Celâl İNAL
“Geçmişi hatırlamak mümkün değildir; hayal edebiliriz ancak.”
Richard Ford
Yaşam serüveni Anadolu coğrafyasında, Bitlis’te başlayıp zorunlu göçle Amerika’ya uzanan William Saroyan, Ermeni asıllı Amerikalı yazar ve edebiyat çevrelerinde “yalınlığın dehası” biçiminde tanımlanıyor. İnanılmaz yalın üslubuyla dikkati çeker. Ağır sıklet edebiyatçılardan sıkılanlar için iyi bir alternatif diyebilirim. Okumaya “Ödlekler Cesurdur” adlı kitabı ile başlanmalı.
Amerikan edebiyatında “saroyanesk” diye bir üslubun doğmasına yol açmıştır.
William Saroyan, Bitlis’ten Amerika’ya göçmüş bir Ermeni ailesinin çocuğudur ve asıl adı, Aram Karaoğlanyan’dır. “İnsanlık Komedisi” adlı romanının gerek kitap, gerekse film olarak gördüğü rağbete karşın, Saroyan asıl ününü, Amerika’daki Ermenilerin, yani kendi çevresindekilerin yaşamlarını anlatan öykülerine borçludur. Beklentilerin aksine Türklere ve Türkiye’ye karşı hiçbir önyargı emaresine rastlanmayan, okudukça bunun diğer bütün halklar, milletler için de geçerli olduğunu anladığınız Ermeni asıllı Amerikalı yazar, özellikle “Ödlekler Cesurdur” adlı öyküsü insan sevgisi, hoşgörü ve affedicilik üzerine bir ders gibidir.
William Saroyan, 1938’de yazdığı “Yaşayanlar ve Ölüler” adlı kitabında böyle der:
“Anneannem, ‘Kürtçe kalbin dilidir’ derdi. Türkçe ise müziktir; bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı ve parlak. Bizim dilimizse acının dilidir. Ölümü tattık hep; dilimizde nefretin ve acının yükü var.”
William Saroyan, Bitlis’ten göç etmiş Ermeni bir ailenin, Amerika’da doğan ilk ferdi olarak 31 Ağustos 1908’de Kaliforniya Eyaleti’nin Fresno kasabasında dünyaya gelir. Asıl hedefi yazar olmaktı. Bunun için öyküler yazıyordu. Saroyan ismi edebiyat dünyasında bomba gibi düştü. En başarılı öykü ve oyunlarını bu çıkışı izleyen on yıl içinde yarattı. 1939 yılında yayımlanan “Yaşamak Vakti” kitabı ile Pulitzer ödülünü kazandı, ancak eserinin diğerlerinden ne daha iyi, ne daha kötü olduğunu söyleyerek ödülü reddeder.
Günün birinde, ata baba yurdu Bitlis’i, Bitlisli Fikret Otyam, Bedros Zobyan ve Ara Güler ile gezer. Bitlis’i görünce, “yaşanacak güzel bir yer, güzel manzara, güzel Bitlis, çiçekler güzel, her şey güzel” der.
Bitlis bölgesinden ayrıldığı sabahtan tamı tamına 17 yıl sonra, 18 Mayıs 1981 yılında, ölüm haberi üzerine ajanslar onun şu sözünü dünyaya duyurdular:
“Herkes ölmek zorunda, ama benim için bir ayrıcalık tanınacağını ummuştum hep. Ne olacak şimdi?”
Giriş
Farklı tarih ve hafızaların iç içe geçip harmanlanması, tekil kimlik kurgularının parçalanması ve dilin melezleşmesine eşlik etmesinden yola çıkan Iain Chambers, göç ve edebiyat ilişkisi hakkında şunları söylüyor:
“Modernitenin gözlüğünden bakmakta ısrar edenler bu ‘hareketli’ dünyayı anlamakta yetersiz kalacaktır. Melez diller, dünyalar ve tarihler aslında bizim mekân ve kimlik anlayışımızın nasıl değiştiğini ortaya koyuyor. Göç edebiyatı, kültürel çeşitliliğin farklı mecralarında gezinirken, “öteki” ile tanışmanın ve anlaşmanın yeni yollarını keşfetmemize vesile oluyor.[1]
Göç, kültür ve kimliğe dair yazılanların tamamı ve bu alana dair yapılan edebiyat göçler dünyasında sabit bir ikametgâhımızın olamayacağı ve eve dönüşün imkânsızlığı noktasından yola çıkıyor. Göç edebiyatına dair kayıt altına alınan her söz, sınırların bizi dışarıda bırakan yanına değil, ötesindeki yeni fikirlerle dolu kültürleriyle tanışmamıza, ortak bir ufka doğru yolculuk yapmamıza olanak sağlar.
