Sana mektup yazmadım, üstat, hayli zamandır
Yazsam da yazmasam da bil ki halim yamandır.
Sanma sana yazacak derdim, tasam kalmadı,
Yine gönlüm ateştir, yine başım dumandır…
Faruk Nafiz Çamlıbel, dostu Hamdi Aksoy’a yazdığı mektubuna yukarıdaki sıcak dizeler ile başlamış.
Sormalıyım sevgili okur! Mektup sever misiniz? Yazdınız mı sayfalarca, saatlerce, hatta günlerce, dertleştiniz mi? Duygularınız dile geldi mi hiç sınırlanmaksızın, beklediniz mi, sabırsızlıkla size yazılanı ve açarken zarfı heyecan ile titredi mi parmaklarınız, soluksuz kaldı mı yüreğiniz?
Şimdilerde e-postalar, özçekimler, emojiler gündemdeyken sırıtıyor, vakti geçmiş kalıyor sorularım farkındayım. Ya cümleler! Yarısı İngilizce, kelimelerin kısaltıldığı, ah o cümleler. Sözcük tasarrufuna kaçılarak, dilin heba edilmesini, ruhsuz seslenişleri görünce üzülüyorum. İlerleyen bölümlerde göreceğiniz, örnekler sunacağım “Onların Mektupları”ndaysa; cümlelerin şiirselliği, kurulumu ve Türkçe’nin mükemmel kullanımının yanında, özen, sabır, sevgiyle yazılmış olduklarına tanıklık edecek, siz de hayıflanacaksınız.
Biliyor musunuz? Ben severdim mektup yazmayı, hala severim sözcüklerle oynamayı, birbirinin yanına yakıştırmak için uğraşmayı, yürekten geleni iletmeyi ve bana yazılanların doğru adresi bulacaklarından emin, sorgusuz-sualsiz tenimden içeri akıp geçmesini.
Yazılmış ve sonradan kitap haline getirilmiş mektuplara ise özel merakım var. Hepsi de geldikleri zamanın sosyoekonomik durumundan siyasetine ve olaylara kadar tarihi bilgi veren, edebi dille yazılmış birer hazine benim için. Nasıl da samimiler, nasıl da sahiciler, ne de güzel ağırlarlar sizi hele bir okuyun da görün efendim.
Kısa bir internet bilgisi:
Tarihi, yazı kadar eski olan mektubun ilk örnekleri, Mısır firavunları ile Hitit krallarının diplomatik yazılarıdır. Edebi alanında ilk örneklerini Yunan edebiyatı verirken, edebiyat türü olarak daha çok Latin edebiyatında gelişip yaygınlaşacak, Rönesans’tan sonra da, tüm hızıyla Avrupa’da ve özellikle de Fransa’da yoluna devam edecektir. Didiklersek bu konu alabildiğine uzar gider, devam edelim hadi, yolumuz uzun.
Mektup, diğer yazı türlerinden farklıdır. Bağımsızdır, anlayışı geniştir, kalıp ve kural tanımaz, sınırsızdır. Doğal ve içtendir. Mektup avuntudur. Hem size dokunur hem de yazarına duyurur sesini. Kişiliğimizin aynasıdır; inancımızı, görüş ve duruşumuzu, biriktirdiklerimizi, öfkemizi, sevgimizi kısaca duygularımızı yansıtır. İki kişi arasındaki iletişimin belki de en üst düzeyidir. Gücünü, yaşam enerjisini ayrılıktan alır, ayrılıkla beslenir, dışa vurumu da yazı ile olur.
Selim İleri’nin, bir söyleşisinde “ Belki de biz, romanlarımız, öykülerimiz ile adresi bilinmeyen mektuplar yazıyoruz sizlere” ifadesi çarpıcıdır.
Tiryakisi olanlar bilir, yürekten yüreğe taşınan pek çok özel mektup vardır; dosttan, akrabadan, sevgiliden. Kimini geride kalan kardeş, kimini oğul, kimini sevgili derleyip bir araya getirerek bizlere kazandırmıştır.
