Köln 30.1.2023
Tijencim merhaba
Empati sadece kadınlara özgü mü?
Göz açıp kapayıncaya kadar yeni yılın ilk ayı geçti, ben de yine sana mektup yazmak üzere masamın başına geçtim. Geçen ayki mektubunda yaşlılık ile ilgili yazdıkların beni hüzünlendirdi. Yaşlıların tıpkı çocuklar gibi bakıma ihtiyaçları var bu da bizim gibi ataerkil toplumlarda nedense hep kadınların işi. Geçen mektuplarımızda da bunun üzerinde çok yazışmıştık. Ama ben diyorum ki çocuklara ve yaşlılara sevgi ve empatiyle yaklaşmak çok insancıl bir şey değil mi? Neden bu sadece kadınlardan bekleniyor? Erkekler sevgi ve empati yoksunu mu yoksa onlara öyle olmaları mı dayatılıyor? Öyle olmayan erkekler çok tanıyorum, bazıları ataerkil dayatmalara hiç aldırmadan duygularını yaşadıkları gibi çok sevecen, anlayışlı ve duyarlı olabiliyorlar, kadın işi, erkek işi gibi bir ayrım da kesinlikle yapmıyorlar. Bebekleri ya da küçük çocuklarıyla anneleri kadar uğraşan ne çok baba tanıyorum. Ama ne yazık ki bunlar çok istisna.
Doktorlar ve empati
Eşimin hastalığı dolayısıyla son aylarda üç doktorla tanıştım ve bu süreçte onlarla yaşadıklarım ve deneyimlediklerim üstüne çok düşündüm. Biliyorsun özellikle tıp alanında doktorların, hemşirelerin kadınlara atfedilen özelliklerinin, yani empati gücü, olumlu enerji ve duyarlılıklarının çok fazla olması gerekiyor. Bu, sevgili Türkan Saylan’ın da her zaman söylediği gibi tıp mesleğinin olmazsa olmazı. Bu açıdan da tıp öğretiminde, hastalarla iletişim kurma eğitiminin verilmesi gerekiyor. Ama bu, bildiğim kadarıyla dünyanın hiçbir yerinde ciddiye alınmıyor. Tanıştığım doktorların içinde İstanbul’daki kadındı ama konuşma ve iletişim engelliydi, belki de hastasını bütüncül olarak alımlayamadığı için ne diyeceğini, nasıl davranacağını bilemiyordu ya da bir iletişim engeli vardı, tabii benimki anlık bir izlenim de olabilir tam bilemiyorum. İkincisi Ulm’da tanıştığım dünyaca ünlü bir erkek doktordu ve kelimenin tam anlamıyla mükemmel yapılmış bir robottu; onu düşündüğümde hala tüylerim diken diken oluyor. Üçüncüsü ise Köln yakınlarındaki Leverkusen’de tanıştığım, nöroloji bölümünün başında olan genç bir erkek doktordu. Ben insanların çevrelerine saçtıkları enerjiye çok inanıyorum. Bu doktorla da karşılaştığım anda bütün gerginliğim anında gitti; anlatılması zor bir duygu. Umarım mesleği zamanla onu katılaştırmaz; rutinleştikçe duyguları körelmez; hastasıyla aynı dalgayı (rezonans) yakalama yeteneğini gelecekte de en yararlı biçimde kullanabilir.
Rezonansın büyüleyici gücü
Bizde de kitaplarıyla tanınan ünlü Alman sosyolog felsefeci Hartmut Rosa’nın yerleştirdiği bir kavram var: Rezonans, duymuş muydun? Rezonans (yankı) müzikten gelen bir deyim. İki frekansın birbiriyle iletişime geçmesi ve birbirine uyumlanması anlamına geliyor. Bunu Rosa yaşamımızdaki her şey için kullanıyor, söz gelimi parkta gezerken bir ağaçla rezonansa girip, onda odaklandığında onunla, sana yepyeni bir enerji getirecek bir bütünleşme yaşayabilirsin. Böylece doğa sana çok iyi gelecektir. Bu, insanlar arası iletişimde de söz konusu, iletişimde rezonans söz konusuysa, o kişiyle benim aramda aynı dalga boyutunda bir enerji akışı gelişecektir. Bu, birbirinden çok farklı yerlerde ve konumlarda olan iki kişinin her tür yorumlama, değerlendirme, yargılamanın ötesinde birbirine yepyeni bir gözle bakmasını sağlayacaktır. Bu da benim ve tabii rezonansa geçtiğim kişinin de bir dönüşüm geçirmesini sağlayabilir. Doğal olarak iletişim korkusu olan bir insanla ya da bir robotla rezonansa geçmek mümkün değil.