Atıf Akgün göç, kimlik ve edebiyat ilişkisini ele alırken “birinci kuşağın kimlik eksenli, ikinci kuşağın uyum eksenli ve üçüncü kuşağın ise evrensel değerler temelinde” biçimlendirerek edebiyat ürünleri ortaya koyduğunu öne sürüyor.[2]
Edmond Jabès’in kırılgan olan yabancı için konukseverliğin önemine dikkat çektiği şu sözler ve gökyüzüne sığınan kuşlara atıfla bizim göçle birlikte gelen yabancılaşmaya karşı nasıl tavır almamız gerektiği konusunda bilgilendirir:
“Bir gün, benim için her şeyden daha önemli olanın, kendimi ne dereceye kadar bir yabancı olarak tanımladığım oldu. Ve anladım ki, kırılgan biri olarak yabancının güvenebileceği tek şey, başkalarının ona sunabileceği konukseverlikti. Tıpkı kelimelerin beyaz sayfaların kendilerine açtıkları yerlere ya da kuşların gökyüzünün koşulsuz sinesine sığınmaları gibi.[3]
Göçün mağduru asli bir evinin olduğunu ve en sonunda dönüp dolaşıp oraya varacağını farz etse de yolculuk esnasında karşılaşılan sorunlar ev ve eve dönüş varsayımlarını devam ettirme olasılığı giderek zayıflar ve sonunda kaybolur. Dışarıya doğru yapılan yolculuğun giderek belirsizleşmesi sürgünü zamanımızın anlamlı bir simgesi haline getirir ve uzunca bir süre “seyyar bir habitat”a dönen dış çevresi onu gittiği her yeni yerin “öteki”si haline getirir.
“Ödlekler terbiyeli insanlardır ve bir o kadar da düşünceli… ödlekler iyidirler, ilginçtirler, kibardırlar; bir kuleden insanların üzerine ateş etmeyi asla düşünmezler” sözünün sahibidir.
Amerikan edebiyatında “saroyanesk” diye bir üslubun doğmasına sebebiyet vermiştir. Kökleri Anadolu toprağındadır. Bunu da sık sık yadederdi.
Aynı zamanda Türkiye’de fotoğraf sanatının duayenlerinden Ara Güler’in de dostu idi.
William Saroyan, Bitlis’ten Amerika’ya göçmüş bir Ermeni ailesinin çocuğudur ve asıl adı, Aram Karaoğlanyan’dır. “İnsanlık Komedisi” adlı romanının gerek kitap, gerekse film olarak gördüğü rağbete karşın, Saroyan asıl ününü, Amerika’daki Ermenilerin, yani kendi çevresindekilerin yaşamlarını anlatan öykülerine borçludur. En ilginç öykülerinden biri “the barber whose uncle had his head bitten off by a circus tiger”dır: (Başı Bir Sirk Kaplanı Tarafından Isırılan Berber Amca)Tabii başlık olamayacak kadar uzun bir ismi olduğunu fark etmişsinizdir.
Aynı kadınla iki kez evlenerek hayatını mahveden adamlardan biri olarak geçmiştir tarihe.
Beklentilerin aksine Türklere ve Türkiye’ye karsı hiçbir önyargının izine rastlanmayan, okudukça bunun diğer bütün halklar, milletler için de geçerli olduğunu anladığınız Ermeni asıllı Amerikalı yazarın, özellikle “Ödlekler Cesurdur” adlı hikâyesi insan sevgisi, hoşgörü ve affedicilik üzerine bir ders gibidir. Yazar olma sevdasından dolayı, zamanında ailesi kendisini ciddiye almamıştır. “Göçmen olmak” olgusunu belki de en iyi anlatan yazardır. Öyküleriyle insana doğduğu ve yaşadığı topraklara başka bir gözle bakma olanağı sağlar.[4]
William Saroyan, 1938’de yazdığı ‘Yaşayanlar ve Ölüler’ adlı kitabında diller hakkında şunları söyler.
“Anneannem, ‘Kürtçe kalbin dilidir’ derdi. Türkçe ise müziktir; bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı ve parlak. Bizim dilimizse acının dilidir. Ölümü tattık hep; dilimizde nefretin ve acının yükü var.”
William Saroyan, Bitlis’ten göç etmiş Ermeni bir ailenin, Amerika da doğan ilk ferdi olarak 31 Ağustos 1908’de Kaliforniya Eyaleti’nin Fresno kasabasında dünyaya gelir. Adını, babasının isteği üzerine, Amerika’ya gelişlerinde kendilerine yardım eden bir doktorun anısına “William” koyarlar. Bir Presbiteryen rahibi olan babası, William üç yaşındayken ölünce, annesi, William ve üç kardeşini yetimhaneye vermek zorunda kalır. Yetimhanede geçirilen beş yıldan sonra çocuklar annelerine kavuşarak Fresno’da yeniden bir araya gelirler.
Yazma serüveni ile ilgili ilk düsturu şu olur: “Senden önce kim ne yazmışsa hepsini unut.”
“Benim işim yazmak”
Saroyan “Benim işim yazmak, yazmak yaşamak demektir” kuralına sıkı sıkıya bağlı kalır. Kendisini edebiyata sürükleyen isim Guy de Maupassant olur. Yazarken hızlı ve verimli olabilmek için daktilo dersleri aldığı Fresno’daki teknik okulda, henüz 14 yaşındayken okul kütüphanesindeki öyküler antolojisinden Guy de Maupassant’ın “Çan” öyküsünü okur. William Saroyan’ı yazar yapan o öykünün etkisi çok olmuştur. Guy de Maupassant, “Kendi öykünü anlat ve taraf tutma” demişti.