Aşk mektupları denince, Nazım Hikmet- Piraye Ran ile olan, birbirinden güzel şiirlerle bezenmiş, pek çok duyguyu derinlerden açığa vurarak bizlere kadar taşıyan, doyumsuz mektuplar gelir akla ilkin:
Her kadın saçmadır sevdiği zaman / bırak da içimden seveyim seni açığa vurmadan diyen Piraye’ye,
Merhaba, Bulutlar geçiyor / haberlerle yüklü ağır / buruşuyor hala gelmeyen mektubun avucumda / yürek kirpiklerinin ucunda / benim bağırasım gelir / Piraye, Piraye, Piraye.
Ve en güzel aşk şiirlerini mektuplar aracılığıyla iletir bize, dünyaya sığmayan koca Nazım.
Hüznün ve aşkın en çok yakıştığı, talihsiz yazar Sabahattin Ali ile Ayşe Sıtkı’nın mektupları vardır sonra, “İki Gözüm Ayşe” der de başka şey demez uzunca bir süre. Mektupların avuntusuna sığınan, başında deli rüzgârları eksik olmayan adamın hikâyesini anlatmıştım size. Panzehir Dergi arşivinden bulabilirsiniz.
Ya, Kafka’nın Milena’sına olan, ümitsiz aşk mektuplarına ne demeli!
“Ne zamandır korkusunu duyduğum, mektupsuz günüm, bugünmüş meğer” der sevgilisine. Ve diğerinde “Yaşam beceriksizce hazırlanmış bir tören yemeğini andırır, kişi sabırsızlıkla bekler çerezi, oysa asıl yemek, o büyük kızartma, sessiz soluksuz yenmiştir bile” diyerek öğreti de verir yazılana ve bize.
Entelektüel sohbet ve coşan bir seviyle dolu Halikarnas Balıkçısı’nın çok yönlü kişiliği ve de uğraşları ile işlenmiş, Azra Erhat’a yazılmış mektuplar, içeriğinin zenginliği açısından, belki de dünyada tek olma özelliğini taşır. Gürül gürül başlar hepsi de “Merhaba, merhaba, yine merhaba” şeklinde ve elveda demeye dayanamadığı için mektuplarını yine merhaba ile bitirir.
Neler yoktur ki o mektuplar da;
“Bazı kuşlar vardır. Uyurken kanatlarını başlarının altına alırlar ve uyurlar. Sen de öyle yap Azra’m, başını kanadının altına al da, kendi yüreğini dinle. O, ne diyorsa onu yap. Amma beğenmeyeceklermiş, varsın beğenmesinler. Senin hayata karşı vazifen kendin olmaktır” öğüdünü bize de gönderir.
Meraklıysanız, okudukça bağımlısı olursunuz ve hayat izin verdikçe özel mektupların iz sürücülüğünü yaparsınız. Kütüphanenizde büyük bir bölüm açarsınız. Niye mi? Şimdiki dünyanın hoyratlığından, hodbinliğinden, hışmından kaçıp o dünyanın nezaketine, güzelliğine, sevgisine saklanmak için. Çünkü onlarda, dostluğun da, aşkın da, sevginin de imtiyazını, muteberliğini görür, rahatlarsınız.
Leylim, yarı canım, diye seslenir Leyla Erbil’e. Sonra “Ya sen nicesin ömrümün varı” der, hal hatır sorar, kırmışsa yüce gönüllülükle “affet bilisizim, söyle yapayım” der. Nasıl mı bitirir mektubunu has adam Ahmed Arif?
“Kalbim çatlayacak handiyse. Önünde diz çöker, önce parmaklarını, avuçlarını, sonra sonra hüngür hüngür saçlarını öperim.” Hele ki der ya “gözlerinden bi dolu, bi viran öperim” işte o vakit oturup ağlarsınız.
Sevgili refikam efendim diye seslenen, Behçet Necatigil’in kıymet bilirliği ve dil ustalığına bakın bir de:
“Canımm Efendim Huri/ye sen benim geçidimsin beyaza” der eşine daha ne desin.
