Mutlu bebekler çağı
Köln 4 Temmuz 2022
Tijenciğim merhaba,
Kos Adası’ndan sana gönderdiğim mektubumu adadan ayrılmadan denize attım. Bakalım ne zaman eline geçecek. Burada harika bir yerdeyiz, her yerde yeşillikler, kocaman çam, çınar, zeytin ağaçları, renk renk çiçekler, özellikle de bakmaya doyamadığım pembe, beyaz zakkumlar, pembe sardunyalar… Tam bir renk ve ışık cümbüşü. En güzeli de buranın havası, en az yirmi yaş gençleştiriyor insanı. Karşı kıyıya Turgutreis’e baktığımda seni görüyorum. Üzerinde rüzgarda uçuşan kum renginde askılı bir elbise var. Az önce bana el mi salladın, yoksa bana mı öyle geldi? WhatsApp’ten son günlerde ne çok haberleştik değil mi? Gündelik yaşantılar, izlenimler, annen, pek yakında çevrimiçi olarak üçüncü sayısı çıkacak olan Teb Oyun dergisinin hazırlıkları… Konuşulacak, paylaşılacak öyle çok şey var ki.
Kaldığımız yer uçsuz bucaksız büyüleyici bir bahçesi, daha doğrusu parkı olan lüks bir otel. Belki de bu kadar güzel bir yerde şimdiye kadar hiç kalmamışımdır. Daha çok bebekli genç çiftler ya da sörf yapmak isteyen sporcuları görüyorum burada. Biliyorsun buranın zaman zaman sert rüzgarı sörfe çok uygun. Denizin sonsuz maviliği içinde tek tük sporcuları bembeyaz köpüren dalgaların üstünde uçarken izlemek de çok hoş. Ama denizde yüzmek insanı oradan oraya savuran dalgalardan dolayı her yaz gittiğimiz Olimpos Çıralı’daki gibi keyifli değil. Geçenlerde denizi biraz durgun gördüğümde uzun uzun yüzdüm. Biliyor musun yüzerken kimi gördüm? Seni! Kıyıdaki gözlemcilerin uyarılarına aldırmadan yüzme sınırını geçen sekiz yaşındaki o küçük kızı… Ne güzel yüzüyordun; kontrollü, planlı programlı askeri bir yaşamı geri de bırakarak. Sana ulaşmak, seni yakalamak, yaşamımızı engelleyen hiçbir şeye aldırmamanı, özgürlüğünü doyasıya yaşamanı söylemek istedim ama öyle hızlı yüzüyordun ki yetişemedim. Bana vaktiyle anlatmış olduğun bu çocukluk anını özgürlüğü çok güzel dile getiren bir metafor gibi görüyorum.
Burası sanırım okullar henüz kapanmadan geldiğimiz için bir yaşla üç yaş arasındaki bebeklerle ve okul öncesi küçük çocuklarla dolup taşıyor. Sanki bebek istilası var burada. Son yıllarda bunu Olimpos Çıralı’da da çok yaşamıştım. Bebeklere bakmaya doyamıyorum, çok sevimli ve komikler. Kahvaltıda belki bir yaşında bile varmamış olan, dantelli beyaz giysili ve beyaz şapkalı bir bebek gördüm, önünde tıpkı masadaki diğer kişiler gibi kocaman bir tabak vardı. Tabakta her şey vardı; peynir, salam, jambon, yumurta, zeytin, bal, reçel, ekmek, lokma, simit, kek, yoğurt, helva… Aklına artık ne gelirse. Bebek minicik parmağıyla tabakta beğendiği bir şeyi gösteriyor, babası da bebeğin isteğine göre ona küçük lokmalar hazırlıyordu. Bebek ağzına giren her lokma ile birlikte ellerini çırpıyor, sevinç çığlıkları atıyordu, bazı lokmaları ise beğenmeyip başını sallıyor ya da tükürüyordu. Sanırım Yunanlıların ‘bebek sadece meme emer ya da bebek maması yer’ gibi bir dertleri yok, işte bu çok hoşuma gitti. Ama asıl ne hoşuma gidiyor biliyor musun? Her yerde; kahvaltıda, bahçede, bebek havuzunda, oyun yerinde, deniz kıyısında gördüğüm bebeklerden hiçbiri ağlamıyordu. İki hafta boyunca mutlu olmayan, gülmeyen tek bebek ya da çocuk bile görmedim burada.