Bizde en büyük rezonans ustaları kim? Tahmin etmişsindir: Tiyatrocular tabii ki. İyi bir oyunda sahneden izleyicilere, izleyicilerden sahneye akan yoğun bir enerjiden söz ediyoruz ya, işte bu rezonansın ta kendisi. Sanırım Genco Erkal’in son oyunu Diktatör’ün genel provasında sen de buna benzer bir şey yaşadın. Ama bunun için her iki tarafın da önyargısız birbirine açık olması gerekli. Korkuların, kaygıların ya iletişimi kuramazsam kaygısının hiç mi hiç yeri yok bu tür bir enerji akışında.
Tabii öğretim üyesi olarak öğretmenlikte bunu daha da farklı bir biçimde yaşadığımı söyleyebilirim. İyi bir hoca öğrencileriyle rezonans kurabiliyorsa, yani aynı dalga boyutunu yakalayabiliyorsa, bilgisini kendi duyguları, heyecanı ve enerjisi ile yoğurarak öyle bir sunar ki, hoca ve öğrencileri arasında tam bir uyumlama sağlanabilir. Almanya’da üniversitede çalışmaya başladığımda öğrencilerimle iyi kötü bir iletişim kurmuştum ama rezonans kuramamıştım. Ancak kendi beklentilerimi, önyargılarımı ve kaygılarımı aştığımda rezonansı sağlayabildim. Aslında yapmam gereken tek şey her şeyi unutarak, yani kendimi tam anlamıyla sıfırlayarak onlara karşı açık olmaktı, bu sağlandığı anda öyle bir rezonans oluştu ki hayal bile edemeyeceğim bir enerji akımı oluştu onlarla aramda. O kadar ki en ilgisiz öğrenciler bile kendilerini buna kaptırdılar. Böylece onlar benden bir şeyler öğrendikleri kadar ben de onlardan öğrendim. Öğrencilerimle aynı dalgayı yakaladıktan sonra derslerim ders olmaktan çıktı keyifli bir ortak etkinliğe dönüştü. Sen de gençlerle böyle çalıştığın için neden söz ettiğimi anlamışsındır. Sonradan bu deneyimim üstüne çok düşündüm. Almanya’da öğretime başladığımda sadece deneyimli bir hoca değil aynı zamanda rezonans ustasıydım. Ne olmuştu da birden böylesine bocalamıştım? Sanırım hiç tanımadığım, bilmediğim bir ortama girmek beni öylesine kaygılandırmıştı ki her şeyi kontrolüm altına almak isteğimi tetiklemişti, ama bu mümkün değil. Yaşam sürekli bir akış içinde insan bu akışa ayak uydurduğu ve esnekliğini ve doğaçlama yetisini koruduğu oranda kapılar açılıyor; aksi takdirde sürekli engellerle karşılaşıyoruz. İyi bir hoca olmamı kontrolle akış arasındaki dengeyi sağlamama borçluydum. Almanya’da bu dengemi bir süreliğine yitirmiştim, kendimi deştiğim ve korkularımın kaynağına indiğim anda çok şey değişti.

Kendimle, çevremle ve dünyayla aynı dalga boyutunu yakalamak
Bazen iki kişi birbiriyle hiç rezonansa girmeden konuşabilir, bu sıradan bir konuşma olabileceği gibi bir tür düşünce alışverişi de olabilir, ama aynı dalga boyutu yakalanamadığı için mutlaka eksik ya da sığ bir şeyler vardır bu konuşmada. Ya da tersi de olabilir biriyle hiç konuşmadan da bir rezonans kurulabilir, o zaman da kendimizi o kişiye çok yakın hissederiz. Kedileri, köpekleri ya da bebekleri o kadar sevmemizin nedeni onlarla çok kolay rezonansa geçebilmemiz. İnsan kendisiyle de rezonans içinde olabilir, duygularımızla, bedenimizle uyum içinde olduğumuz anda kendimizi iyi hissederiz, akış içindeyizdir. Bir şeyler bizi çok zorlamadan kendiliğinden oluşur. Rezonans olmadığında ise tıkanıklık yaşarız, kendimizi bloke olmuş hissederiz. Modern toplumlardaki yabancılaşma insanın kendisine ve çevresine yabancılaşması; bunu aşmak için daha çok çalışması; daha çok para kazanma eğiliminde olması; rekabet, iktidar ve güç savaşımı, kontrol etme ve fethetme istediği rezonansa hiç yer vermeyen bir yaşamı gösteriyor. Rezonans odaklı bir duruş rekabete, güce, iktidar sahibi olmaya ve denetime metelik bile vermiyor, buna karşılık insanın kendisiyle, çevresiyle, başka insanlarla, doğayla, kısaca yaşamdaki her şeyle aynı dalga boyutunu yakalamasını öngörüyor. Yaşamda bu boyutu yakalamışsak yaşadığımızı hissediyoruz. Ama yakalayamamışsak ne kadar çok para kazanırsak kazanalım, ne kadar başarılı olursak olalım, hep yaşamı kaçırıyoruz gibi bir duygu oluşacaktır içimizde. Bir tür hoşnutsuzluk, bezginlik ya da mutsuzluk da diyebiliriz buna.
