Liseyi yatılı okulda okudum. Ortaokuldan sonra girilen kurumlar sınavında Trabzon Ev Ekonomisi Meslek Lisesi’ni kazanmıştım. Aslında aynı okul Ankara’da da olmasına rağmen 14 yaşında bir kız çocuğu için Trabzon daha uygun görünmüştü bizimkilere. Büyük şehre cesaret edemediler. Mersin’deki öğretmen lisesini de kazanmıştım ama orada okursam liseden sonra dört yıl da eğitim fakültesine gidecektim. Hâlbuki meslek lisesinden mezun olduğumda direkt atamam yapılacaktı. Dört yıl fakültede okuyup eğitimim için para harcanacağına, kendi maaşımı kazanacak, hem de emekliliğe daha erken hak kazanacaktım. (Bakın beyler, benim emeklilik hayalim yıllar öncesine dayanır, EYT’yim şimdi, verin benim hakkımı. Amerika gibi yıllar sonrasını planlayalım derken cortladı bizim plan. )
Aslında öğretmen lisesinde okumayı çok isterdim. Matematik ve edebiyata ilgim vardı. Bizimkiler kararı bana bıraktılar. Onlar için de çok zor bir yazdı hatırlıyorum. Çünkü herkes, “çocuğunu meslek lisesine gönderme, okusun çocuk, geleceği parlak” diyordu ama zordu. Babam, üniversiteyi kazanırsan seni okutmak için elimden geleni yaparım ama söz veremem kızım demişti, çünkü söz veremezdi. O yaz uyumadığını söyledi karar için. Onun için de çok zor bir karar, canım babam onun yerinde olmak istemezdim.
Kayıt için babamla beraber çıktık yola. Neredeyse 24 saatlik bir yolculuğun ardından, okulun idari binasının merdivenlerini çıkarken, döndü, “emin misin kızım” dedi. “Eminim” dedim. O soruyu kendine de mi soruyordu acaba şimdi düşünüyorum. Aynı gün otobüsle geri döndük Mersin’e.
Böyle başladı yatılı okul maceram. Sınıftakilerin çoğu uzak yerlerden geldiği için sadece 15 tatil ve yaz tatilinde memlekete gidebiliyorduk. İletişim de oldukça kısıtlıydı. Dört yıl boyunca yan yana koyun koyuna yaşadığımız arkadaşlarımızla hafta sonu mezunlar buluşmasında bir araya geldik.
Buluşmaya son anda karar verdim. Önce gelemeyeceğimi söylemiştim çünkü. Arkadaşlardan arayan oldu ve mazeretlerim karşılık bulmadı. Konaklama bilgilerini falan sordum zira Ankara’yı bilmediğimden kendimce planlama yapmak zorundaydım. Anacım hemen dedikodumu yapmışlar. “Ayşe oteli sormuş, yatakları beğenmezse gelmeyecek herhalde, ne kadar değişmiş bu kız, eskiden böyle değildi” ler falan işte. Eskiden…
Eskiden böyle değildik, saf ergen kızlardık. Eskiden… çok ağlardık. Misal ben kardeşimin dişlerinin çıktığını göremeyeceğim diye çok ağladım. Bütün sınıf bilir o kardeşimi. Neye ağladığımızı bilirdik o zamanlar. Neye ağladığımızı bildiğimiz yıllardı. Okulun ilk zamanları acayip bir ruh halindeydim. Kafamı her kaldırdığımda ailemin resmini görüyordum gökyüzünde ve onlara bakarak ağlıyordum. Ağlıyorduk.
Sonra alıştık okula. Hınzır bir sınıftık. Gerçi ben çoğu şeyi hatırlamıyorum. Buluşmada, hafızası iyi olan bir arkadaş, şöyle, böyle yapardık dedikçe ben “aaa eveeett” diyordum. Bir süre sonra hatırlasam da hatırlamasam da “aaaa eveeet” demeye başlamıştım. Sanırım fark edildi bu durum. Hatırlamadıklarım bile duygulanmama yetmişken bir de hatırlasam nasıl olurdu bilemiyorum. Okuldan kaçmaya bile başlamıştık, tabi bu son sınıfta oluyordu. Okulumuz deniz kenarındaydı. Gecenin karanlığında deniz kıyısındaki kayalıklara kadar koş, sonra yan taraftaki dikenli tellerin üstünden atla ve ana yola doğru koşmaya devam et. O dikenli tellerde gece kuyruklar oluyordu, kaçanların oluşturduğu kuyruk. Ah anacığım Ankara’ya gönderseydiniz böyle olmayacaktı belki, ufak şehirde daha rahat okuldan kaçılıyor zannımca. İyi cesaretti bizimki.
