Nihayet evimdeyim. Dört aylık ayrılıktan sonra evime kavuştum. Ne yaptın bu kadar zamandır derseniz… Uzun hikaye.
Yaz tatili için memlekete gitmiştim. Eylül ortasında dönerim diye düşünmüştüm. Ama Eğin (Kemaliye) gezisine de katılayım diye biraz uzattım biletimi. Harika bir gezi yaptık. Ama tam uçağa binmek üzere yola çıkmışken başıma gelen bir kaza tüm planlarımı altüst etti. Kırılan kaburga kemiklerimi önce Malatya’da daha sonra da hastane uçağı ile getirildiğim Almanya’da Essen’de bir hastanede tedavi ettiler. Aslında tedavi ettiler sözü abartılı oldu, kendi kendine kaynamak üzere serbest bıraktılar. İhtiyaçlarımı tek başıma halletme durumunda olamadığım için önce bir kaç hafta bir arkadaşımda (Nevin) kaldıktan ve bana yardımcı olmak üzere Hafize Türkiye’den geldikten sonra evime dönebildim. Aslında bu yazıda, kazanın nasıl olduğunu, yaşadıklarımı ve duygularımı anlatmak istiyordum ama onu bir başka zamana bırakıyorum. Şu anda evime gelebilmiş olmak çok değerli benim için.
Eve yabancılaşmışım, neyi nereye koyduğumu bile şaşırdım bir an. Eskiden olsa ilk işim Üniversiteye gidip arkadaşlarımla kucaklaşmak olurdu. Ama araba kullanamıyorum ve henüz kalabalıklara katılmaktan biraz ürküyorum. Ya grip olursam ya öksürürsem korkusu sardı içimi. Neden mi? Öksürmek, gülmek, hapşırmak, derin nefes almak tam bir işkence. Kaburgalarım yeniden kırılıyor sanki.

Eve gelince ilk işim odaları dolaşmak oldu. Duyan da kırk odalı bir evde oturuyorum sanır. Küçücük de olsa evim, Hafize’nin sıkı denetiminde dolaştım işte.
Henüz arkadaşımın Türkiye’den taşıyıp getirdiği bavulumu, naylon torbalarda duran ıvır zıvırımı açmadım. Duruma intibak etmem gerek önce. Neredeyim, neden, ne zaman gibi sorular yerleşmeli kafama. Biraz zaman kazanmalıyım. Bavulu açmak demek, çalışmak, kirli çamaşırları yıkamak, içindekileri uygun yerlere yerleştirmek ve ayrıca ağrıyan kaburgalarımı daha da ağrıtmak demek. Gerçi arkadaşım bana hiç bir iş yaptırmıyor ama, yine de açmayacağım. Bakalım kaç gün sürecek bu tembellik.

Ama haftalardır uzak kaldığım laptopumu açtım. Ve hemen yazmaya başladım. Yazmayı nasıl da özlemişim. Gazete haberlerini, makaleleri telefonunun küçücük ekranından, eski gözlüğümle okumaktan gına gelmişti. Neden eski gözlük sorusu takıldı aklınıza mutlaka. Kazada, henüz taksitlerini ödemekte olduğum yeni gözlüğüm de kırılmıştı. En azından büyük ekranda okuyor ve yazıyorum şimdi. Okumak da pek istemiyor canım. Başlıklar felaket haberleri ile dolu.
Yangınlar, cinayetler, deprem, savaş, ekonomi, işsizlik ve seçim öncesi artık iyice rezilleşmiş siyasiler.
Kendime bir kaç gün izin verdim. Ruhumun bedenimi yakalaması gerek. Özcan’dan öğrendim bunu. Hayatım ve dünyaya bakışım kazadan sonra epey değişti. Kendime ayırdığım küçük zamanlarım bir anlam kazandı. Bu acımasız çark, modern zamanların koşturmacası, nefes alacak zaman bulamamak, stres, soluksuz koşmak… Beden koşuyor ama ruhun hep geride kalıyor. Bekle, nefes al, kendi içine de bir yolculuk yap…

Balkona çıktım. Buz. Hava simsiyah. Çiçeklerimin çoğu donmuş veya kurumuş. Maydanozlarım coşmuş. Yılbaşı çiçeklerim açmak üzere. Tomurcuk dolu üstleri. Orkidem de bir dal vermiş, tomurcuklu. Yakında açar. Özlem onlara da iyi gelmiş galiba. Belki de sevinçten coştular., „Ooh Berin yok, durmadan oramızı buramızı okşayıp, koklayıp, şarkılar söylemeyecek, kafa dinleyeceğiz“ demişlerdir.
