Ara Parça
Sevmek ve söylemek
Ardından iyilik gelir ister istemez
Bir orman buduyoruz uyanın farkına varın
Bir kasırgaya karşı duruyoruz
Bitkice değil şüphesiz ama tam insanca
Korkmayın dalgalardan yılmayın
Çekin kürekleri
Turgut Uyar
Sevgili Zehra,
Mektubuma yazdığım içeriğe uygun bulduğum bir Turgut Uyar şiiriyle başlamak istedim. Malum Femtrak dergimiz yakında adı Turgut Uyar olan bir şiir ödülü verecek. Bu şiir, mektuplarımda söz ettiğim tüm kadınlara gitsin.
Yaz boyunca mektuplarımıza ara verdik ama teknoloji sayesinde bol bol sesli mesajlarla konuştuk; düşüncelerimizi, duygularımızı yoğun bir şekilde paylaştık. Bu yaz benim için de çok hızlı ve biraz da tatsız geçti. Özellikle Temmuz ve Ağustos aylarındaki aşırı sıcak günler, orman yangınları, şu günlerde de ani sel baskınları küresel ısınmanın artık hayatlarımızı ne kadar tehdit etmeye başladığının en somut kanıtıydı. Hızlı hava değişimleri önce beni hasta etti ve çok uzun süren bir yaz gribi geçirdim. Ardından annem önce bronşit sonra da zatürre oldu. Tabii bu süreçlerde erkek kardeşim bir gün bile bana destek olmadı. Erkek çocuklar istisnalar dışında, eğer ailede bir kız çocuk varsa kendilerini yaşlı ebeveynlerinden asla sorumlu hissetmedikleri gibi bu kız kardeş bekâr ya da benim gibi boşanmışsa kendilerini çok daha sorumsuz hissedip bunun kadınların doğal görevi olduğuna kendilerini inandırıyorlar. Kardeşim oldukça entelektüel, eğitimli üstelik bir aile ve iş sorumluluğu olmayan, sadece kendi için yaşayan birisi. Buna rağmen beni neredeyse en acil durumlar dışında tamamen yalnız bırakıyor. Yani en düşük eğitim düzeyindeki erkekle gelişmiş görünenler arasında aslında pek bir fark yok. Ataerkil sistem bakım işlerini ( çocuk, yaşlı, engelli vb.) şevkat, koruma, merhamet özelliklerini kadın doğasına yükleyerek erkeğin bu görevlerden sıyrılmasını koşullamış. Tabii bir süre sonra büyük olasılıkla dışarıdan yine başka bir kadından destek alarak ama yine onunla ilgili her şeyi ben üstlenerek bu işi yürüteceğim. Sonuçta 92 yaşında, hafif demans sorunu olsa da annemin her zaman olumlu, hiç şikayet etmeyen ve her şeye karşın ayakta ve dimdik durmaya çalışan tavrı bana en büyük destek.
Gelelim Haziran ayının başlarında 20 günü bulan Bodrum seyahati ve sana geçen yıl ayrıntılı anlattığım muhteşem bir doğası olan devremülk tatiline. İlk önce kaşarcı kediyi aradı gözlerim ama yoktu. Büyük olasılıkla ya kaşar bulamadığı için daha zengin bir siteye gitmeye karar verdi ya da bu seçiciliği onu yaşatmaya devam etmedi. Tabii ki onu göremeyince üzüldüm biraz. Ancak bu kez bitişiğime kiracı olarak gelen komşularımın renkli görüntüleri kahkahaları ve güler yüzleri moralimi yükseltmeye yetti. Hatırlarsan geçen sene ağabeyine, oğluna ve erkek torununa köle olan, tüm kaprislerine katlanan, mutfaktan çıkamayan ve doğal olarak tatilin tadını çıkaramayan dul bir komşum vardı. Son gün çok bunaldığı bir anda bana açılarak tüm duygularını paylaşmış ve bundan sonra tek başına kendi hayatını yaşamak ve yalnız tatil yapmak istediğini söylemişti. Oysa şimdi bitişiğimde çok keyifli, rengarenk dört kişilik bir kadın arkadaş grubu vardı. Bu öylesine bir tezattı ki gerçekten beni hem mutlu etti hem de şaşırttı. İlk intibam büyük olasılıkla hepsinin bir şekilde bekâr olduğu ve bu nedenle bu kadar özgürce ve keyifle tatil yapabildikleriydi. Oysa tanışınca şaşkınlığım daha da arttı. Hepsi evli, çocukları olan, emekli ama ne istediklerini bilen ve farkındalıkları güçlü kadınlardı. Kocalarını ve çocuklarını evde bırakmış ve rahatlıkla tatile çıkabilmişlerdi. Bu dörtlü aslında daha kalabalıkmış ama o anda kimler uygunsa küçük, büyük gruplar oluşturarak beraber hareket ediyorlarmış. Aslında emekli olunca gerçek yeteneklerini keşfetmek için ilgilerini çeken her kursa katılıp orada kafalarına uyan kadınlarla müthiş bir grup oluşturmuşlar. Böylece, bu motivasyon, birbirlerine her türlü destek ve dayanışmayla emeklilik hayatlarını neredeyse