Sevgili Tijen
Her yıla yeni umutlarla başlıyoruz. Geçen yıl da 2022’ye bütün sıkıntılara rağmen umut ve keyifle girmiştik. Biliyorsun hiçbir şey benim yaşama umutla bakmama kolay kolay gölge düşüremez, öyle sanırdım hep. Ama şimdi farklı bir boyuttayım. İnsan yaşadıkça yeni bir şeyler deneyimliyor. 2022 yılıyla vedalaşırken bu yıl yaşamımızda olup bitenlere bakıyorum; beni sevindiren, düşündüren öfkelendiren, hüzünlendiren ya da inanılmaz bir acıya boğan her şeyi belli bir uzaklıktan izliyorum tıpkı bir fotoğraf albümüne bakar gibi. Aradaki tek fark foto albümünde hep güzel anlar yakalamaya çalışırız, olumsuz olanı unutmak isteriz, bu da doğal sanırım. Ama gerçek yaşam ne yazık ki öyle değil.
Yaşasın Teb Oyun Dergisi.
Tijencim, önce seni ve dergimizde çalışan genç arkadaşlarımı yürekten kutlamak istiyorum, Teb Oyun Dergisi’ni online olarak çıkarmayı başardınız sonunda. Biliyorsun bunun gerçekleşmesini çok istiyordum TEB eski başkanı eleştirmen arkadaşımız sevgili Ragıp Ertuğrul’a da (onu güler yüzüyle öyle sık hatırlıyorum ki) bizlere bu konuda destek olması için kaç kez rica etmişimdir. Sonunda bu hayalimiz gerçekleşti. İşin bana göre en güzel yanı da dergide tiyatroda toplumsal cinsiyet konusuna geniş çapta yer vermemiz. Böylece dergimiz bu tür konuların tartışabileceği harika bir platform oluşturuyor, bunun beni ne kadar heyecanlandırdığını tahmin edemezsin.
Toplumsal cinsiyet alanında izini sürdüğüm sorular
Biliyorsun söz konusu sanatta toplumsal cinsiyet olunca biraz mesafeli bir bakışım var; sanatın her alanında tiyatroda, sinemada, dizilerde, romanda estetik kaygının ötesinde bana bu alanda yeni bir bakış getirecek, ufkumu açacak bir şeyler arıyorum hep. Bireysel öykülerle toplumsal ve politik mekanizmalar arasındaki bağlantılar çıkıyor mu, evetse nasıl? Ataerkil zihniyeti, söylemleri sadece erkeklerin değil kadınların da içselleştirdiklerini biliyoruz. Sanatta buna yer veriliyor mu? Bizleri yönlendiren manipülasyon mekanizmalarının neler olduğu; bunların nasıl aşılabileceği gösteriliyor mu; kilit noktaları neler? İzlediklerimde, okuduklarımda hep bu soruların izini sürüyorum. Zaman içinde bu alanda öyle duyarlılaştım ki izlediğim ya da okuduğum bir çok şey beni yeterince tatmin etmiyor. Sözgelimi tiyatroda bazen güzel bir buluş ya da muhteşem bir oyunculuk beni de senin kadar heyecanlandırıyor ama sonra çok çabuk sabun köpüğü gibi silinip gidiyor. Gerçi bu da günümüzün hızlı temposu içinde bugüne özgü bir gelişim ama ben bana dokunan, beni sarsan ve tabii ki düşündüren kalıcı bir şeyler arıyorum.
Kendi çalışmalarımdan
Şimdi yıl sona ererken de aylarca sabah akşam üstünde çalıştığım Hatırlayamadıklarımız romanımın son düzeltmelerini yapıyorum. Son yıllarda romandan tiyatroya uyarlama modası var ya, ben tam tersi bir yol izleyip bugünlerde kitap olarak yayınlanacak olan iki kadın oyunumu romana uyarladım. Bu çok ilginç bir deney oldu benim için. Bakalım okuyucusunu bulacak mı? Yazmanın en güzel yanı insana bir şeyler katması, başlangıç zor bile olsa işin içine girdikten sonra kendini iyice kaptırıyorsun, bu da yepyeni bir enerji veriyor insana. Eşim Norbert biliyorsun edebiyat eleştirmeni, yazma sürecinde bana getirdiği eleştiriler inanılmaz yol açtı. Kimse onun kadar özenli ve dikkatli okuyamazdı yazdıklarımı, bu açıdan çok şanslıyım. Bir de tabii erkek olmasına rağmen kadınlarla dayanışma içinde olması, dünyaya onların pencerelerinden de bakması çok ender bir şey. Annem “çok az erkekte olan bir özelliği var” derdi onun için. “O da dinleme ve empati yeteneği”. Şu günlerde biz ikimizin dışında konuklarımız var evde, dertlerine ortak olduğumuz konuklar, Hatırlayamadıklarımız romanımın baş kişileri, öyle korkunç şeyler yaşamışlar ki yine de umut dolular, onların mücadele gücüne ve direnişine hayranım.