Evimi nasıl da özlemişim. Renklerini, anılarımın kokusunu, sevdiğim yalnızlığımı, kaktüslerimi, baykuşlarımı, ıvırımı zıvırımı, duvarda asılı resimlerimi, kitaplarımı, kitaplığın üzerinde duran Ertan’ın fotoğrafındaki bana bakışını…
Tam da karanlık mevsimde geldim evime. Kasım ve aralık aylarını hiç sevmem. Hatta ocağı da. Çok sevdiğim yakınlarımı kaybettiğim, hastalıkların yakamıza yapıştığı aylar. Gökyüzünün suratını astığı, güneşin bulutların arasından burnunu çıkaramadığı aylar. Islak bir soğuk, pus, sis… Kuşlar bile geçmez balkonun önünden. O zaman yapılacak tek şey var. Mumları ve abajurları yakmak.
Öyle de yaptım. Işıl ışıl oldu odam. Hasta ziyaretine gelenlerin getirdiği çiçekler, masanın üzerinde açılmayı bekleyen bir tomar mektup, düzenlenmesi gereken kağıtlar… Sırça köşkteki cam biblolarım, renkli camlarım, pencereye astığım kristaller… Ah bu pencereden bir ışık huzmesi vursa odaya karşı duvarda ve eşyaların üzerinde nasıl inanılmaz ışık oyunları yapar güneş. Evimi ve içimi ısıtan güneşi de özledim.
Kendimi Youtube’den rastgele seçtiğim bir Feidman’a bıraktım şimdi. Başımın altına kocaman, yumuşak bir yastık aldım. Yoksa kaburgalarımdan uzanamıyorum bile. Yüzümü orta masasında yanan kocaman muma çevirdim. Gözlerimi kapatıp mumun yaydığı ısıyı hissetmeye çalıştım. Gözkapaklarımın ardından ısıyı değil ama mumdan yansıyan ışık oyunlarını görebiliyorum. Uyumuşum. Bir sessizlik uyandırdı beni. Mum erimiş sönmüş. Gri yine ortalık.
Soğuk bir ürperti. Aklıma Ertan düştü. Kitaplığın üstünden bana bakıyordur şimdi. Açmadım gözlerimi. Ama şevkatli, sevecen, yumuşacık, hüzünlü bakışını hissediyorum. O bakış ısıtıyor içimi.
Zaman nasıl da akıp gidiyor. Yirmi iki yıl öncesi, sanki bu an gibi aklımda. Tam da dört Aralık. Bugün de ayın dördü. Ertan, ameliyattan felçli çıktından sonra beş ay gelememişti eve. Ben bu süre içinde, Ertan’ın tekerlekli iskemleyle girebileceği bir ev bulmuş, taşınmış ve evi eski düzenine uygun bir biçimde yerleştirmiştim. Rehabilitasyon sonlandığında mayıstı. Güneşli bir gündü. Ben evdeki son hazırlıkları yaparken eve getirdiler Ertan’ı.
