
“EV YAPIMI MEMUR” ÜZERİNE
Biraz önce “Ev Yapımı Memur” adlı öyküyü okudum. Önce adı ilgimi çekti, daha okumadan zihnimde tahayyül etmeye başladım. Malum insan topraktan yaratıldıysa, bize önce biraz toprak lazım sonra da su. Bunları iyice karıştırıp kokmaya bırakalım. Ama tabii ki bu ev yapımı bir memur yapmaya yetmez. Bu çamura Tanrı’nın ruh üflemesi gerekir. Yoksa kilden yapılmış bir biblodan farkı kalmaz.
Gerçi bir memurun ruhu olup olmadığı da tartışılır ya. Yıllarca aynı zaman ve rutinde yapılan işlerin bir ruh gerektirdiği de söylenemez doğrusu. Hatta bir ruha sahip olanlar da bu yeknesaklıkta, soğuk suyu yavaş yavaş kaynamaya başlayan bir kurbağa gibi fark etmeden kaybederler ruhlarını. Bu o kadar yavaş olur ki hiç bir şeyin aslında değişmediği, hep aynı kaldığı zannedilir.
Oysa o ilk atanılan zamanki heyecan hatırlansa, fark edilecektir neler değiştiğinin. Sonuçların açıklandığı gün ekran başında, dualar edilerek kimlik numarasının o küçük kutucuğa yazılıp “sorgula” düğmesine tıklandığı anı. Sonrasında, ekranda beliren ve sanki saatlerce dönen “bekleyiniz” yazısının altında birbirini kovalayan fasit daire okları sabırsızlıkla seyretmeyi ve nihayetinde beliren yazı karşısında hissedilenleri.
Falanca ilin falanca ilçesi falanca köyü. İlin adı bilinse de fiziki haritadaki yeri konusunda pek bir fikir yoktur. Oysaki coğrafya dersleri hep iyi olmuştur. Köyün adı telaffuz etmekte zorlanılır. Türkçe bilgileri hatırlanarak -ve tabi biraz da matematik- soldan başlayarak hecelere bölünür köyün adı. Artık söylenebiliyordur, önündeki belirsiz yıllarca çalışılacak, kültürü öğrenilecek ve sıkılınacak yerin adı. Ama tabi o anda bilinmez bütün bunlar. Çünkü aslında fazla kalınmayacak bir yerdir gidilecek köy. Plan bellidir, tayin istenir, gerekirse bir torpil bulunur, en fazla bir sene sonra memlekete dönülürdü.
Önce tayin işlerinin öyle “basit” olmadığı anlaşılacak ve planlar en başta bozulmaya başlayacaktır. Öyle ya, daha asalet tasdik olacak, sonra gidilmek istenen yerde kadro boş olacak, amirin işine taş koymayacak. Sonra B planına geçilip, torpil arayışına çıkılacak, yeterince yakın bir tanıdık yoksa eşten dosttan yardım istenilecek, sonra suyunun suyundan medet umulacaktı. Ulaşılan nüfuzlu tanıdık baştan savma bir “hallederiz” diyecek, zaman geçtikçe yapılmayan tayinin sonucu sorulunca sinirlenip “Oraların da hizmete ihtiyacı var, herkes giderse buralarda kim hizmet verecek” diye göya vatansever birkaç nida atılacaktı. Oysa yeterince yakınen tanıdığı olanlar hizmete olan ihtiyacı istedikleri yerlerde yapmaya çoktan başlamış olacaktı.
Bunlar olurken aynı oda, aynı masa, aynı demirbaşlar hatta aynı insanlarla geçecek olan yıllar çoktan başlamış olacaktı. Kuruma gelen ve önceleri bey veya hanfendi diye hitap edilen kişilerin artık çocuğunun hangi sınıfa gitti bile bilinecekti. Hatta çok samimiysen bir de çay söylenecekti. Cevabının ne olduğu umursanmadan “Nasılsın?” diye sorulacak ve yine nasıl olduğunun bir önemi olmadan “hamdolsun” veya “çok şükür” diye cevap verilecekti.
Geçen zamanın hızını kuantum teorisyenleri bile hesaplayamayacak ve dolanık kalmış iki atom gibi bir taraf şimdideyken diğer taraf için çoktan on yıllar geçmiş olacaktı. Bu ancak yine bir sohbet esnasında fark edilecek “Falanca olayın üzerinden bilmem kaç yıl geçmiş” olacaktı. “Hadi ya, oldu mu o kadar?” cümlesi zihninde yankılanacak ve bu soru ile fark edilecekti geçen zamanın, kıyafeti, konuşmayı hatta düşünceyi değiştirdiği.
Gitme fikrinden ne zaman vazgeçildiği hatırlanamayacak, ancak önemi de kalmayacaktı. Artık memur maaş katsayısı, izin kesintileri ve emeklilik dolduracaktı zihnini. Su çoktan kaynamaya başlamış olacaktı. Kurulmuş otomatlar gibi sorgulamadan günler geçmeye başlayacak ve asla geri alınamayacak hayat sayacının hızlıca akması beklenecekti. Akacaktı da, tıpkı geçmiş gibi gelecek de akıp gidiverecekti. Beklendiği sanılan gün geldiğinde ise “emekli” olmaya hazır hissedilmeyecekti. Çünkü yılların rutini artık kırılması zor bir kabuk haline gelmiş olacak, “Zaten emekli olunup da ne yapılacak?” tı. Ama aslında olan, geçip gidiversin istenilen hayatta “Nasıl yaşanılır?” öğrenilememiş ve kendi ile kalmaktan korkulur olacaktı.
Sevgili yazar. Öykünüzde, peynirin suyu süzülsün diye üstüne taş bastırıldığından ve kaynatırken dağılmaması için iyice süzülmesi gerektiğinden bahsetmişsiniz. Pek tabii doğrudur. Müsaadenizle eklemek istediklerim var.
Kaybedecek suyu kalmadığında taşın ağırlığın da önemi kalmaz ve unutulmamalı ki süzülürken aslında kendi ağırlığından da kaybeder. Memurun da, geçen yılların ağırlığı altında ruhu süzülür ve ağırlığın önemi kalmayacak kadar hissizleşir.
Aslında birçoğumuz gibi.
İsmail KARAMAN