Hem İstanbul hem de Köln’de yaşamam bir şans bence. Böylece sadece bizim penceremizden bakmıyorum bu konulara. Belki de sadece İstanbul’da yaşasaydım bakışım farklı olurdu bilemiyorum. Geniş bakış açısı önemli sanırım. Bu hem bizde hem de öteki ülkede olup bitenlere daha mesafeli bakabilmeyi ve karşılaştırmalar yapabilmeyi sağlıyor.
Bu yıl içinde mektup kitaplarımız Berin Uyar’la korona öncesi başladığımız, Yola Çıkarken Evde Kalmak Eylem ve Ejder’le İçinden Tiyatro Geçen Mektuplar çıktı, uzun süredir üzerinde çalıştığım göç ve kadınlarla ilgili iki tiyatro oyunu ve iki uzun deneme yazımı içeren kitabım Blickwechsel (Bakış Değiştirme)Almanya’da yayınlandı, Ayaspaşa kitabım yeni baskısını yaptı, daha bir dolu şey oldu. Ama bana göre en güzeli kolektif yaratıcılığı hedef alan projelerdi, ortak bir alanda buluşmamız ve birbirimizden güç almamız, bu bence çok güzel bir şey. Şimdi de seninle Feminist Mektuplar’da yollarımız kesişiyor.
Ortak çalışmaların içinde tiyatro oyunlarımın da iki yıldır Türkiye’nin farklı bölgelerinde oynamasına ne kadar sevindiğimi tahmin edersin. Doğu Anadolu’da Van, Antep, Diyarbakır’da dolaşan Lena, Leyla ve Diğerleri oyunum yüzüncü temsilini çoktan aştı. Yedi yıldır farklı yorumlarla ve oyuncularla sahnede. İstanbul’da Berna Laçin Hayal Satıcısı’nı güzel götürüyor. Doğaçlamaya yatkın bir oyun olduğu için oyunun taşlama ve eleştirel boyutu sulandırılırsa korkusunu yaşıyordum ama öyle olmadı. Ankara’da ise genç arkadaşlarımla kendi sahnelediğim Yüzleşme oyunu izleyiciyle buluştu, Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde de sergilendi. Belgeselci arkadaşım Deniz Şengenç’le hazırladığımız Anlatılamayan Öyküler, Yedi Kadın adlı eril şiddeti yaşamış olan yedi kadının birbirleriyle kesişen öykülerinin anlatıldığı dijital tiyatro projemiz ise Ankara Çankaya Belediyesi Kadın Etkinlikleri çerçevesinde Mart ayında sergilendi. Arkadaşlarımın büyük bir özenle hazırladıkları sergide ve yine orada sahnelenen oyunumuzda beni en şaşırtan elli yaş üstünün ortalıklarda görünmemesiydi. Tuhaf oldum, tahmin edebilirsin. Korona korkusu insanların elini kolunu bağlamıştı sanki.
Yeni ortak projelerimde ise bir arpa boyu ilerleme yok. Senin de içinde yer alacağın Ataerkilliğin Şifreleri projesi ve iki bölümlük Erkeklik Hapishanesi oyunum çekmeceye tıkıldı. Bu projelerin yine kolektif yaratıcılığa yol açacağı için inanılmaz heyecan verici bir yanı var, Ankara’daki arkadaşlarımla güzel bir birlikteliği de yakalamıştık, umarım bu da gelip geçici bir şey değildir ve 2023’de yeniden yeşerebilir.