Ergenlik zamanları, doymuyoruz verilen yemeklerle. Asma kilit açmada usta arkadaşlar var ,gece yemekhaneye girip zeytin ekmek ç-alıyorlar. İnsan imreniyor tabi ama asma kilit açabilecek el becerisi de yok ki. İtliğin birinden eksik mi kalacağız, arkadaşa rica ediyoruz. Sen açıversen hayrına, sonrası bizde diyoruz, hırsızlık yapacağız okul başkanı arkadaşımla. Ben de onur kuruluyum:))
Velhasıl o gece yemekhaneye girip zeytin ve ekmek alıyor, kilidi güzelce kapatıp izimizi bırakmadan doğruca yatağa gidiyoruz. Ulan havyar yemiş gibi mutluyuz (hiç havyar yemedi).
İstiklal Marşında müdür konuşma yapıyor ” gece yemekhaneye girenler kimse çıksınlar ortaya yoksa ben onları bulmasını bilirim” Ulan yemekhaneye daha önce kaç kere girilmiş ama yakalanmak bize kısmetmiş. Kaldıramadım kafamı, çok korkmuştum, devlet malını yemiştik.
Meğerse gece o heyecanla zeytinleri döke döke çıkmışız yukarı. Bizi bir telaş sarıyor ne yapsak ne etsek, içimiz içimizi yiyor…
Kesin enseleneceğiz diyoruz. Artık göt korkusu mu nedir bilmiyorum itiraf etmeye karar veriyoruz arkadaşımla. Bende onur kurulu yazan rozet arkadaşımda okul başkanı yazan rozet, boynumuz eğri, müdürün odasına giriyoruz. Kısık sesle “bizdik” deyip aynı anda rozetlerimizi müdüre doğru uzatırken “biz bunlara layık değiliz” diyoruz:))
Lan amma dram yapmışız ha.
Ağlıyoruz da bu arada :))
Müdür, gayet soğukkanlı , “alın bu rozetleri takın tekrar, Türkiye’nin sizin gibi münevver insanlara ihtiyacı var, bu konuşma da burada kalacak” minvalinden cümleler söyleyip bizi yolluyor…
Ulan İstiklal Marşı’nda blöf yapıp olayı çoktan unuttu da biz mi boşuna kafaya taktık, bak şimdi…
Hırsızken birden münevver oluvermiştik, ne oldum dememeli ne olacağım demeli işte. İlk kez münevver kelimesini de o zaman duyuyorum. Bundan kelli bana münevver diyebilirsiniz:))
İşte o yılları beraber yaşadığımız arkadaşlarla buluşmaya gidiyordum. Mezun olduktan sonra geçen 23 yıl içinde bazılarıyla görüşmüşlüğüm vardı, haberini aldıklarım vardı, hiç görmediklerim vardı. İnsan, bazen her şey hayalindeki gibi kalsın istiyor. Çünkü değişiyoruz. Gerçi çekirdek hep aynı, etrafındaki elektronlar değişiyor, bazı elektronlar yer değiştiriyor diye düşünüyorum aynı zamanda. O gün, o buluşmada kimse değişmemiş aslında diye çok söyledik birbirimize. Buluşmaya gitmeme sebeplerim arasında hayal kırıklığı yaşamak istememek de olabilir, zira yaşadığım zamanlar oldu. Gerçi ben izin verdiğim ölçüde beni kırabildiklerinin de sonradan farkına varmıştım. Kırılmadan geçen bir hayat yok zaten. Neyse oradaydık işte, diğer kimliklerimizi bırakıp anne ve eş olarak değil kendimiz olarak vardık. Böyle olması daha güzel bence, zira bazen diğer rollerimiz arasında kendimizi rahat ortaya koyamıyoruz.