Asıl hedefi yazar olmaktı. Bunun için öyküler yazıyor ancak öyküleri editörler tarafından geri çevriliyordu. Yazmaktan neredeyse vazgeçmek üzereyken, açlıktan ölmek üzere olan genç bir yazarı anlattığı “Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam” adlı öyküsü Story Dergisi tarafından 1933 yılında kabul edilir. Bu, Saroyan için bir dönüm noktası olur. Derginin editörlerinden hiçbir davet almadığı halde onlara, 1934 yılının ocak ayı boyunca her gün yeni bir öykü göndereceğini yazar ve gönderir. Kısa sürede öyküleri The American Mercury, Harper’s, The Yale Review, Scribner’s, The Atlantic Monthly gibi dergilerde yayımlanmaya başlar. Derginin olumlu yanıtı, öykülerin kısa bir süre sonra kitaplaşması (1934) ve kitabın beklentileri kat kat aşan bir ilgi görmesi genç yazara beklenmedik bir ün getirir. Öyküleri hedefini bulur. Kitabı o yılın en çok satan öykü kitabı olunca, Saroyan ismi edebiyat dünyasında bomba gibi düşer. En başarılı öykü ve oyunlarını bu çıkışı izleyen on yıl içinde yaratır. 1939 yılında yayımlanan “Yaşamak Vakti” kitabı ile Pulitzer ödülünü kazanır, ancak eserinin diğerlerinden ne daha iyi, ne daha kötü olduğunu söyleyerek ödülü reddeder.
1940’lı yıllarda yazdığı “İnsanlık Komedisi” başka bir kopuşa yol açar. Yapıtı önce senaryo olarak kaleme alan Saroyan, Hollywood’la yorumda anlaşamayınca satış bedeli olan altmış bin doların üstüne tazminat da ekleyerek geri verip yapıtının haklarını yeniden devralmak ister. Buna yanaşmayan stüdyonun, Mickey Rooney’le çektiği film büyük bir ticari başarı kazanır ve senaryo Oscar’la ödüllendirilir.
William Saroyan’ın askerlik sürecindeki uyumsuzluğu dolayısıyla bir ara deli olabileceği gerekçesiyle gözaltına alınır. Müttefik devletler sonunda çareyi, onu askeriyeyi konu alan bir roman yazmakla görevlendirmekte bulur. Böylece meşgul olacak, ayakaltında dolaşmayacaktır. Kendisine erken terhis ve kitabın yayımı sözü verilir. Ama ortaya çıkan “The Adventures of Wesley Jackson” adlı yapıtı ordu açısından yenilir yutulur cinsten olmadığı için, verilen izin geri alınır ve kitap ancak İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra basılır. (1946)
Bütün bu hengâme arasında Saroyan uluslararası sosyetenin yükselen isimlerinden Carol Marcus’la evlenir. Hem de bir değil, iki kez. İki seferinde de gürültülü bir şekilde, boşanmayla sona eren bu birliktelikten Aram ve Lucy adlı iki çocukları olur. Çocuklarının isimlerini rastlantıyla seçmez. Aram, Sarayon’ın sevdiği, kendisine ait olmasını istediği için, Lucy ise anneannesinin ismi olduğu içindi.
Saroyan Fresno’da doğduğu halde, yakın arkadaşlarıyla birlikteyken hep Bitlisli olduğunu söyler. Bu, güçlü bir bağ, bir çeşit gurur kaynağıydı onun için. Hafızanın geri gidebildiği noktaya kadar, büyüklerinin memleketi aynı zamanda kendisinin memleketiydi. Bitlis, William Saroya’nın düşünce âleminde hiç abartısız en önemli yeri işgal ediyordu. Günün birinde, ata baba yurdu Bitlis’i, Fikret Otyam, Bedros Zobyan ve Ara Güler ile gezer.
Bitlis hakkında yazmak acı ve kayıplarla dolu bir geçmişin izlerinden dolayı zor bir çalışmaydı. Bitlis her şeyden önce, Saroyan henüz üç yaşında iken ölen, 36 yaşında şansız bir çiftçi, papaz ve şair olan babası Armenak’ın memleketiydi. Bitlis’i hiç görmediği halde, annesinin, dayılarının, özellikle de anneannesi Lusintak’ın sürekli tekrarladığı ayrıntılı tasvirler sayesinde, şehri, zihninde daima canlı tutmayı başarır. 1942 yılında yazdığı “Babamın Bitlis’teki Çocukluğunu Bilen Adam” öyküsü, civardaki “Gultik Köyü”, “Dzabırgor’daki Çeşme” gibi öyküde belirtilen yerler, sonraki eserlerinde de yer alır.