ikinci bir varoluş olarak zenginleştirmeyi ve sosyalleştirmeyi başarmışlardı. Hepsinin çok özel yetenekleri vardı. Örneğin ev buluşmaları, bildiğimiz kadın günleri gibi değil atölye mantığında mutlaka bir şeyler üreterek geçiyormuş. El işlerinden, giysi takı vb. tasarımlara, sanat ve zanaat ağırlıklı işlere kadar geniş bir yelpazede öğrendiklerini, yaratıcılıklarını birbirlerine aktarıyor, üstelik ürettikleri her şeyi üzerlerinde taşıyorlardı. Ayrıca rahatlıkla eşleri ve çocukları bırakıp birlikte kültür gezileri, şehir turları, tatiller yaparak kendilerine renkli bir kadın dünyası yaratmışlardı. Tabii dostluk, güven, sevgi ve paylaşmak onları daha da canlı kılmış, yaşlarını asla göstermeyen farklı tarzlarda ve meslek gruplarından gelen bu kadınları iyice parlatmıştı. İlgi duyup yapmak istedikleri her şeye açıktılar, dans da ediyorlar, yemek de öğreniyorlardı. Aslında farklı karakter, tarz ve meslek gruplarındaki bu kadınların aralarında hiçbir sorun yaşamadan; hiçbir hiyerarşi gütmeden; tatilde bile üretken ve bir şeyler yaparak; her gün yeni bir programla etrafı gezerek, gösterileri konserleri takip ederek zaman geçirmeleri beni etkiledi. Diğer komşumun mutsuz ve umutsuz yüzüyle bunların gülen yüzleri, son derece aktif ve enerjik halleri gerçekten tam bir tezattı. Aralarından birinin gösteri sanatları alanındaki yeteneği o denli görünürdü ki ona yaratıcı drama kurslarına gitmesini belki de bir sertifika alabileceğini anlattım. Hemen kabul etti. Emeğiyle çalışan, kendi parasını kazanan meslek sahibi bir kadının evli ve çocuk sahibi olsa bile farklı bir yaşantısı olabileceği ancak bunun için de önce farkındalığı olması, haklarına sahip çıkması ve tabii ki toplumun kalıpyargılarından kurtulması çok önemli. Diğer komşum da emekliydi ancak hâlâ ağabeyine ve ailesindeki yetişkin erkeklere bakmakla yükümlü sayıyordu kendini. O nedenle bu iki örnek toplumsal cinsiyet bağlamında bu mektupta seninle paylaşmak istediğim bir konu oldu. Tabii ben bu alanda çalışan ve kendimi feminist olarak tanımlayan bir kadın olarak henüz bunu başarabilmiş değilim. Örneğin bir hafta anneme bir yardımcı ayarlayarak tatil yapma fikri henüz uzak geliyor. Belki bu nedenle bu arkadaş grubu beni bu kadar etkiledi.
Diğer yandan bu kadınların tüketim toplumunun esiri olmayıp ellerindeki malzemelerden, var olan giysilerden, kumaşlardan yaratıcılıklarını kullanarak eklemelerle, kesip biçmelerle, örerek kendi giysilerini ve takılarını üretmeleri de çok değerliydi. Bir çeşit geri dönüşüm kültürüne de katkıda bulunan bu seçim hem sanatçı gibi yaratıcılıklarını ortaya çıkaran hem de ekolojik anlamda değerli gördüğüm bir özellikti. Ayrıca malzemeyle uğraşmak, birlikte atölye ortamı gibi çalışmak teröpatik bir amaca da hizmet ediyordu sanki. Ayrıca giysileri hiçbir yerde göremeyeceğimiz özgünlükte ve rengarenkti. Her gün farklı renk ve modellerle pek de para harcamadan bu kadar şık nasıl olunabiliyordu? Bu konuda hiçbir yeteneğim olmaması beni biraz üzdü.
Toplumsal cinsiyet farkındalığı bir gözlükse eğer, dönüş yolunda bu gözlükle başka bir kadınsal durum daha dikkatimi çekti. İstanbul Hava Limanı’nda annemi taşıyan arabalar genelde erkeklerin kullandığı modern ve hızlı olanlardı. Ancak bu kez orta yaşlı, çok da güçlü görünmeyen bir kadın görevli, bildiğimiz klasik tekerlekli sandalyeyle geldi ve çok uzun yolları güçlükle, sadece fizik kuvvetle kat etmek zorunda kaldı. Dayanamayıp neden diğer arabalardan kullanmadığını sorduğumda, erkek görevlilerin çok erken saatlerde gelip onları aldığını ve arkadaşlarına da ayırdığını, oysa kadınların evdeki sabah sorumluluklarını da yerine getirdikten sonra ancak çalışma saatinde gelip sadece bu sandalyeleri bulabildiklerini anlattı. ‘’Ama sizin gücünüz daha az diğerleri size daha uygun’ dediğimde kan ter içinde ‘’maalesef bunu düşünen yok’’diye cevap verdi. O denli bu sistemi kabullenmişti ki idareye bunu bir sorun olarak götürmek aklına bile gelmiyordu.