Virüs salgınlarıyla dolu dördüncü yıla doğru
Tijen şaka maka değil koronalı (tabii başka virüs salgınları da eksik değil) dördüncü yıla giriyoruz. Belki de bizler virüs salgınının olmadığı bir dönemi artık hiç yaşamayacağız. Bu arada bir telaştır gidiyor, Koronaya savaş sürüyor, aşılar bulunuyor, aşı karşıtı süper zekalılara rağmen insanlar aşı olmak için uzun kuyruklara giriyor, tam rahatladık, rahatlayacağız diyoruz ki yeni virüs varyasyonları çıkıyor. Nerede? Aşıların hiç ulaşamadığı Afrika’da ya da yoksulluğun ve sefaletin kol gezdiği dünyanın başka bir yerlerinde. Bu böyle sürüp gideceğe benziyor. Dünyanın unuttuğu bir yerlerde yeni virüs varyasyonları doğuyor, bunlara karşı yeni aşılar hazırlanıyor, paralılar daha da paralanıyor, parasızlar bu dünyadan ayrılıyor, bitmeyen bir süreç bu. Kendi hazırladığımız bir kısır döngü. Tedirginlik hala sürüyor, hep aşırı dikkat, hep farkındalık, hep temizlik çılgınlığı. Ellerini kolonyala, yüzünü sabunla, saçlarını şampuanla, üstünü değiştir, elini şuraya buraya sürtme, kimseye dokunma, insanlardan uzak dur, uzak dur, uzak dur…Hep maskeli gezdiğimiz için, lafımızın anlaşılması için sesimizi çıkarmayı, lafları yutmamayı, gözlerimizle konuşmayı öğrendik. Yakında ‘Gözleri Okuma Sanatı’, ‘Uzaktan İletişimin Sihirli Gücü’, “Dijtal Dünyanın Büyüsü”, “Maske ile Konuşma Sanatı” gibi yeni kitaplar piyasaya sürülürse hiç şaşmam. Bir de hemen Korona öncesi ya da Korona başladığında doğan ‘anti dokunmatik bebekleri’ düşünüyorum. Yaşamlarının en önemli iki, üç yılında çok yakınları dışında kimse dokunamıyor onlara; kimse kucağına alamıyor; öpüp, koklamıyor. Acaba bu bebekler nasıl gelişecekler? Ürkek ve korkak mı olacaklar? İşin bu yanını da teknoloji düşünsün. Anti dokunmatik bebekler için özel üretim cep telefonlarına ne dersin? Öyle ki nur topu gibi serilip serpilerek dijitalleşsinler. Daha konuşmayı ve yürümeyi öğrenmeden dijital dünyanın sırlarını keşfetsinler, duygularını emojilerle ifade etsinler.
Toksik güçler şiddet ve savaş
Bu yılın en korkunç olaylarının başında Rusya Ukrayna savaşı geliyor. Rusya’nın saldırısının sonucu olaylar çığ gibi büyüdü. Benim Lena Leyla ve Diğerleri oyunum nedeniyle son yıllarda kaç kere gittiğim Kherson, Odessa gibi kentler Rus işgalinde, TV’de verilen savaş görüntüleri içler acısı. Bu oyunu yazdıktan sonra Ukrayna, sevgi dolu insanlarıyla, sanatçılarıyla yaşamımın iyice içine girdiğinden, olup bitenler beni çok sarstı. En korkuncu da Amerika’nın uydusu olan Almanya’daki savaş çığırtkanlığı. Alice Schwarzer’in bu savaşı durdurun çağrısı üstüne kıyamet koptu Almanya’da. Sanırım sadece bizde değil Almanya’da da normopati hastalığı (normopatlar çevrelerini aşırı derecede önemsiyorlar ve onlar gibi olmaya çalışıyorlar) dev boyutlarda. Yani insanların uyum sağlayabilmek için her şeyi normal bulmaları, hiçbir şeyi sorgulamamaları, anlayacağın her şeye ‘’evet’’ diyen sınırsız bir konformizm.
Beni en sevindiren olay İran’da kadınların başkaldırısı. Başkaldıranların işkence gördüğü, hapse tıkıldığı, öldürüldüğü, sokak ortasında asıldığı bir ortamda kadınlar ve zaman içinde onları destekleyen erkekler cesaretleriyle tarih yazıyorlar. Ne kadar dayanacaklar, dayanabilirler bilemem ama adaletsizliğe karşı savaşlarında bütün dünyanın onları desteklemesi gerekirdi. İran’daki gelişmeleri büyük bir heyecan ve hayranlıkla izliyorum.