Bitlisi görünce, “yaşanacak güzel bir yer, güzel manzara, güzel Bitlis, çiçekler güzel, her şey güzel” der. Kendisini karşılayan, törenler düzenleyen Bitlislilere “Şuradan biraz oturup Bitlis’te olduğumu anlamak istiyorum. Bu benim için çok önemlidir. Bir Bitlisliden, Bitlislilere selam… Amerika’da yaşayan bir Bitlisli olduğumu hiçbir zaman unutmadım” der ve devam eder;
“Şayet bir söz söylemek gerekirse şöyle diyeceğim; Namuslu ve iyi kalpli Bitlisliler… Burada olabilmemin ne kadar mucizevi bir şey olduğunu tarif etmem imkânsızdır. Benim Bitlis’e yetişmem bir mucizedir, inanın…. Hayatım boyunca buralar hakkında konuşmalar duydum. Buraya gelmeyi arzu ederdim. Nihayet ulaştım… Tek bir endişem vardı, acaba Bitlis, düşündüğüm gibi değil mi? Şu an nasıl memnunum, anlatamam. Endişelerim gitti. Evime geldiğimi farz ediyorum. Hemşerilerim ve bütün dostlarım burada. Beni bu kadar içten, sevgiyle karşıladığınız için teşekkür edecek kelime bulamıyorum… Artık yerime oturacağım, bana izin verin.”[5]
Bitlis’e gelmişken, “Evimiz yıkılmış da olsa nerededir?” diye sorar ve onu evlerinin olduğu yere götürürler. Burada oturur ve fotoğraflar çeker. Van Gölü’nün kıyılarına gittiğinde ise, gölün pırıltılı suskun bir şekilde uzayıp gittiğini sessizce izler. Gölün kıyısında yürür ve dalgaların ayakların altına kadar gelişine aldırmaz.
1964 ilkbaharında Bitlis’e giden Saroyan yaşadıklarını yazıya dökmekte uzun bir süre zorlandığını daha sonra itiraf eder. Geziden birkaç ay sonra, 22 Eylül 1964’te, yol arkadaşı Bedros Zobyan’a geziye ait izlenimlerini hemen yazamayacağını, bunun için biraz zamana ihtiyacı olduğunu söyler. Ancak 11 yıl sonra yazmaya başlar.
Bitlis oyunu, Saroyan’ın 1964’te bu şehre yaptığı yolculuğu anlattığı bir seyahat öyküsü olur. Oyun 1975’te, 23 Mart Pazar sabahından 29 Mart Cumartesi sabahına kadar, yedi gün içinde yazılır.
Saroyan, köklerine ve atalarının kültürüne bağlılığı nedeniyle 1935’te, Avrupa gezisinin bir durağı olarak Sovyet Ermenistan’ını ziyaret etmiştir. 1978’deki üçüncü ve son ziyaretinde, yetmişinci yaş gününü de dostlarıyla birlikte orada kutlar.
Ara Güler, 1974 yılında ABD’nin 200. kuruluş yıldönümü için ülkeyi baştanbaşa dolaşarak sanat ve bilim insanlarının portrelerini çeker ve “Yaratıcı Amerikalılar” adlı sergiyi hazırlar. Bir tiyatro yazarı olan Tennessee Williams ile Barselona’da birlikte yürürken, “Dünyanın en büyük oyun yazarı kimdir?” diye soru sorar. Williams hiç duraksamadan, “William Saroyan” der. Ara Güler bu konuşmayı anlatırken “Bunu söyleyen benim için dünyanın en iyi diyalog yazabilen adamıydı. O ise ‘en iyi diyalog yazarı Saroyan’dır’ diyordu.”[6]
1975’te serginin katalogunu yaparken onun fotoğrafının altına şu satırları yazar;
“Oturduğunuz mahallenin küçük insanlarını tanır mısınız? Örneğin İspanya’da iseniz, komşunuz küçük ayakkabı boyacısını, Paris’te iseniz Rue La Fayette’in köşesindeki derici ustasını veya Kopenhag’daki dondurma satıcısını. Eğer siz bunların hiç birini tanımıyorsanız, W. Saroyan tanır hepsini. Hem de tüm dünyaları ile… Fresno’da doğmuş ama tüm dünyanın adamı olmuş. Onun bakışı ile insanlara bakmak, dünyayı ikinci kez keşfetmekten daha üstün bir şeydir. Çünkü Saroyan en küçük şeyin en önemli şey olduğunu öğretir bize.”
Saroyan bir süre Paris’te yaşadı. İçki ve kumar alışkanlığı yüzünden inişli çıkışlı bir grafik gösterse de elli seneyi aşan, başarılı ve üretken bir kariyer ortaya koydu. Hayatı boyunca altmışı aşkın kitap (öykü, oyun ve roman) yazdı.
Düz yazıda kendine özgü bir tarz yarattı. Akıcı ve coşku dolu bir edebi tarz yarattır. Edebi üslubu kendi adıyla “saroyanesque” olarak anıldı. Kendisinin de söylediği gibi, öykülerinde tek bir şeyi anlatır Saroyan; insanı… O olayları değil, insanları merak ediyordu. Çok soru soran Saroyan’ın yazılarında küçük dünyalardaki büyüklükleri çok rahat anlatılmaktadır. Okuyucu kısa cümlelerin ve kısa sessizliklerin içinde büyük bir dünya birikimi saklı olduğunu keşfeder. Yazarken içten ve yalındır. Onun eserlerinde, süslü betimlemeler, söz oyunları aramak boşunadır. Asıl olan, öykünün bütünü ve konudur.