Çağımız mutlu bebekler çağı. Bunun nedenleri üzerine çok düşündüm. Tabii ki güzel hava, deniz, güneş herkese iyi gelir, bebeklere de. Ama yine de benim bildiğim nerede olursa olsun bebekler ağlar, çocuklar birbirleriyle itişip dünyanın gürültüsünü koparır, kimi kez birbirlerine çok saldırgan davranır. Peki nasıl oluyor da günümüz bebekleri bu kadar farklı? Köln’de parklarda da anne ve babalarıyla gezinen bebeklerin de hep yaşam sevinci ve mutluk içinde olduklarını gözlemliyorum uzun bir süredir, bu nasıl oluyor? Sanırım bunun tek yanıtı var: Baskıcı, otoriter eğitimin modasının geçmiş olması. Çocukları rahat bırakmayan, sürekli denetim altında tutan koruyucu ve otoriter eğitim onları doğal olarak mutsuz kılıyor. Çünkü onlar da küçük birer birey ve tek istedikleri bebek muamelesi görmeden, itilip kakılmadan ciddiye alınmak. Eskiden ağlayan sızlayan küçük bir çocuğa rastladığımda kendimi onun yerine koyardım. O zaman da yüreğim daralarak o çocuğun yaşadıklarını çok farklı bir gözle görmeye başlardım. Düşünsene annesi elinde bir kaşık peşinde koşup ağzına yemek tıkmak istiyor, babası olur olmaz bağırıyor, ninesi attığı her adımda ‘kızım terlersin, kızım koşma!’ diye üstüne üstüne geliyor, tek tük tanıdık da ‘aman da ne güzelmiş, aman da ne tatlıymış’ diye çocuğu sıkıştırıp duruyor. Bu nasıl bir kuşatılmışlık, değil mi?
Sanırım çağımızda kentsoylu ailelerin çocuklarla ilişkisi çok değişti. Çok daha liberal, demokratik bir eğitim sistemi yerleşti. Değişen bir şey daha var. Babalar da çocuklara anneleri kadar ilgi gösteriyorlar. Bu da büyük bir yenilik diyebilirim. Yani geleneksel ailelerde babalar çocuklarını bırak kucaklarına almayı, onlarla hiç ilgilenmezken çocuğun, evin, ailenin, her şeyin yükü annededir. Bu anlayış büyük oranda değişti batı ülkelerinde. Artık baba çocuğun altını da temizliyor, yemeğini veriyor, onunla şakalaşıp oynuyor da. Okul sistemi de eskisi gibi baskıcı ve öğretmen odaklı değil.
Valla düşünüyorum da bizler ters zamanlarda dünyaya gelmişiz. Ama bugünün çocukları saldırganlıktan, şiddetten bu kadar uzak mutlu bir dünyada büyüyorlarsa, günün birinde yaşadıkları koşulları ve ortamı da değiştirecek gücü kendilerinde bulamayacaklar mı? Şimdi diyeceksin ki benim gördüğüm belli bir toplumsal kesimin bebekleri ve çocukları, bu kadar şanslı olmayanlara ne olacak? Öte yandan bugün yaşadığımız kırıcı ve yıkıcı ortama ne demeli? Hırs, para, rekabet, savaşlar….