Gelelim feminist ironi ya da genelde ironi konusuna; bizim ülkemizde gerçekle ironi o denli yakınlaştı ki bence eleştirel bakış için ironi yetersiz kalıyor ve senin de fark ettiğin gibi çoğu zaman anlaşılamıyor. Yani gerçek o kadar absürd olabiliyor ki ironi düşünsel mesafeyi koyamayacak kadar güçsüz artık, çünkü kolaylıkla gerçekle karışabiliyor. O nedenle bence tiyatroda dil dışında bedenle farklı bir iletişim yaratılabilmeli ve mesafe buradan kurulabilmeli diye düşünmeden edemiyorum. Ama nasıl? Beklenmeyen bir jest, temsil, beden devinimi, sözsüz bir sahne belki seyirci üzerinde daha yabancılaştırıcı bir etki yapar ve düşünsel ve eleştirel mesafeyi yaratabilir. Örneğin çok eski yıllarda sendikalı bir kadın tiyatro grubu çok amatör bir oyun yapmıştı. Kadınların iş yükünü anlatabilmek için oyunun bir yerinde yoğun ev işleri yaptıkları kısacık bir filmi oynatmışlardı. Ancak bu filmi ters oynattıkları için, baş aşağı eller yerde akrobat gibi örneğin çamaşır makinesine çamaşır koyarak, çocukları besleyerek temizlik yaparak bu zorluğu göstermeye çalışmışlardı. Oyunun arasında sözsüz ama o kadar etkileyici bir imge yaratmışlardı ki hiçbir söz ev emeğinin güçlüğünü bu denli çarpıcı biçimde gösteremezdi. Baş aşağı ve hızla yapılan bu işler 90’lı yıllardan beri unutmadığım bir iz bırakmış bende. Tez konum olan bir feminist oyunda da bu mesafeyi temsil üzerinden yapmıştı yazar ( Cloud Nine/ Carlyl Churchill) Evin reisi babanın tüm eril değerlerini içselleştiren eşi bir erkek oyuncu tarafından, koloni döneminde yanlarında köle olarak çalıştığı, İngiliz ailenin değerlerini içselleştiren siyah olması gereken oyuncunun beyaz ve bu ataerkil hiyerarşi içinde en alt sıradaki evin küçük kız çocuğu da bir oyuncak bebek olarak temsil ediliyordu. Hangi ironik dil bu kadar çarpıcı olabilir? Tabii bu da temsil düzeyinde görsel bir ironi ama sözlerden daha çarpıcı bence.
Kuram konusuna gelince, ben kuramların hayattan ve gerçeklerden çıktığını ve bir şekilde akademide düzenlendiğini düşünüyorum. Yani gözlemler, yaşanan bir deneyim aslında bir bilimin ya da sanatın kuramını oluşturuyor. O nedenle, bazen tersten de gidilebilir. Fizik kanunlarından birini öğrenip sonra dikkat bile etmediğimiz, yaşam içinde içselleştirdiğimiz bir olaya farklı bakmaya başlayabiliriz. Örneğin, belki bilimsel anlamda suyun kaldırma kuvvetini bilen biri daha güven duyarak yüzmeye başlayabilir. Ayrıca kuramlar bir şekilde daha derin düşünme pratiği de oluşturabilir. Tabii gösteriş gibi altı doldurulmamış, hesabı verilmemiş alıntılardan, kuramsal yazılardan söz etmiyorum. Ama ben feminist tiyatro kuramlarından çok şey öğrendim ve hayatla bağlarını kurarken kafam çok daha netti.
Dergimize gelince yarı akademik tanımı, aslında akademiyle ilgili değil. Daha derine inen, oyunların düşünsel boyutunu ortaya çıkaran, biçim içerik ilişkisini sorgulayan, yüzeysel oyun eleştirilerden farklı bir yol benimsediği için. Ama bu tanımı değiştirmek konusunda haklısın, eğer böyle algılanıyorsa tabii.
Son olarak, Avrupa şampiyonu kadın voleybol takımımızla ilgili birkaç söz ederek mektubumu bitireyim. Çoktandır bir an bile mutlu olamayan bizlere bu gururu ve mutluluğu yaşatan olağanüstü başarılı bu kızlara ‘’Filenin Sultanları’’ tanımını asla yakıştıramıyorum. Onlar neden sultan olsun ki, hangi sultan voleybol oynamış? Onlar olsa olsa ‘’Süpürgesi Olmadan Uçan Cadılar’’ olabilirler. Çünkü gerçekten uçabiliyorlar.
Sevgiyle kal