Bitlis bölgesinden ayrıldığı sabahtan tamı tamına 17 yıl sonra, 18 Mayıs 1981 yılında, doğduğu yerde, Fresno’da öldüğünde, adı Amerikan edebiyatının en iyi kısa öykü, roman ve oyun yazarları arasına çoktan yazılmıştı. Ölüm haberi üzerine ajanslar onun şu sözünü dünyaya duyurdular:
“Herkes ölmek zorunda, ama benim için bir ayrıcalık tanınacağını ummuştum hep. Ne olacak şimdi?”[7]
Aziz Gökdemir, “Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan” adlı derleme eserin sunuş bölümünde Saroyan’ın Bitlis’le olan ilişkisini “bir yere ait olmak, orayı terk etmek ve geri dönmek” biçiminde tanımlayarak Saroyan’ın Bitlis ziyaretine ilişkin insanların kardeşliğini kan bağına bağlayan yaklaşımını küçümseyen şu sözlerine atıfta bulunur: “… Yani, yaşlı adam memleketi olarak hiç bilmediği bir şehre gidecek, sırf Ermeniler olduğu için de orası memleketi olacak.”[8]
Fikret Otyam Bitlis’e birlikte yaptıkları yolculuk anında doğaya ve Bitlis yolundaki her nesneye tutkuyla bakan ve dokunan Saroyan’ın hümanizmasını tanımlamak için şunları söyler:
“Onun için ‘her şey çok güzeldir.’ Bir taş parçası, bir ot, bir çiçek, bir duvar, bir kırık testi, bir inek, karlı bir dağ, çiçeğin üzerindeki böcek, hatta kendisine ‘ana avrat” küfreden bir sarhoş, her şey, her şey güzeldir. Eğer bir yerde kötülük varsa bizdendir, yani insanlardan… Ama insanlar da iyidir, güzeldir, hastır.”[9]
1905’te Bitlis’in hemen yanı başında Sapkor Köyü’nden Kaliforniya’ya göçen baba Saroyan atalarının ve kendisinin öykülerini de gittiği yere Fresno’ya taşır. Kaliforniya’nın Fresno ellerine… Saroyan çocuk da ailenin ve etnik mensubiyetine ilişkin ortak belleği diri tutan geçmiş yaşamlarına ve Bitlis’e dair bu öyküleri soluksuz bir şekilde dinler, bunlarla büyür.
Saroyan, “Masa Başında Devriâlem” adlı öyküsünde şöyle anlatır eski günleri:
“…Babam Ermenistan’ın şimdi harap olmuş bir dağ şehrinde dünyaya geldi… Dağlardaki şehirden Trabzon’a, Trabzon’dan Marsilya’ya, Havre’a, Havre’den New York’a, New York’tan Kaliforniya’ya gitti. Tabiatıyla bol bol ağladı… Kaliforniya’nın toprağı iyiydi, suyu iyiydi, havası iyiydi, fakat babam fakir bir adamdı. Fakirlik her yerde, her dilde aynıdır.”[10]
Saroyan’ın hayatında bir dönüm noktasıdır Bitlis’e yaptığı seyahat. Bu sadece bir kente değil, geçmişine yaptığı en anlamlı yolculuktur. Büyükannesinin, büyükbabasının, babasının, annesinin ve akrabalarının yaşayıp çocuklarının olduğu bu toprakları 56 yıl tahayyül etmiş ve 16 Mayıs 1964 tarihinde o havayı, anıları yaşatmak için, salt anlatılanlardan bellediği Bitlis’i “Baba Ocağı”nı görmeye geliyordu ünlü bir kişi olarak.
Saroyan Bitlis seyahatinde direksiyonda iken bile yol boyunda karşılaştığı köylülere, çocuklara, kadınlara selam vermekten alıkoyamaz kendini. Selam vermesini, selam almasını böylesine seven az sayıda kişiden biridir o. Van kıyılarındaki ruh halini “Cesur Delikanlı” adlı kitabının “Berberin Amcası” isimli öyküsünde dünyayı iyi bildiğini, kötülük, sefalet, kin, nefret, korku, adilik, fesatlıkla dolu olduğunu ancak bütün bunlara rağmen yine de bunları sevdiğini söyleyerek sözlerine şöyle devam eder:
“Dünyada bir yer işgal etmek, acayip, harikulade bir şey… Canlı olmak. Zaman ve mekân içinde hareket edebilmek… Sabah, öğle, akşam teneffüs etmek, ıslık çalmak, gülmek, konuşmak, uyumak, büyümek… Görmek, duymak, dokunmak. Güneşin altında dünya ülkelerini dolaşmak. Bir yerde bulunmak, bir yer işgal etmek. Dünya!”[11]
Yukardaki sözcüklerin bana ilk anımsattığı Nâzım Hikmet’in 1946 yılında yazdığı Beş Satırla adlı şiirinden şu dizeler:
“Annelerin ninnilerinden spikerin okuduğu habere kadar, yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık, anlamak gideni ve gelmekte olanı.”
