Beyaz peyniri sevmeyen kediler
Tijencim merhaba
Cihangir’deki bahçemde kahvaltı ediyorum. Güneşli pırıl pırıl bir gün.

Komşumuz Sarı mırıl mırıl karşımda oturuyor. Kedi mamasından başka hiçbir şeye tenezzül etmiyor hanımefendi. Geçenlerde Norbert ona azıcık beyaz peynir verdiğinde onu kırmamak (daha doğrusu arasını onunla bozmamak) için yermiş gibi yaptı ama aklı fikri şu kedi mamasında. Bir komşumuz daha var o da Güzel. Gerçekten sarı, siyah, kahverengi, beyaz tüyleri yemyeşil kocaman gözleriyle çok güzel bir kedi, bir o kadar da şımarık.
Norbert’in beyaz peynir ikramına iyice tepesi atıp saldırıya geçti, bacağını tırmaladı, ‘’bana saçma sapan şeyler verirsen ben de sana yapacağımı bilirim’’ durumu. Ufak bir şaplak yiyince de kaçıp gitmedi, sadece burnumuzun dibindeki ağacın arkasına saklanıp bizi gözlemeye başladı. Suçlu olduğunu öyle bir biliyor ki… Bahçem çok sakin ve güzel. Bahçemdeki bambular karşı evlerin pencerelerini kapadığından sanki apartman değil de müstakil bir evde oturur gibiyim. Rüzgar güllerim de güneşte ışıl ışıl parlayarak dönüyorlar. Şu kafamın üstünde uçan 1 Mayıs’ı engelleme helikopterleri olmasa keyfime diyecek yok. Ama en güzel anlarda bile nasıl bir ülkede yaşadığımız hatırlatılıyor bizlere.
Yeni projeler
Bugün 1 Mayıs ya, benim şanslı günüm. Önce İzmir’deki Akıl Fikir Kampanyası ile tanıştım, Erkeklik Hapishanesi oyunumu sahneleyecekler. Bu, dört yıl önce kurulmuş, oynadığı ciddi oyunlarla ve aldığı ödüllerle dikkati çeken küçük bir tiyatro. Dramaturgi çalışması üzerine tiyatronun başındaki oyuncu ve yönetmen Kerem Yalçın’la uzun uzun konuştuk zoomdan. Ataerkilliğin bize dayattığı erkeklik anlayışından farklı bir erkeklik olabilir mi? Bu konu üzerine bir tiyatronun kafa yormasından sevindirici bir şey olabilir mi? Arkasından Cansu Coşkun geldi, çok sevimli, güzel ve akıllı bir oyuncu, daha yeni mezun olmuş Müjdat Gezen Tiyatro Okulu’ndan, o da aile içi çocuk tacizi konusunu ele aldığım yeni oyunum Babalar Amcalar ve Diğerleri’ni oynamayı gönlüne ve aklına koymuş. Biraz prova aldık. Başarabilecek mi? Bilemiyorum. Çok çalışması lazım ama benim aklım yattı.

Umarım bu çetrefeli yolda iyi ilerler ve başarılı olur. Ben de senin gibiyim Tijencim, gençlerle, hele böyle cin gibi olanlarla birlikte olduğumda dünyalar benim oluyor, kendimi yenilenmiş hissediyorum, gençleşiyorum.