Herkes gittikten sonra ilk kez yalnız kaldık. Salonda benim şu anda üzerinde uzandığım koltuğa vurmuştu güneş. Ertan iskemlesinin tekerleklerini telaşla çevirerek yaklaştı koltuğa. Bir ahşap kaydıraktan yararlanarak kendini koltuğa çekti. Oturdu. Artık kontrol edemediği bacaklarını iki eliyle tutarak koltuğa yerleştirdi. Çok zayıfladığı için kocaman kalmış simsiyah gözlerini kaldırarak bana baktı. „Gel yanıma“ dedi. Gittim oturdum. Omuzlarımdan tutarak başımı dizlerine koydu. „Biliyor musun?” dedi, „bu uzun aylar boyunca bir tek bu anı özlemiştim. Evimi ve seni.“ Sonra sustu. Güneş penceremizden çekilinceye kadar orada oturduk. O saçlarımı okşadı usul usul. Ben… Ben boğazımda düğümlenmiş bir hıçkırık gibi, onun yüzünde kuruyan gözyaşının bıraktığı izi yaşayarak yattım dizinde. Onu ne kadar çok özledim. Bir daha göremeyeceğimi biliyorum elbette ama tuhaftır yine de hasretle bekliyorum, Rüyalarımda hep yıllar süren bir yolculuktan dönmüş oluyor Ertan ve ona neden geç kaldı bu kadar diye kızıyorum… yine gidecek diye korkuyla tutuyorum elini. Aynı koltukta aynı gün uzanmış ve uyuya kalmış olmak nasıl bir tesadüf. Onu 24 Aralık’ta kaybettim. O gün de yaklaşıyor. Hristiyan aleminin en kutsal günü. Pencerelerden sarı sıcak ışıkların yayıldığı mutlu gün. Benim en mutsuz günüm oldu.
Evet evimi özlemişim. Herkes özler evini. Evde anılar gizlidir. Evde senden başka kimsenin göremediği renkler vardır, kokular vardır. Kapıların arkasına gizlenmiş hayaller. Kapıları açtıkça tek tek çıkarlar karşına. Aslında onlar hep oradadırlar da, o kadar saygılıdırlar ki, sen ancak onları anımsarsan çıkarlar ortaya. Sesler vardır, kahkahalar, hıçkırıklar, şevkatli dokunuşlar, kadeh sesleri, tartışmalar, gülüşmeler, kırılan tabakların izleri, enginar dolmasının tatlı kokusu, bit pazarlarından özenle seçilmiş başkalarınınken senin olmuş hatıralar, kurumuş gül yaprakları, bir muhabbet kuşunun mor tüyü, doğmamış çocukların oyuncakları, kimselerin oynamadığı rengarenk misketler, kardeşinin atmaya kıyamadığın eski fotoğraflarla dolu deri kutusu, tığ işlerine sinmiş ana kokusu… Artık yanında olmayanlar, özlediklerin, bir daha hiç olamayacaklar, kaygıların, sevinçlerin ve hatta umutların… Herşey gizlenir evinde. Ve bunları sadece sen görür bilirsin. Bir gün yok olduğunda evini boşatmak için gelecek olanlar bunların toplamının aslında sen olduğunu, çok yakının olsalar bile anlamayacaklar… Tüm anıların seninle birlikte yok olacak. Pencerenin içinde duran fesleğenin nasıl koktuğunu, neden koktuğunu, sana ne anlattığını nasıl bilecek ki eve giren yabancı?
Bugün bu mum ışığında uyur, düşle gerçek arasında gidip gelirken bunları düşündüm galiba. Şimdi gün bitmekte penceremde. Mum da söndü. Ayaklarımdan yukarıya doğru yürüyor karanlık. Geçtiği yerler buza kesiyor. Ayaklarım üşüdükçe sıcak anılarımdan sıyrılıyorum.
Aklımda yine reel dünyanın kötülükleri… Savaşlar, yangınlar, felaketler nedeniyle çok sevdikleri evlerini, anılarıyla beraber umutlarını, sevgilerini, insanlığa olan inançlarını, onları onlar yapan herşeylerini yitirmiş dizi dizi insan… Yürüyorlar. Mevsim kışa dönmekte. Geceleri çok ayaz olur dağlar, bozkırlar. Kışın daha da soğuk. Kar buz. Çocuklar kadınlar, ihtiyarlar, altında tekerlekli iskemlesiyle iki ateş arasında kalmış amcalar, kınalı parmaklarıyla güçten iyice düşmüş torununun solmuş saçlarını okşayan nine, tenceresinde kuru ot ve taş kaynatan anne, yardım örgütlerinden gönderilen küflü ekmeğe bakan korku dolu aç çocuk gözleri…
İnsanın insan olduğundan utanacağı zamanları yaşıyoruz.
Bakıp da görmeyen gözlerin kör olacağı, taşa kesileceğimiz zamanlar.
Üşüyorum. Bir yandan da iyi ki yaşıyorum diye düşünüyorum. O kadar çok şey var ki yapmak istediğim.