Buluşma planlamaları yapılırken, Ayşe’nin bu buluşmayı hikâyeleştirmek için gelmesi lazım diyen olmuştu. Konuyu açtığım başka bir arkadaşıma, sorumluluk yüklemeyin bana, siparişle yazamıyorum ben diye naif bir şekilde durumumu anlatacak oldum ki “ o sözler, seni gaza getirmek içindi, merak etme o kadar da güzel yazmıyorsun zaten, yazmasan da olur, geldin ya” deyiverdi iyi mi? Resmen oyuna gelmiştim. Arkadaşım ne kadar zayıf karakterlisin, senin kendi aklın yok mu kızım, gitmek istiyorsan gidersin, istemiyorsan gitmezsin değil mi? İşyerinde odada çay söyleniyorken, içesim olmasa da onlar içerken canım çeker belki diye e hadi ben de içeyim derim. Ya da çay teklifine yok derim e hadi iç bir tane dedikleri zaman olur içeyim derim. Kızım çay içesin var mı yok mu o bile belli değil…
Neyse işte, Ankara’ya sabah çok erken vardım. Gelecek olan diğer arkadaşları bekledim otogarda. Tesadüf o gün küresel iklim değişikliği ve ekoloji mitingi varmış. Sinop Nükleer Karşıtı Platform da katılacaktı, sosyal medyada görmüştüm. Ankara’ya gelip de iki slogan atmadan dönmek olmazdı. Fakat planlamayı nasıl yapacağımı bilemiyordum. 15 yıldır nüfusu 30 bin’i geçmeyen şehirlerde yaşıyorum çünkü. Korkuyorum büyük şehirlerden anlıyor musunuz korkuyorum, oh bee söyledim rahatladım. Mitingin iptal olmasıyla da neyse ki planlama zorunluluğum kalktı ortadan…
Ankara’nın insanı çok yardımsever. Karşımıza hep iyiler çıktı belki de, olsun benin aklımda iyi olarak kalacaklar. Yolu sorduğumuz insanlar özenle cevap vermeye çalıştılar hep, hatta bir tanesi neredeyse kalacağımız otele kadar bize eşlik edecekti. Selpak alıyorum, iyi günler ayağınıza sağlık diyorlar, hesap ödüyorum aynı cümle. Ufacık bir söz günü güzelleştiriyor işte. Yaşadığım şehirde pek alışkın olmadığım durumlar bunlar. Yaşadığım şehirde, mağazaya girersiniz, almayacaksanız denemeye utanırsınız ya da beğenmediyseniz bir kıyafeti, sorun kıyafette değil, sizdedir kesin, halbuki o kıyafet çok güzeldir. Öyle işte…
Buluşma mekânımıza geldiğimizde hocalarımız da oradaydı. Sarıldık hepsine, gece boyunca da sarılmalarımız bitmedi. Beraber oynadık, beraber türküler söyledik. Okuldayken bize karşı yakın olan hocalarımız yine aynıydı. Okuldan konuştuk. Bizimle mesafeli olan hocalarımızdan bahsettik. Bize yüz vermemeleri gerektiği konusunda idare tarafından uyarılan hocalarımız bize yüz vermiş biz de onlara gönül vermiştik. Pırıl pırıl çocuklardınız ama gidip düğmeci buluyordunuz kendinize dedi hocalarımızdan biri. Hocam tabi düğmeci bulacağız, 2-3 saatlik çarşı izninde pastane, postane, hastane yasak, zaten yasak olmasa da okul alışverişine sebep manifaturacı, yüncü, düğmeci falan geziyoruz. Biz düğmeci bulmayalım da kim bulsun değil mi deyip gülüşüyoruz. Ayranlarımız içerken bir arkadaşımız, masaya gelen hocamıza bizim sınıfın kızları laktoz bağımlısı olmuş hocam baksanıza şunlara diyor, gülüşüyoruz yine. Ayranlar geçmişe kalkıyor, geçmişimize. Bir ara üst sınıflar hocalarımızı dansa kaldırıyorlar. O ana kadar her şeye gülen ben, onları seyrederken duygusallaşıyorum. O küçük çocuklar, nasıl güzel kadınlar olmuşlar deyip sanki olayın dışındaymışım da film seyrediyormuşum gibi elim çenemde onları seyrediyorum. Yanımdaki arkadaş, daha fazla ayran içirmeyin şuna diyor. Valla ayran değil “geçmiş” beni çarptı arkadaşım. Herkes herkese çok güzel görünüyordu o gece.