Dijital suçlar
Tijencim bugün kaç yaşında olduğumu düşünecek olursam gençlerle benim aramda kaç kuşak var, ama onlarla birlikte olduğumda bunu nasıl da çabuk unutuveriyorum. İşte en çok da buna şaşıyorum. Oysa onlar dijital bir dünyanın insanları. Benim yaşadığım, deneyimlediğim bir çok şeyi hiç bilmiyorlar, ben de onlarınkini bilmiyorum ama öğrenmeye çalışıyorum. Bu bağlamda bugün ki konum da toplumsal cinsiyet ve dijital suçlar. Almanya’da Nachtcafe (Gece Kahvesi) diye bir TV programı var. Hastasıyım bu programın. Gece Kahvesi’nde tartışmaya açık belli bir izlek çevresinde belli kişiler davet ediliyorlar ve kendi yaşamlarından örneklerle kendi yaşantı ve deneyimlerini anlatıyorlar. Seçilen konu katılımcılar arasında tartışıldığı gibi programa katılan uzmanlar da konunun derinleştirilmesini sağlıyorlar. Kadın cinayetlerinden Yehova Şahitleri’ne, çocuk tacizinden sokakta yaşayanlara, toksik erkeklikten ölümcül hastalıklara, tarikatlardan sığınmacıların sorunlarına değin kaç program izlemişimdir. Benim gibi yazma odaklı yaşayan biri için inanılmaz bir malzeme var bu programda. Programın sınırlılığı içinde bazen bir çok şeyler boş alan olarak kalıyor ama bu da benim hayal gücümü ve yaratıcılığımı tetikliyor. Sözgelimi dijital suçlarla ilgili son programda şaşırdım kaldım. Eşinden ayrıldıktan sonra on iki yıldır yaşamında kimse olmayan genç bir kadın internette tanıştığı bir adamın tuzağına düşüyor. Bu adamı hayatında hiç görmemesine, sadece dijital platformda tanımasına karşın ona öyle bir kör kütük aşık oluyor ki (birine hiç dokunmadan aşık olmak nasıl bir şey?) ne isterse yapmaya başlıyor. Bu kadın ayda en azından on bin euro kazanan çok başarılı bir iş kadını. Ama bu aşk sonucu öyle bir duruma geliyor ki varını yoğunu bu adama yatırıyor, en son da onun için kuryelik yaparken Japonya’da uyuşturucu ile yakalanıyor ve sekiz yıl yabancı bir ülkede hapsi boyluyor. Bu nasıl bir kara büyü? İş hayatında inanılmaz paralar kazanan bu başarılı iş kadını nasıl böyle bir tuzağa düşüyor? Bunun üzerinde şaşkınlıkla düşünürken ikinci dijital suç öyküsü soluğumu kesti. Genç bir kadına aşık olan bir adam ondan yüz bulamayınca sosyal medyadakimalzemelerden yararlanarak kadını kendi hayal gücüne (tabii ona olan öfke ve nefretine de) uygun bir biçimde yeniden yaratıyor. Böylece kadının dijital platformda bir ikizi doğuyor. Bu ikiz hiçbir kötülükten çekinmeyen iğrenç bir yaratık. Kadının çevresindeki tepkiler ve öfkeden bunun farkına vararak inanılmaz bir paniğe kapılması, dahası korkudan evden bile çıkamaması zaman alıyor. Tabii ki hemen suç duyurusunda bulunuyor, ama adam doğru düzgün bir ceza bile alamıyor çünkü ağır aksak ilerleyen hukuk sistemi dijital suçlara henüz ayak uyduramamış. İki öykü de beni çok etkiledi. Çünkü dijital suçların boyutları ve bunun kadınlar üstündeki etkisi üstüne hiç düşünmemiştim şimdiye kadar. Sanırım bu da başlı başına bir inceleme ve araştırma projesi, kimbilir belki de benim yeni projem bu olur ne dersin? İki öykü de birbirinden çok farklı ama ortak olan gerçek dünyayla dijital dünyanın iç içe girerek birbirine karışması. Öte yandan gerçek dünyada insanların giderek yalnızlığa itilmeleri de ayrı bir konu. Her iki öyküde de sadece gerçeklerden kopmanın değil yalnızlığın da izlerini görebiliyoruz. Bu da beni inan ki çok etkiledi. Dijital dünyanın çoktan içine düşmüşüz Tijencim, benim kuşağımdan olanların çoğu, tabii ki kendimi de buna katıyorum bunun inan ki farkında bile değil. Ben sanatın, tiyatronun bütün bu sorunlarla hesaplaşmasını bekliyorum. Seninle bunun üzerinde ne kadar çok tartışmışızdır. Çünkü senin sahnelemede zengin buluşlardan dolayı bazen beğendiğin bir oyunu ben düşünsel temelini olmadığı, yani yeni bir bakış sunamadığı için sorunlu buluyorum. Sen ise benden daha hoşgörülüsün. Neyse bu konularda daha çok konuşup, tartışacak, mektuplaşacağız seninle.