Rusya – Ukrayna savaşı başladığından beri Almanya’da tam bir savaş çığırtkanlığı var. Almanya’da altmışlı yıllarda feminizmin kök salmasını sağlayan ünlü gazeteci, yazar, feminist Alice Schwarzer politikacılara tanınmış aydın kişilerin de imzaladığı savaşa karşı bir mektup gönderdiğinde kıyamet koptu. Oysa bu mektupta tek istenen, barışcıl bir çözüm yolunun aranmasıydı. Bütün bu gelişmelerde Nato’nun rolünün hiç sorgulanmadan Rusya’nın canavar ilan edilmesine karşı çıkan sol politikacıların, sözgelimi Sevim Dağdelen’in, uyarıları da yok sayılmaya çalışılıyor. Öyle bir kutuplaşma var ki içler acısı. Öte yandan düşünsene, kadınlar ve çocuklar Ukrayna’yı akın akın terk ederken erkeklere bu fırsat tanınmıyor. Kadın ve erkeği ayıran eril zihniyet giderek kök salıyor. Lena, Leyla ve Diğerleri oyunumu Ukraynacaya çeviren kültür elçisi Olexandr Kuchma şu sırada görevi gereği İstanbul’da. Ama ailesi bölünmüş durumda. Eski karısı ve en küçük çocuğu kaçarken, oğlu ve kızı hayvanlarıyla birlikte çok zor koşullarda Kiev yakınlarındaki küçük çiftliklerinde kalıyorlar. Oğlu on sekiz yaşına gelmiş olduğu için yurtdışına gitmesine izin verilmiyor çünkü… Savaş hiçbir taraf ileri bir adım atmadığında tüm yıkıcılığıyla sürüyor ve sürecek, eğer yönetenlerin aklı başına gelmezse belki nükleer savaşa bile yol açabilir. Bunu düşünmek bile istemiyorum.
Kos Adası’nda iki hafta bütün bunlardan uzak yaşarken, yine de sormadan edemiyorum… İnsanlar asker ve katil olarak gelmiyorlar dünyaya. Kos’un mutlu bebekleri her an her dakika bunu hatırlatıyor bana. Onların mutluluğunu izlerken çok şeyin bizim elimizde olduğunu düşünüyorum. Umut mu? Belki…
Mektubum eline geçince bana hemen yaz Tijen’ciğim. Sana Turgutreis’te anneceğin ve kızınla birlikte birbirinden güzel günler dilerim.
Dostlukla, sevgiyle
Zehra
Sevgi arayan köpekler, bağıran çocuklar, işgüzar ev hanımları ve Kaşarcı
Turgutreis, 03-07-2022
Sevgili Zehra,
Son yıllarda annem artık yaşlandığı için her yıl aynı tarihte mecburen ona refakat ettiğim Turgutreis tatili bu kez biraz farklıydı. Çünkü tesadüfen aynı tarihlerde senin de karşıda Kos adasında olduğunu bilmek, aynı denize girip aynı rüzgarları hissetmek bende farklı bir duyarlılık yarattı. Ben de bana yazdığın mektuptaki gibi senin Turgutreis’e baktığın gibi sık sık Kos’a bakarak o anda ne yaptığını, belki aynı anda kulaç attığımızı, dalgalarla boğuştuğumuzu, güneşin batışını izlediğimizi düşündüm. Hatta bir gün cam bir şişenin içine sana bir mektup yazıp denize atmayı ve onun ulaşması hayalini bile kurdum. Bir de o mektubu 50 yıl sonra tesadüfen birisinin bulması olasılığını ve içinde bizim her zaman yaptığımız toplumsal cinsiyet odaklı tartışmalarımızdan, bu alanda içselleştirdiğimiz sohbet ve düşüncelerimizden de izler olan bu notun o zaman ne ifade edeceği kafamı çok kurcaladı. Tabii gülümseyerek bulan kişinin yüz ifadesini de çok merak ettim. Çoktan aşılmış bir konu hakkında eskiler neler düşünmüş demesini umarak…
Ben burada Türkiye’nin ilk, sanırım 70’li yıllarda yapılmış en eski devremülkü Soytaş’ta kalıyorum. Burası ne sonradan yapılan devremülkler gibi ne de sizin Kos’ta kaldığınız otel gibi lüks, yani tümüyle insan eliyle güzelleştirilmiş bir ortam değil, tam tersi güzellikler biraz insan eli, fazlasıyla da doğanın özgürce biçimlendirmesinden nasibini almış, çok doğal biraz daha yabanıl ve kısmen mütevazi bir yer. Minimal döşenmiş ancak bir insanın ihtiyaçlarını karşılayacak aşırı sakin ve huzurlu bir ev atmosferinin yanı sıra muhteşem ağaçlarla kaplı, begonviller, canlı pembe, beyaz renkleriyle zakkumlar ve buraya özgü yabani çiçeklerle ve toprakla temas edebileceğiniz insanı çok mutlu eden, çok huzurlu ve sakin bir yer. 70’li yıllarda sanırım İsveç ya da İsviçre’den alınan bir model uygulanmış. Önce ağaçlar dikilmiş sonra özel bir mimariyle kimsenin kimseyi göremeyeceği farklı bir tasarımla evler inşa edilmiş. Buranın hiçbir zaman insanı bunaltmayan güzel bir esintisi ve müthiş sağlıklı bir havası var. Bodrum’un belki de en yeşil ve en serin bölgesi. Denizden tek bir evi bile fark etmeniz mümkün değil, sadece bir koru görünüyor. Ancak mekan anlatılamaz yaşanır cinsten. İnsanın gerçekten ne kadar az şeye ihtiyacı olduğunu, denizin, güneşin, sessizliğin ve ağaçların insanı ne kadar mutlu edebileceğini fark etmek sadece bir iki gününüzü alıyor. Önce bir süre konfor alanınızla kıyaslasanız da sonra buraya uyum sağladığınızda ne kadar mutlu olduğunuzu beyniniz değil bedeniniz hatırlatıyor.
