Sevgili Zehra,
Son mektubunda sonbahar rüzgarlarının değil kış fırtınalarının ortasında kalmış bir ruh halinde olduğunu ifade etmiştin. Umarım bu fırtınalar henüz kar yağmasa da Kış’ın bembeyaz, dingin karları altında yumuşayıp, biraz daha mesafe alabildiğin ve daha rahat zamanlar geçireceğin günlere evrilir. Ben Kış aylarını pek sevmem çünkü çok üşürüm. Bu öyle bir üşümedir ki bazen ne kadar giyinsem ısınamam. Aslında bunun bir ruh üşümesi olduğunu bilirim. Karanlıkla beraber enerjim de biraz düşer. Ama şimdilerde her mevsimin güzelliğini fark ederek yaşamak, tadını çıkarmak gerektiğine inandığım bir döneme geldim. Yaş aldıkça bunu daha fazla fark etmeye ve her durum ve koşulda nefes almanın değerini bilmeye başlıyoruz galiba. Son olarak Berin de iyileşme sürecinde bize bu bilgiyi yaptığı her şeyle kanıtladı. Sen de benim için böyle bir rol modelsin. Onun için senin enerji alanında da her şeyin iyi gideceğine yürekten inanıyorum.
Kış ve soğuktan bahsederken aklıma Çomakdağ köyünde evine gittiğim bir nine geldi.Tek bir oda, ince bir yer yatağı ama odanın üç tarafı tavanlara kadar onlarca yorgan. Bu kadar çok yorganı bir arada hiç görmemiştim. Sonrasında kendime yazdığım bir notta ‘’bu köyde doğsaydım hiç üşümezdim’’ yazmışım. Bu köyün özelliklerini daha yakından öğrenince içimi ısıtan o kadar çok şey oldu ki…
Bu yıl yine güzel bir yaz günü Turgutreis pazarında gördüğüm Çomakdağlı bir kadın beni geçmişe, Çomakdağ’a götürdü. Tüm diğer köylü kadınlardan farklı olan bu kadını, başında çiçekleri, ipek çemberisi ve altınlarıyla zeytin ve bazı otlar satarken görünce yine heyecanlandım. Sanki uzun süre görmediğim bir dostumla karşılaşmış kadar sevindim.
Çomakdağ bir dağ köyü ve burada 500 yıldır geleneklerini kaybetmeyen yörükler yaşıyor. Milas’a yakın Beşparmak Dağları üzerinde zeytinlikler arasındaki bu köyde kadınlar o kadar görünür ve mağrur ki neredeyse buraya kadınlar köyü demek geliyor insanın içinden. Kadınlar üzerlerinde taşıdıkları altınlar, ipekler ve başlarındaki çiçeklerle çok ihtişamlı, farklı ve güzel. Her sabah uyanıp o günkü ruh hallerine göre başlarına renk renk çiçekler takıyorlar; kendi dokudukları ipeklerle başlarını saçları görünecek şekilde çemberilerle süslüyorlar ve tabii altınlarını da takıp günlük hayata karışıyorlar. Çok çalışıyorlar ama hem aile hem de topluluk içinde bunun karşılığı var. Çünkü erkeklerle daha eşit bir ilişki içindeler ve ailenin yönetimini birlikte üstlenmişler. Özgürce köyün içinde dolaşıyorlar, çalışıyorlar ve gerektiğinde eğleniyorlar. En şaşırdığım ise eşe hiç sormadan karar alabiliyorlar; ailenin geleceği ile ilgili konularda söz sahibi olabiliyorlar. Örneğin evinde kaldığımız bir kadın kocası ticaret yapmak için köyden ayrıldığında, satılık bir arsa çıkarsa ve kafası yatarsa kocayı beklemeden, ona danışmadan bu arsayı satın alabiliyor. Şehirlerde bile rastlanamayacak bir inisiyatif alma, karar verme ve uygulama yetkileri var.
Biz bu köyde Her’berium adlı bir kadın çalışması yaptık ve belgeselci Emel Çelebi de bu kadınları da dahil ettiği Lilith’in Kızkardeşleri adlı bir belgesel çekti. Sonra bu film bazı festivallerde ödüller de aldı. Filmi de görmeni isterim. Hem biçim hem de içerik olarak feminist bir belgesel.
