaz Selim’in…. Çünkü ‘mutlu aşk yoktur bilirsin’ yüzyılına gelinmiştir. Aşk en umutsuz biçimini almıştır. Aşka tutunmayı da onurla reddeder. Selim için aşk umut olmaktan öte insan onurunun ta kendisidir.

Selim için, ‘ Hayatım’ dediği şey Tutunamamaktır. Don Kişot kadar akıllı değildir o… 

Aslında incittiğimiz her insan Selim Işık’tır, Don Kişot’tur. İlk elden algılananın aksine, var olan dünyanın inkârı için yola çıkmaz onlar. Var olan dünya onların varlığına dayanamaz…

Kendi iç sesleri vardır kuşkusuz: Şanso Panso, Olric ve Büyük Engizisyoncu’da isyan eden İvan’ın iç sesi gibi. Bu iç sesler acılarının keskinliğini daha iyi gösterir okuyucuya. Zamansız ve mekânız oldukları için, zamansızlığa bir vurgu gibidir bu iç sesler, zamanı da hatırlatan. Okuyucunun zekâsı ve ilgisini ölçer gibidirler. Kahramanın hüznüne karşı, saray soytarı gibi kaba ama keskin dilleri ile, gerçeği başına kakarlar. Bu sesler, kendi haline gülen o acıklı haykırışlarıdır Don Kişot’la Selim’in. Selim’de bu ses karmaşık bir yaratığa dönmüştür. Roman kahramanlarının çağrışım ile kurulu onlarca isminde Olric ismi başlı başına bir gizdir. Selim’i bazen Olric bile zor anlar… Olric’i de Selim. Onayladığı zemin sürekli kayar çünkü. Şanso Panso’nun çağdaşıdır belki de.

Yeryüzün ilk romanı sayılan ve bir yel değirmeni kanatları gibi yıların rüzgarına karşı duran Don Kişot, Selim Işık’ın ruhunda yeniden ayağa kalkar. 

Selim, intiharınyenidenanlamdırılmasınınimkanıdırinsansoyuiçin

amanemümkün, kelimeleri bitişik yazsa da onu anlayan çıkmaz.

Tutunamayanlar hayatta kalma rolünü bile oynayamaz.

Belki, bin kaç yıl sonra var olacak öte çağların ‘yeni insanı’dır onlar.

Pek anlaşıldıklarını sanmıyorum. Bazıları gibi erken geldiler.

Son gelişlerinde mutlaka tanınacaklardır.