Saroyan, The Daring Young Man on the Flying Trapeze (Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam) adlı kitabına yazdığı önsözde yazma serüveni ile ilgili iki kurala dikkat çeker:
“İlki, başkalarının buldukları kurallara hiç aldırma, onlar bu kuralları kendi selametleri için bulmuşlardır, böyle kuralların cehenneme kadar yolu var… Birkaç ay sonra, heyecan uyandıran ikinci kuralı keşfettim. Kural şu: Edgar Allen Poe’yu da O. Henry’yi de unut, hikâyeleri içinden geldiği gibi yaz… Senden önce kim ne yazmışsa hepsini unut.”[12]
Bitlis’e vardığında ilk çeşmeden içtiği su için “Bu suyun iyi olduğunu bana söylemişlerdi” der. Kendisine anlatılanlardan yola çıkarak, kentin girişindeki bütün ağaçları tanıdığını söyler. Bir süre sonra da iyi kesilmiş taşlardan yapılan evlerin görünmeye başlayacağını ve İskender’in yaptırdığı duvarı ve suru göreceklerini söyler.
Bitlis belediye başkanının odasında odayı dolduran hemşerilerine şunları söyler:
“Namuslu ve iyi kalpli Bitlisliler… Burada olabilmemin ne kadar mucizevi bir şey olduğunu tarif etmem imkânsızdır. Hayatım boyunca buralar hakkında konuşmalar duydum… Tek bir endişem vardı; acaba Bitlis düşündüğüm gibi değil mi? Şu an nasıl memnun olduğumu anlatamam. Endişelerim gitti. Evime geldiğimi farz ediyorum. Hemşerilerim ve bütün dostlarım burada. Beni bu kadar içten, sevgiyle karşıladığınız için teşekkür edecek kelime bulamıyorum.”[13]
Konuşmasının sonunda kendisine verilen tütün dolu tabakayı aldı, oysa sigarayı bırakalı yedi ay olmuştu. Sardı ve Türkçe tütünün Bitlis’e ait olup olmadığını sordu. Sigarasını yaktılar. Ciğerlerinin dibine kadar çekti.
Sonra baba Saroyan’ı tanıyan Cemal Bapir geçmiş zamanlardan şöyle söz etti:
“Çoğu Ermenilerle dost idik. Demirci Haço, fırıncı Aram, çalgıcı Dikran, inşaatçı Hagop, marangoz Levon, onun kardeşi Harutyun, yine inşaatçı Garbican ve bakırcı Arso’yu çok iyi hatırlıyorum. Bunların hepsi de Sapkor’da (Dzabırgor) yaşardı. O zamanlar Bitlis kalabalıktı. 50-60 bine yakındı nüfusu Üç tane konsolosluk vardı, İngiliz, Rus ve Amerikan.”[14]
Onunla yıkılmış, sadece bir metre yükseklikte bir duvarı kalmış, Bütün Bitlis’i tepeden gören bir arsaya gittiler. Yeşil ottu önü, otlar arasında papatyalar vardı. Duvarda lamba koymak için oyulmuş taşın içinde de çiçekler bitmişti. Saroyan elleriyle toprakları temizledi. Sonra etrafına baktı, baktı, baktı. “Yaşanacak güzel bir yer, güzel manzara, güzel Bitlis, çiçekler güzel, her şey güzel” dedi.
Geçmiş mimarinin izini taşıyan evlerin arasından geçerken gerçekleştirilen keşif turu sürerken yanlarına yaklaşan terzi Selahattin Saroyan’a şu tespitte bulunur:
“Bu evler hep 1915’ten önce Ermenilere aitti. Bugün orada yaşayanlar çoğunlukla başka köylerden gelmiş Kürtlerdir. Onlar bu evlerin zamanında Ermenilere ait olduğunu çok iyi bilirler.”[15]
Ayrıksı bir yazar tavrından söz edilmeli Saroyan’ın. Amerikalı yazarların düşünü süsleyen Pulitzer ödülüne uygun görüldüğünde almayı reddeder… Ankara’da bir dost evinde neden Pulitzer ödülünü reddettiğini soran romancı İlhan Tarus’u şöyle yanıtlar:
“Bu gibi ödüllere inanmıyorum… Bir hatır gönül işi, propaganda işi, samimiyetsiz şeyler… Eğer bir gün Nobel’i de verseler, eğer bunda da aynı şeyleri sezersem düşünmeden reddederim. Bir ödül jürisinin sevgisi benim için önemli değildir. Geniş halk yığınlarının sevgisi hangi jürinin ödülüyle değiştirilebilir? Benim kazandığım en büyük ödül, din, dil, ırk farkı gözetmeksizin yüreklerini kazandığım halklardır, bu bana yeter.”[16]
Kendisiyle yapılan bir söyleşide yazınsal bir tür olarak neden öyküyü seçtiğini soran kişiyi şöyle cevaplıyor.