Köln ve İstanbul arasında
Bir süredir Köln’deyim yine ve tabii ki İstanbul’u özlüyorum. İstanbul ilaç gibi geliyor bana. Yaşadığımı hissediyorum yepyeni bir canlılık ve enerji doluyor içime. Köln’ün verdiği huzur ve tekdüzelik enerjimi yavaş yavaş tüketirken, İstanbul’da yeniden doğuyorum sanki. Köln tekdüze ve sıkıcı cennet, İstanbul heyecanlı ve neşeli cehennem desem tuhaf mı olur? Köln’de alışverişe çıksan aradığını şıp diye bulur hangi saatte eve döneceğini de dakikası dakikasına bilirsin. Bir de bunu İstanbul’da dene bakalım. Sokağa çıktığında nereye gideceğini bile bilemezsin, yakına mı yoksa uzağa mı, yürüyerek mi yoksa arabayla mı, bu taksilere, çalışma saatlerine ve tabii ki taksicilerin keyfine bağlıdır. “Abla Çukurcuma’ya gidemem ama Şişli’ye giderim”… Harbiye’ye mi gitmek istiyorsun kendini birden Beşiktaş’ta bulabilirsin. Arkadaşınla Kabataş iskelesinde mi buluşacaksın, soluğu Karaköy’de alabilirsin. Bu arada sıkışmış trafikte gazetesine dalmış olan şoföre yolun açıldığını mı söyleyeceksin yoksa ikide bir klaksona basıp ağzının içinden şuna buna küfreden şoförü mü yatıştırmaya çalışacaksın, yoksa ‘kadına bak ne biçim araba sürüyor, ulan senin şoförlük neyine” lafı üstüne şoföre haddini bildirmeye mi hazırlanacaksın, bütün bunlar bindiğin arabaya ve şoförüne bağlı. Sıra geldi alışverişe. Sebze, meyve ve tatlı ve deterjan mı alacaksın, balık, soğan, elektrik süpürgesi torbaları, bulaşık eldivenleri ve Rize çayı ile geri dönebilirsin, artık Allah ne verdiyse, o güne ne kısmetse. Heyecanlı bir yaşam, çünkü bir an sonrasını bilemiyorsun, hiçbir gün de diğerine benzemiyor. Korona yaşamımızı altüst etti de bundan en çok sıkılan Almanlar oldu, bizde öteden beri sürüp giden kaosa Korona sadece minik bir katkıda bulundu, hepsi bu. Tabii kaostan zararlı çıkanlar virüsün yere serdikleri oldu, bağışıklık sistemi zayıflamış olan, yoksullar, yaşlılar.
Şu İstanbul cehennemini deliler gibi özlememe gerçekten şaşırıyorum. Tıkış tıkış trafiği, bulunmayan taksileri, arkadaşlarımla İstanbul’un bilinmeyen yerlerinde gezmeyi, Cihangir’in şişkoluktan patlamak üzere olan kedilerini, meyhanede kafa çekmeyi, öğrencilerimle tiyatroya gitmeyi, Galata Port, Gazhane, Fişekhane gibi yepyeni büyüleyici mekanlar keşfetmeyi, şehrin gürültüsünü, boğazın masmavi sularını, sokaklarda sızıp kalmış olan tinercileri, başları neredeyse göğe çarpacak olan yüzleri gözleri boyalı transları, yol yordam bilmez Arap turistleri, gemilerin arkasından kahkahalar atarak uçuşan martıları, seyyar köftecileri, Maraş dondurmacısının artistik performansını, arkamdan ‘anne’ diye bağırarak tepemi attıran dilenciyi, Arnavutköy’deki Adem Baba Balıkçısı’nı, İnci’deki profiterolu, Bebek’teki dondurmacıyı en çok da sokaktaki insanlarla sohbeti özlüyorum.
2023 benim açımdan hiç de kolay bir yıl olacağa benzemiyor Tijencim. Yine de yaşadığımız şu anın tadını çıkartmaya çalışıyorum. Sana da sevdiklerinle beraber güzel anlarını çoğaltabildiğin sağlıklı, verimli bir yeni yıl diliyorum.
Bu yıl en beğendiklerimi de mektubumun sonuna ekliyorum. Beğendiğim oyun, dizi ve filmlerin bazılarını Cumhuriyet’te yayınladım.(www.zehraipsiroglu.com) Hepsi toplumsal cinsiyetle ilgili.
Tiyatro: Prima Facie/ (içselleştirilmiş aterkilliğe ışık tutan bir oyun)
Film: Elfriede Jelinek (belgesel) / Ateş Gecesi (Meksika-film)
Dizi: Alev Alev (toplumsal cinsiyet izleğini gündeme getiren gerilimli bir dizi)
Deneme: Elif Şafak, Firarperest ( yazarın sorunlarla yüzleşmekten kaçınmayan ancak öfke ve saldırganlığı aşmış olan bakışını çok beğeniyorum)
Alice Schwarzer, Lebenswerk ( Normoatiyi hedef alarak savaşa karşı duruşu, trans modasını sorgulaması, kadın ticaretine karşı çıkması ile hep gündemde)
Sevgiyle kal
Zehra