Ama daha da önemlisi burada mülkiyet /özel mülkiyet duygusunun aşıldığı çok farklı bir deneyim yaşanıyor. Bu kolektif tatil modeli anlayışı sadece farklı zamanlarda farklı sahipleri olan tatil evleri için geçerli değil; yılda bir kez 20 gün görüşen devre komşular, devre kediler ve köpeklerin de var olduğu başka bir dünyadasınız sanki. Birisi ‘’ben evimi çok seviyorum’’ derken, ben biraz yabancılaşıp “orası aslında bizim de evimiz” diye düşünüyorum. Devre kedilerin köpeklerin ise bir sürü sahibi var; yirmişer günden dokuz farklı sahiple yazı bitiriyorlar. Tabii herkes aynı ölçüde hayvansever olmasa da, onlar mekanın parçası, doğal ortamın ayrılmaz bir bileşeni gibi kabul görüp benimseniyor. Mülkiyet duygusunu kısmen geride bıraktığınız garip bir zaman yaşanıyor burada. Bir de muhteşem renkleriyle ala kargalar var. Onlar da bu ulu ve güzel ağaçların olduğu yeri seçip koca bir koloni kurmuşlar. Bazı ev sahipleri onları da yaşamlarının bir parçası yapmaya, yeni yavruları fark etmeye, anneleri tanımaya ve iletişim kurmaya yiyecek vermeye meyilli ancak kedi köpeklere nazaran kuşlarla iletişim kuranlar azınlıkta. Karşılığında ala kargaların çoğu da bu insanlarla bir dostluk bağı ve paylaşım içine çoktan girmiş. Haziran devresi genelde orta sınıf insanların ya da görece yaş almış emeklilerin geldiği bir dönem. Bu kez ekonomik krizin en somut halini devre kedilerde gördüm. Her yıl en az elli, altmış evden düzenli beslenen bu semirmiş kedilerin ne kadar zayıf olduklarını görünce şaşırdım. Ne her sene olduğu gibi mangal yakan vardı, ne de her devre düzenli gelen ev sahipleri. Çünkü çoğu bütçelerine katkı için evini kiraya vermişti ve tabii gelebilenler de, devre kedilere en azından her sabah peynir verenler bile fiatı eskisiyle karşılaştırılamayacak peynirleri artık veremiyordu. Köpekler ise artık sadece gölgede uyumak ve sevilmek için geliyor, beslenme amacıyla yakındaki parktaki şık restoranı tercih ediyordu. Cüsseleri o kadar büyük ki, bir orta sınıf ya da emeklinin onlara yetemeyeceğini anlamışçasına uzak duruyor ve onların çaresizliklerini ve vicdan azabı duymasını engelleyip ortamı kedilere bırakıyordu sanki.