“Her şekilde yazıyorum ama kısa yazılar gelir getiriyor. Amerika’da ekmek ve peyniri sadece kısa yazılarla kazanabiliyor insan. Bir de o formu seviyorum. Aynı formu Mark Twain, Çehov, Guy de Maupassant da kullanmışlardır. Daha çocukken, evde bana yarım saat, bir saat küçük hikâyeler anlatırlardı. Ben de bu şekli tercih ettim ve bugün aynı tarzda yazıyorum öykülerimi.”
Saroyan Bitlis’se gerçekleştireceği seyahat için 1 Mayıs 1964’te İstanbul’a geldiğinde konuyu önce Ermenice yayın yapan Marmara Gazetesi’nin yardımcı editörü ve yayımcısı Bedros Zobyan ile görüşür. Zobyan işadamı ve sanayici arkadaşı Ara Altunyan ve Saroyan 9 Mayıs 1964’te Bitlis’e gitmek üzere şehirden ayrılırlar. Üçlü öncelikle doğru Ankara’ya, sonra kuzeye, Karadeniz kıyısındaki Samsun, Giresun ve Trabzon gibi, 1915 sürgününden önce Ermeni topluluklarının yoğun olduğu şehirlere gitti. Güneye, Doğu Anadolu’nun içlerine ilerleyerek Erzurum’u, Van’ı ve göl kıyısına yakın Akdamar Adası’ndaki ünlü 10. Yüzyıl Ermeni kilisesini hayranlıkla izleyerek akşamüstünü geçirecekleri Van Gölü’nün ziyaret ettiler. Van’da Saroyan’ın mutluluğu iki kat arttı, Çünkü Bitlis’te resmi karşılnacağını öğrendi. Konakladıkları gölün karşı kıyısındaki Tatvan’dan Bitlis’ gitmek üzere yola çıktılar. Yaklaştıkça Saroyan’ın endişesi ve heyecanı arttı. Zobyan’ın anlattığına göre, Saroyan “Yarın Bitlis’te olmamı hiçbir güç engelleyemez” dedi.
Bitlis’e ilk ayak bastığında aklından geçenler babası Armenak’la annesi Takuhi’nin, babasının babası Minas ile annesinin babası Minas’la annesinin annesi Lusıntak’ın doğduğu yerde olmk ve onların ayak izlerini takip etmenin derin heyecanını duymaktı. Ailesinin Bitlis’i terk etmek zorunda olması, sadece bir kenti terk etmek değil, aynı zamanda o mekâna dair ortak belleği terk etmek zorunda kalmaya ve “yürekten kopan bir çığlığa” tekabül ediyordu.
1890’larda yaşanan, Ermeniler tarafından “Büyük Katliamlar” olarak hatırlanan ve dönemin edebiyatında “Ermeni Katliamları” olarak nitelendirilen zulümlere tanıklık eden babasının böyle olayların tekrar yaşanacağına dair bir tedirginliden söz eder. Babası 10 yıl sonra Bitlis’ten ayrılma kararı aldığından önünde iki seçenek vardır. Ya alın yazılarına razı gelecek ve ailece ölümü bekleyecek ya da o yörelerden uzaklaşacaklardı. Başka seçenekleri kalmamıştı. Orayı terk ederler. İyi ki terk ederler. Kalanlara neler olduğunu herkes biliyor.
Bitlis yolculuğunun mimarı Bedros Zobyan annesinin Sivas’ın Bingöl köyünden Der Zor çölüne kadar yaşadığı sürgüne dair tanklığını şöyle dile getiriyor:
“ Annem anlatırdı “Bir gün jandarmalar geldi, köyün tüm erkeklerini topladılar ve gruplar halinde çevre dağlara götürdüler. Nereye, niçin götürdüklerini bilmiyorduk. Babamı, kocamı ve akrabaları, hepsini götürdüler. Biz adınlar, yaşlılar ve çocuklar köyde kalmıştık. Onlar gittikten sonra dağlardan silah sesleri duyduk. Korku içimize girmişti ama ne yapabilirdik ki… O günden sonra bir daha ne babamı, ne kocamı, ne de diğer akrabalarımı görebildim… Birkaç gün sonra jandarmalar yine geldiler ve köyü terk etmemizi istediler… Annem her şeyi bırakarak 6 aylık bebeğini almış, diğer köylülerle birlikte yabancı ufuklara doğru yollara düşmüş. Günlerce, aylarca yürümüşler. Yaşlılar ve halsiz düşenler bir yandan yollarda kalmışlar. Annem bebeği kucağında yürümeye devam etmiş, sonunda bebek de açlık ve susuzluktan ölmüş. Annem bebeği elleriyle gömmüş ve çöllere uzanan yoluna devam etmiş. Kervan kalıntıları en sonunda Der Zor’a ulaşmış. Yıllarca orada kaldıktan sonra bir mucizeyle oradan kurtulmuş. Daha sonra babamla karşılaşıp evlenmişler.”[17]
Bitlis ziyareti her ne kadar bir düşü gerçekleştirerek iyi vakit geçirmesine vesile olsa da ziyaretin içsel travması kişisel tarihi açısından olumsuz deneyimlere eklenir. Bir kılıç gibi keskin iki yüzü vardır bu ziyaretin. Çok mutlu olmakla çok kederli olmak birbirinin ikiz kardeşi gibidir. Bu, Saroyan’ın yazınına vurduğu damgadır. “Ekmeksiz, susuz evlerinden çöl sürülen” bir halkın acısını vurgulama ihtiyacından kaynaklanır. Çünkü buruk ve kekremsi bir duygudur geriye kalan.