Dostlarına yazdıkları mektuplar da bir o kadar nezaketli ve sevgi doludur. İki unutulmaz öğrencisi ile ilişkisini Kelebeğin Rüyası’ndan bilirsiniz. Dost mektuplarında İzmir’in genç şairine “Azizim Ahmet Günbaş” diye seslenerek, methiyeler dizdiği mektuba rastlayınca ayrı bir kıpırtı ve gurur duyduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Hakkıdır, hakkımdır.
“Bir de sevgilim vardır, pek muteber;
İsmini söyleyemem, Edebiyat tarihçisi bulsun” der Orhan Veli, Nahit Hanım aşkı için.
Sonra bugünlerde yeni çıkan ve beni benden alan, İki Satır, İki Satırdır’da kavuşan Edip Cansever – Alev Ebuzziya mektupları.
“Sana gıcır gıcır mektuplar yazacağım” diye çocuklaşan, Cansever şairdir evet ama oldukça da içe dönük biridir. Ama mesele aşk meselesi olunca kendisinden çok uzakta olan sevgiliye özlemini “Ne zaman bir yerde ikimizleşeceğiz” sevimliliğiyle sorarken, tutamazsınız kendinizi, açılmış alnının altındaki iki karamsar zeytin göze bakar, gülümsersiniz.
Biz daha çok kadın tarafında kalan mektuplardan biliriz bu sevdalukları. Kendilerine gelenlerse yüce bir ince fikirlilikle yok edilmiştir.
Çok etkilendiğim mektuplardan bazılarıydı yukardakiler. Kuşkusuz hepsi çok güzel ve özel mektuplar. Aslında bunca yolu size Bedri- Eren Eyüboğlu mektuplarına gelebilmek için yürüttüm. Yoruldunuz mu yoksa? Ama ey okur, aşk yorar adamı!
Benzer lezzetle okuduğum mektupların çoğu, hayatın belli bir döneminde yazılmış, devam etmemiştir. Bedri- Eren Eyüboğlu mektupları ise; yaşam biçimi haline gelmiş, zorunlu ayrılığa kadar yazılmıştır. İlişkinin çatısı olmuş bu mektuplar; aşkları, özlemleri, dargınlıkları, sohbetleriyle beraber birbirini zenginleştirip geliştirerek bir nevi okul gibi eğitici içerik de taşımış, iki renkli, sıra dışı kişiliğin yaşadıklarına, ürettiklerine görgü tanıklığı yapmıştır. Ve mektuplar; neredeyse tüm yaşamları boyunca her türlü dargınlığa, ayrılığa ve engellere rağmen kesilmemiş, ilişkide göbek bağı olmuş, her ikisi de bu bağa anlaşılamaz bir şekilde tutundukları için, her şeye rağmen yazılmaya devam etmiştir.
Bu canım mektupları bir araya getiren, oğulları Mehmet Hamdi Eyüboğlu’dur.
Mehmet Eyüboğlu derleme işine karar verdiğinde, evin her yerinden, her sandık ve dolaptan yığınla mektup çıkmış. Onları tarih sırasına koyarken çok hüzünlenmiş, çok ağlamış, dayanamayacağını düşünerek kaldırmıştır. Uzun bir ara verişten sonra tekrar bu zahmetli ve duygusal yönden oldukça ağır olan işe cesaretle yeniden soyunmuştur. Kendisi de uzun yıllar mektuplaştığı, Fransız sevgili ile yaşamını birleştirmiştir. Armut dibine mi düşer, yoksa kendi söylemiyle elma uzağına düşmez mi? Size bırakıyorum.
Gelecek ay, Eyüboğlu çiftinin mektupları, kişiliklerinden yansıyanlar, nasıl tanıştıkları, aşkları, sanatları ve tabi ki “Karadut Hikâyesi” yer alacak. Birbirimizi, hoşgörü ile kucaklayıp seveceğimiz günlerimiz olsun.
(Hülya Duman’ın bu yazısı PANZEHİR Edebiyat ve Kültür Sanat Dergisi’nde yayımlanmıştır.)