Buradaki kedilerin ve köpeklerin bir şekilde çoğu kişinin bildiği lakapları ve özellikleri var. Örneğin ‘’kaşarcı’’ lakaplı tekir sadece kaşar peynir tercih ettiği için şu anda perişan görünüyor. Çünkü artık kaşar peynir veren yok ve başka bir peynir çeşidini de asla yemiyor. Ne verdimse nazikçe reddetti, sadece biraz süt içiyor ve sevgimle yetiniyor. Bu kediler neredeyse herkesi tanıyor ve kim ne verir biliyorlar, sabah ziyaretlerinde uğrayacakları evleri saptayıp bir şeyler bulma umuduyla evden eve dolaşıyorlar. Ancak ayrılık günü, bavulların sandıkların ortaya çıkmasıyla onlar da çok sevildikleri ve sevdikleri bu devre sahiplerden ayrılmanın hüznünü yaşıyor. Boş eve acaba kim gelecek onları sevecek mi, yoksa kovacak mı kaygılarıyla birlikte. Sen Kos’taki mutlu bebeklerden söz ederken ben Turgutreis’teki ekonomik krizin sonuçlarını orta sınıf tatilciler ve kediler üzerinden anlatıyorum. Oysa batı dünyasıyla üçüncü dünyanın her anlamda gittikçe yoksullaşan bir Ortadoğu ülkesi olma yolundaki güzel coğrafyamız arasında sadece 45 dakika var. Her sabah 9.30’da kalkan Dentur Avrasya teknesi günübirlik Kos’a gidiyor ve 6.30’da dönüyor. Sabahları neredeyse bomboş, gelenler ise bir su bile içememiş çoğunlukla yeşil pasaportlu yüksek düzeyli emekliler ya da zengin turistler. Oysa eskiden buradaki devremülk sahipleri en az bir kez Kos’a gidip balık yiyip uzo içebilirlerdi. Pandemi öncesi de adalı Yunanlılar Turgutreis pazarında alışveriş yaparlar, yiyip içip akşama dönerlerdi. Şimdi nedense onlar da pek yok. Yabancı turist ise parmakla sayılacak kadar az.
Ben burada bir yandan derginin yaz sayısını hazırlamaya çalışırken – ki evlerde internet erişimi bile yok, ancak ortak alanda Kos’takinin tersine ağlayan bağıran çocukların arasında yapabiliyorum – kadın hayatlarının her yaşta ve düzeyde zorluğunu ve kadınların toplumun her türlü bakım işlerinden kısacık tatilde bile kurtulamaladığını gözlemliyorum. Bunu hem kendi hayatımdan hem de evli, bekar, dul tüm kadınlarda farklı biçimlerde görmek mümkün. Görece eğitimli orta sınıf aileler ve yaşlıların olduğu bir yerde kadınlar evdeki kadar olmasa da yemek temizlik vb. işlerle uğraşıyor. Tabii abartanlar kadar minimuma indirenler de var. Evli olmayanların yeğenleri, evlilerin torunları, çocukları geliyor ve dul olanlar titiz ağabeyleriyle onların ihtiyaçlarına odaklı yaşıyor yani ‘’kadınca’’ işler hiç bitmiyor. Benim gibi yaşlı annesine bakanlar da var tabii. Tüm zamanlama anneye göre ayarlandığı için kendi zamanım yine denizdeki özgürlüğüm kadar; tıpkı 8 yaşındaki küçük kız çocuğu gibi… Bu kez askeri kampın dubaları sınırları yok ama annenin yemek saati, ilaç saati, kahve saati ya da acaba düşmüş olabilir mi, bir şeye ihtiyacı var mı gibi soyut sınırların varlığıyla çerçevelenmiş. Sesini ise artık sadece içimde duyduğum askeri kurtarma kayığının düdüğü tam denizin ortasında çalmaya başlıyor ve kaygıyla geri dönüyorum. 64 yaşındaki dul komşum, ağabeyinin yemek zamanı düzen hastalığı, oğlunun mutsuz evliliği ve torunlarının kaprisinden o kadar bunaldı ki bana seneye yapayalnız gelme hayali kurduğunu, artık sadece kendini düşüneceğini yaşamının hep başkalarının ekseninde geçtiğini bir çırpıda anlattı. O kadar bunalmıştı ki hiç tanımadığı bir kadına içini döküp rahatladı.