Çoğunluğumuz tek maaşlı ailelerin çocuklarıydık. Aramızda en fazla bir iki kişi vardı çift maaşlı aileden gelen ya da durumu az hallice olan. Kantinden bisküvi almanın olağan bir şey olmadığı zamanlardı o zamanlar. Kazaklar ödünç alınıp giyilirdi. Bir elmayı ne kadar kişi ısırabiliyorsa o kadar kişi ısırırdı. Aileyle haftada bir, telefonla görüşülürdü. Çarşıya haftada bir, 2-3 saatliğine çıkılır, çarşı izninde kot pantolon giyilmezdi, postane yasaktı ama yakalanma pahasına gidilirdi ve jetonla ya sevgili ya aile aranırdı. Herkesin yeşil, bordo ya da kahve keten pantolonu vardı. Yatılı okuduğum için hiç pişman olmadım. Meslek seçimi derseniz hep içimde kaldı ama. 10 yıl kadar önce Trabzon’a geziye gitmiştik ve okulumuzun tam karşısındaki Su Ürünler Araştırma Enstitüsü’nde kalmıştık. Sabah erken saatte kimsenin vaktini çalmayayım geziye devam edelim diye, kaldığımız yerin karşısındaki okuluma koştum. Köpekler havlıyordu içeri giremedim korkumdan. Duvarlar harap, pencere camları kırık döküktü. Elimde bir fotoğraf makinesi olmaması ve yalnız olduğum için içeri girememem içimde kaldı. O yıkık camlar kaldı hafızamda. Sabahın erken saatleri, köpek sesleri fonda, bir süre yıkık pencerelerle ağlaştık. Son bir kez nöbetçi masasının oradaki merdivenlerden sınıflarımıza, yatakhanemize çıksaydım, bir iki tane fotoğraf çekseydim keşke, keşke…
Bir gün bir hocamız cetvelle sıra dayağı atmıştı bize ve bir arkadaşın elinde kırılmıştı cetvel. Yemekhanede kırılan cetveli hocanın masasına bırakıp, yemeği protesto etmek için tabldotlarımıza vurmaya başlamıştık. Yemekte pırasa olduğu için protestoda zorlanmamıştık ama bir arkadaşımız “laan dayanamıyorum” diyerek pırasaya girişmiş, toplu eylemimize son vermişti o gün. Mesafeli hocalarımız çok sevmezdi zaten bizi. Sıra dayağını da hak etmemiştik. Ertesi gün evlerimize gidecektik, bavullarımız falan hazırdı ama yine de etüt yapılmıştı. Hadi etüt yapıldı, sınıflara alındık, bırakın da eğlenelim gülelim değil mi? Sıra dayağı nedir allasen ?
Bir gün de erkek okulu gelmişti okula (sanıyorum Van Ziraat Meslek Lisesiydi) ve bizi yatakhaneye kilitlemişlerdi aşağıya inmeyelim diye. Diğer detaylar aklımda yok ama muhtemel ki pencerelerden sarkmışızdır oğlanları göreceğiz diye. Canım ne olacaktı ki en fazla birileri bakışırdı yani. Cep telefonu falan da yok en fazla mektup arkadaşı olurduk birbirimizle sevgilicilik oynardık kim bilir? Sonra da neden düğmeci buluyorsunuz?
Anılar çok işte. Hepimizin hafızasında parça parça detaylar var. Bir gün bir araya gelip parçaları birleştirmek lazım. Bir araya gelmek lazım işte bahane arıyorum… Velhasıl kelam, bu hafta sonu geçmişimizle, çocukluğumuzla, gençliğimizle buluştuk.
Ve Nilüfer’imizi anmadan bu yazı bitemez. Nilüfer’imiz vardı bizim. Birçoğumuz ilk maaşımızla kıyafet, gitar vs alma planları yaparken babasına inek alma planları yapan Nilüfer’imiz. Boşanmak istediği kocası tarafından kurşunlanarak dünyaya veda eden Nilüfer’imiz. Çocukları nerede ne yapıyor diye soramadığımız Nilüfer’imiz, öyle işte…
Erk-ek şiddetiyle eksilmeyeceğimiz günlerin umuduyla #8 Mart …