Şaşırtıcı bir gün
Mektubumu bitirmeden sana şaşırtıcı olaylarla dolu bir nisan günümü anlatmak istiyorum ama bu sefer dijital dünyadan değil, gerçek hayattan. Taksim Eğitim Hastanesi’nde Kulak Burun Boğazcıya gittim geçenlerde. Devlet kuruluşlarındaki doktorlar genellikle çok otoriter ve kaba oluyorlar, halkı azarlamayı adet edinmişler sanki. Bu nedenle özele gitmeyi tercih ediyorum ama bu hastane de bizim iki adım ötemizde. Kapıdan içeri girdiğimde içerisi kim kime dum dumaydı. Baş örtülüler, sümüklü çocuklar, kara yağız göbekli, bıyıklı adamlar. Ama yaşımdan dolayı herkes bana saygı gösteriyor ve öncelik tanıyor. Beni güler yüzle karşılayan hanımı önce hemşire sandım, sonra kalın sesinden bir erkek olduğunu düşündüm, sonra çevresindeki insanların gösterdikleri saygıdan doktor olduğunu anladım. Ama parmağındaki yüzüklere, gök mavisi tırnaklarına, omuzlarına kadar inen kıvır kıvır saçlarına ve boynuna doladığı kolyelere ve şıkır şıkır bileziklerine baktığımda bir trans doktorla karşı karşıya olduğumun bilincine vardım. Doktor bey mi hanım mı diyeceğime karar veremediğimden hocam da karar kıldım. Ne tuhaf ülkede yaşıyoruz Tijen, bir yandan LGBT’leri yok etmeye çalışan, onlara can düşman bir yönetim, bir yandan bir devlet dairesinde çalışan bir trans doktor. İnanılır gibi değil. Ama bence çok güzel.
Hastaneden dönüşte kocaman bir çöp arabasının içinde çöp bebeği gördüm. Annesi işe çıktığında bebeklerini de yanına alıyor. Çöp bebekle de birkaç kez karşılaşmıştım. Öylesine hayat ve neşe doluydu ki, onunla biraz konuşunca öyle bir sevindi ki. Yanımda şeker, çikolata gibi bir şeyler olmadığından canım sıkıldı.

Ondan sonra da Eylem’le Ara Cafe’de buluştuk, akşam birlikte tiyatroya gidecektik. Burası Beyoğlu’nda benim arkadaşlarımla buluşma yerim. Ara’nın fotoğraflarıyla dolu bu mekândaki güzel atmosferi öyle seviyorum ki…
Ama Cafe’den çıktığımda polisin kafeslerle kapattığı Galatasaray alanında bir kadının çığlık çığlığa imdat diye bağırdığını duyduk. Ben anlamadım ama Eylem, polisler tarafından sarılmış olan bu kadının “ben terörist değilim” diye bağırdığını söyledi. Ne olduğunu bilmiyorum ama polisler gözümüzün önünde kadını öldürseler hiçbir şey yapamayız hiçbir şey. Kafama balyoz yemiş gibi oldum. Ancak Elif Ongan’ın hazırladığı Nasıl Bilirdiniz? oyununa gittikten sonra uzaklaştım olaydan. ‘’İşte benim İstanbulum bu’’ dedim kendime buram buram sevindirici, şaşırtıcı, korkutucu olaylarla dolu bir şehir. Korku, sevinç, hüzün, her tür duyguyu yaşarsın burada, yaşayamayacağın tek duygu vardır o da iç sıkıntısı. İstanbul’un iç sıkıntısı ve tekdüzeliği tanımayan yüzüne öyle alışmışım ki Köln’e gittiğimde bir süre sonra bana annemin deyişiyle afakanlar basıyor.
Şimdilik sana yaşam sevinciyle dolu, bol olumlu enerjili günler diliyorum. Sanırım seçimlerin yaklaştığı şu gerilimli günlerde buna çok ihtiyacımız var.
Zehra