Çocuklara gelince, evet bizde de bilinçli, eğitimli genç çiftlerin mutlu bebekleri var ki ben de zaman zaman çevremde şahit oluyorum, üstelik bebek bakımı da artık paylaşılan, babanın da bundan keyif alabildiği bir sorumluluk alanı olmuş. Hatta bizim kuşak için bile bunu söyleyebilirim. Biz de Gizem’e beraber baktık öyle ki kanguru denen bebek taşıyıcısını ben neredeyse hiç kullanamadım. Hatta 30 yıl önce bir tatilde adamın biri gururuna yediremeyip, ‘’Beyefendi, bunu anne taşır bebek anne kokusu alsın diye’’ sözleriyle bizim babayı uyarınca, o da “bizim bebek baba kokusunu da seviyor” diye adamı kibarca azarlamıştı. Ama bunu bizim ülke için genelleştirmek çok zor. Hatta üniformayla çocuğu kucağa almanın yasak olduğu militarist bir ortamda büyüdüm ben.
Burada çok küçük bebekler huzurlu sayılır ama küçük çocuklar isteklerini ağlayarak anlatmaya alışmış gibiler. Özellikle ağlayan bağıran hep erkek çocuklar nedense. Sanki şimdiden iktidarlarını ilan etmeye ve istediklerini bu yolla yaptırmaya başlıyorlar. Oysa bebekken tüm çocuklar aynı masumiyette. Kız çocuklarını pek ağlarken görmedim. Whatsapp sesli kayıtlarımızdan birinde sizin de sesini duyduğunuz bir çocuk neredeyse her an ağlıyor. Hiçbir neden bulamazsa deniz ya da havuz kenarında ‘’Ya ben boğulursam’’ diye kıyametleri koparıyor, amaç her an annenin ilgisini üzerine çekip kadına bir saniye rahat vermemek sanki. Bu ailenin bir iki yaş büyük kız çocuğu ise annesi gibi sürekli kardeşine istediklerini vermeye, ikna etmeye çalışıyor. Ne yazık ki toplumsal cinsiyet rolleri daha şimdiden çocukları kuşatmaya başlıyor.
Rusya Ukrayna Savaşı’nın buraya yansıması da ilginç. Globalleşen dünyada artık bir yerde olan olayın kelebek etkisine dönüşmesini en somut şekilde yine bu tatilde gördüm. Annemin eski bir arkadaşının oğlu savaş öncesi Ukrayna’ya gitmiş ve orada bir kadınla kısa bir gönül macerası yaşamış, jest olarak da onu 5 yaşındaki çocuğuyla birlikte Turgutreiste’ki evine bir haftalığına tatil yapsın diye davet etmiş. Ancak kadının uçağının kalkacağı günden 2 gün önce savaş patlamış ve kadın ülkesine dönememiş. 5 yaşındaki sevimli oğlu ise doğuştan şeker hastası ve sürekli insülin iğneleriyle yaşıyor. Kadının bir oğlu asker kaçağı, orduya katılmak istememiş ve şu an kayıp. Bu aile oğullarının yanına Turgutreis’e tatile gelince hem kadın hem de çocuğu sahiplenmişler ve onlara da bakıyorlar. Hatta öyle ki çocuğun imrenebileceği hiçbir şeyi sofraya koymamaya, neredeyse kendileri de yememeye başlamış. Çocuk zaten Ukrayna’da olsa çoktan ölürdü. Bulundukları şehirde ne insulin ne ilaç ne de eczane kalmış. Şimdi Türkiye’de masmavi gözleri ışıl ışıl, mutlu görünüyor ve çok çabuk dil öğreniyor. Yeni bir baba, hala ve babaanne bulmuş ve onların sevgisiyle büyüyor. Bu çocuğun ve o kadının geleceği ne olacak? Merhametli bir Türk erkeğin ve ailesinin elinde şimdilik güvendeler ama savaşın bedelini kadınlar ve çocuklar bir de savaşa karşı olan herkes ödüyor. Ordu kadının oğlunu bulursa kesin çok ağır bir ceza alacak ya da öldürülecek.
Sonuçta burada bir süre de olsa olumsuz şeylerden habersiz doğanın bir parçası olmaya, içimde huzuru yakalamaya çalışırken aslında her an ekonomik kriz, savaş ve göçün sonuçlarıyla ve kadın hayatlarının zorluklarıyla yüzleşip duruyorum. Yani tatil asla bir kaçış değil. Ama yine de doğanın sağaltıcı gücü ve denizin verdiği özgürlük duygusuyla en azından sanatımız tiyatro aracılığıyla bir farkındalık yaratabilmek ve üretebilmek için güç topluyorum.
Sevgiyle kal,
Tijen