Feminist açıdan rezonans
Rezonans bir dünya görüşü. Bunu benimseyen bir insan ataerkilliğin dayatmalarına bağışıklık kazanmıştır bence. Öte yandan rezonans sayesinde günümüzde giderek dal budak salan narsizme karşı da bağışıklık kazanıyoruz. Tabii en önemlisi de insanın kendisiyle rezonans içinde olması. Sen dayını, amcanı, teyzelerini, anneni düşünür ve onlar için en iyi olanı yapmaya çalışırken kolaylıkla kendi bedeninin ve ruhunun ihtiyaçlarını unutabilirsin, böylelikle de kendini kaybedebilirsin. Öncelikle senin kendini iyi hissetmen gerekiyor ki başkalarına da iyi gelebilesin. Sanırım bu işin en temel kuralı bu. Öyleyse kendini iyi hissedebilmen ve rezonansı sağlayabilmen için ne gerekiyorsa onu yapman gerekiyor. Burada önemli olan başkalarının senden beklentileri değil, sadece ve sadece senin kendi iç sesin. Biliyorsun, bunu özellikle kadınlar kolay kolay başaramıyor. Çünkü onlardan kendileri değil, başkaları için var olmaları bekleniyor. Sen de zorluk çekiyorsan, kimbilir, belki de yanlış bir yaşamın içindesindir. Bunun dışına çıkılabilir mi, nasıl? Biliyorum kolay değil. Dış etkenler insanı kuşattıkça daha da güçleşiyor. Bazen düşünürüm yaşamımı yeniden yaşama fırsatını yakalasaydım çok şeyi değiştirebilir miydim diye. Bugünkü kafamla belki, ama sadece bugünkü kafamla.
Çelişkilerle yaşamak
Şunu da unutmamamız gerekiyor. Bizler çelişkiler içinde bir yaşamın içindeyiz, toplumdaki karmaşanın yarattığı çelişkiler ister istemez bireye de yansıyor. Yani yaşamımızda daha çok gri tonlar ağırlıkta. Söz gelimi sen, yaşamı toplumsal cinsiyet açısından irdeleyen bilinçli bir feministsin, yine de istediğin ya da doğru bulduğun bir yaşamı süremiyorsun, bu tabii ki bir çelişki. O zaman ya bu çelişkiyi kabul edip çelişkilerle yaşamayı öğrenmek gerekiyor ki bir çoğumuz bunu yapıyoruz ya çelişkiyi aşmak için engelleri aşmak, bu da senin de mektubunda belirttiğin gibi hiç kolay değil, ya da çelişkiyi kabul etmek; ama buna dayanabilmek için küçük özgürlük alanları yaratmak gerekiyor. Söz gelimi sen okuyarak, yazarak ve projelerinle bunu büyük oranda başarıyorsun.
Geçen ayki mektubunda benim kendi istediğim yaşamı yaşadığımı söylüyorsun, doğru ama sadece yaşadığım koşullara ya da benim kişiliğime bağlı değil, kendiliğinden de olmuyor, inan ki ben de rezonans ağırlıklı bir yaşamı sürdürebilmek için çaba harcıyorum. Yazı yazmak kendimle rezonansa girmenin, yani kendime bir özgürlük alanı yaratmanın bir türü. Ama başka şeyler de var; sanatın her alanına açık olmak ve kendimi güzel bir kitap, film, tiyatroyla beslemek; meditasyon yapmak; sosyal çevreme arkadaşlarıma, tanıdıklarıma özen göstermek ve ‘an’da kalmaya çalışmak; o zaman en zor koşullarda ve ortamda bile yaşadığımı hissediyorum. Bunu son aylarda öylesine yoğun yaşıyorum ki.
Sana da rezonans odaklı bir yaşam dilerim.
Sevgiyle