Bu köyde erkeğin kadına uyguladığı şiddet, tahakküm, eş aldatma neredeyse yok. Eğer böyle bir durum olursa topluluk bu kişiyi kabul etmiyor ve dışlıyor. Örneğin kahvede diğer erkekler yüzüne bile bakmıyor. Tabii ki müslüman bir köy ama o kadar çok şamanik gelenek var ki, bunlar islâm’ın sertliğinin, bakış açısının topluluğa sızmasını engellemiş. En büyük şikayetleri kızlarının şehre üniversite okumaya gittiğinde kısmen muhafazakar fikirlerle dönmesi. Bazıları etkilenip başlarını kapatmaya kalkmış,tabii ki aileler şok geçirmiş. ‘’Üniversite okusun, meslek sahibi olsun diye büyük şehre yolladık kafalarını örtmek istiyorlar’’ diye anlattılar. Bazıları da alt bacak tüylerini almaya başlamış. Erkeğe bebek gibi görünmek için tüylerden kurtulmak bu kadınlar için günah. Çünkü her tüyün altında bir melek yaşıyor ve bu meleğin yok edilmesi onları çok üzüyor. Kadın için ataerkil kültürde dayatılan ne varsa burada neredeyse tam tersi. Bir örnek daha, kadınlar o kadar çok kamusal alanda ve toplumsal üretimin içinde ki ( tarlada, zeytinlikte, traktör tepesinde, ipek dokuma tezgahında) ev işlerini şehir kadınları kadar abartmıyorlar. Evler temiz ama bizim işgüzar kadınlar kadar delicesine bir ev odaklı yaşam yok. Erkekler ve evin çocukları da anneye destek oluyor. Çünkü kadınlar gerçekten dışarıda da çok çalışıyor.
Çomakdağ 2000’li yılların ilk yarısında benim hayatımı o kadar çok etkiledi ki…Boşanma sürecimin hemen ardından böyle kadınlarla karşılaşmak ve onlarla konuşmak bana umut verdi. Uzun süre de bu kadınlarla ilişkimi sürdürdüm. Onlarla Her’berium adlı bir kadın çalışması yaptık. Herberium tohum takası ile ilgiliydi ve bu çalışmayı iki Fransız kadın sanatçıyla birlikte tasarladık. Bu çağdaş sanatçıların Fransa’dan getirdikleri tohumları buz kalıpları içinde dondurduk. Sonra da kadınca dilekler yazdığımız notları bir çekiliş yaparak buz kalıplarıyla birlikte onlara verdik. Tüm köy kadınları ellerinde erittikleri buzlar açılana kadar kendi hayatlarıyla ve onlara çıkan dileklerle bağlantılı öykülerini anlattılar. Tam bir kadın paylaşımıydı. Sahici,samimi ve içten.
Buzlar eriyince de ellerinde ısınan tohumları alıp bahçelerine ektiler. Onlar da bazı tohumları hazırlayıp Marsilya’ya, ekilmek üzere gönderdiler. Tohumlar ve kadın öykülerini paylaşmak gerçekten hepimize iyi geldi. Biz onlardan çok şey öğrendik, şaşırdık, karşılıklı ön yargılarımızdan kurtulduk. Yaşadığım bu güzel paylaşımı ve yaşlı ninenin yorganlarını hatırladıkça hala içim ısınıyor.
Yine aynı dönemde filmde anlatılan Hatice adlı kadınla da tanıştım. Dağda tek başına hayvanlarıyla yaşayan, resim yapan bu kadını evime bile davet ettim. Hatice bir kez evlenmiş ama yapamamış, dağları özlemiş. O kadar özgürlüğüne düşkün ki Milas’a sığamamış. Tek başına hayvanlarıyla konuşuyor,radyo dinliyor, resim yapıyor ve çok mutlu. Dağda gezenler mutlaka ona uğruyor yerli, yabancı bir sürü dostu var. Bize dayatılan kadın modellerinden ne kadar farklı kadınlar olduğunu görünce insan şaşırıyor.
İşte tam Kış’ın karanlığı ve soğuğuna teslim olmak üzereyken Çomakdağ’daki yorganlı nine, ışıl ışıl çiçekli, ipekli altınlı ve güler yüzlü kadın imgeleri bana tekrar bu güzel köyü hatırlattı ve ruhuma yazı getirdi. Seninle de bu yaşanmışlığımı paylaşmak istedim.
Mektubunu ve senin bana anlatacaklarını merakla bekliyorum. Ben bu sefer biraz geçmişe gittim. Belki de şu an yaşadığımız olumsuzluklardan biraz olsun kaçma isteğiyle.
Gelecek mektuplarımda sana beni çok etkileyen bazı kadın oyunlarından da söz ederim belki. Tabii o andaki gündem ne olacak bilmiyorum.
Yeni yılda mektuplarımızın devam etmesi dileğiyle seni sevgiyle kucaklıyor ve Kış’ın büyülü güzelliklerine de tanıklık edeceğimiz günlerin gelmesini umuyorum.
Dostlukla, dayanışmayla
Tijen