“Ziyaretçi Ermenilerin yerleşiklerden fazla olduğu Türk idaresi altında bir Kürt çoğunluğun yaşadığı Bitlis, kuşkusuz Saroyan’ın hayalindeki zengin, çokkültürlü bir yaşamı olan Bitlis değildi. Kilise ahır olmuştu. Kim yerde Ermeni mezarları bile tahrip edilmiş, taşlar yeni evlerin yapımında kullanılmıştı. Yollarda yürürken, yarısı kopmuş bir Ermeni ismini üzerinde barındıran taşlarla göz göze gelebiliyordu insan. Ahalinin arasında duyulan ‘Bunlar giderken gömdükleri altınları arıyor olmasınlar’ mırıltıları da işin içine tuz biber ekmişti.”[18]
FOTOGRAF 2
Saroyan’ı en farklı kılan özelliklerden biri de Anadolu coğrafyasında işlenen bu büyük insanlık dramının suçunu Türklerle değil, insanlığın içinde olan kötülükle özdeşleştirmesidir. Herhangi bir inkârcılık içinde olmamakla birlikte, diyaspora söyleminde yaygın bir öge olan “Türkler” sözcüğünün genelleyiciliğinden haklı olarak şikâyet edenler için önemli bir noktadır bu. Suçlular ile birlikte masumları da karalamak, aydın kişiye yakışan bir tutum değildir. Saroyan bu birbiriyle çatışan duyguların toplamına dikkat çeker.
Osmanlı Ermenistanı’nın tarihe karıştığının bilincindedir, ama bunu pek ciddiye almayanlardan… “Bitlis’e Erivan’dan yürüyerek altı gün altı gecede varılabilir” diye yazar bir gezisinde, sanki arada sınır yokmuş gibi. Bir anlamda sınır kafasında gerçekten de yoktu.
Bitlis’te geçirdikleri günden sonra Tatvan’a döndüler ve ertesi gün Muş, Diyarbakır ve Elazığ-Kaharpet’e (Harput) gitmek üzere yola çıktılar. İstanbul’a gelmeden önce Ağrı Dağı’nı (Ararat), Antakya’yı, İskenderun’u, Adana’yı, Ortaçağ Ermeni Kalesi olan Yılan Kalesi’ni, Mersin’i, Antalya’yı, İzmir’ ve Pamukkale’yi ziyaret ettiler. Tam 11 yıl sonra Mart 1975’te Türkiye’de yaşayan Ermeni azınlığa uygulanan ayrımcılığa yönelik sert eleştirilerden oluşan “İstanbul Komedisi”ni yedi günde yazdı.
Düş ile gerçeğin birbirine girdiği bu gezinin ardından Saroyan nereye ait olduğuna, nerede yaşamını sürdürmekten yana olduğuna dair şu soruların yanıtlarını aradı ve en son barış içinde bir arada yaşamanın erdemine ilişkin şu kanaatini dile getirme ihtiyacı duydu:
“Hangisi gerçek Bitlis’ti? Atalarının olan mı? Kendi zihnindeki mi? Yoksa bugünkü mü? Gerçek Bitlis, Saroyan’ın tahayyülündeki Bitlis’le hem aynı, hem de ondan farklıydı… Ben çevremde Amerikalıyım. Bir Ermeni olarak doğdum. Ermeniyim. Ama Kaliforniya benim evim. Birileri ‘Kaliforniya sizin için ne ifade ediyor’ diye sormuştu. Ben de dürüstçe ‘Anavatanım. Ona derinden bağlıyım’ demiştim. ‘Hayastan (Ermenistan) kadar mı?’ diye sorunca da ‘Evet, Hayastan ve Bitlis kadar’ demiştim… (Bitlis’e ilişkin anılarını ancak 10 yıl sonra kaleme alabildiği için. yn) On yıl kadar önce oradaydım ve oradan ayrılmak istemiyordum. Ancak orası bize ait değil. Bizim, fakat şimdi başkaları sahiplenmiş. Bizim olacağı ve oraya döneceğim günlerin özlemini çektim. Oraya sahiden de gidecektim, gidip orada yaşayacaktım. Oraya yerleşecek, öldüğümde kemiklerimi kim bilir ne zamandır orda yatan diğer Saroyanların yanına gömdürecektim. Sonsuza dek. Kemiklerimiz orada. Bizler, büyüklerimizin belleğinin gidebildiği kadar uzunca bir süredir oradayız…
Ermenilerin üzülmek için coğrafyadan, coğrafi bir yere gitmekten ve bir yere varmaktan çok daha öte nedenleri var. Bu her halükârda beni üzüyor… ve bir şarkı söyleme isteği uyandırıyor. Gelin, birlikte, yediğimiz ekmeğin ve içtiğimiz şarabın şarkısını söyleyelim.”[19]
Kendisiyle yapılan bir söyleşide “Beğenmediğiniz bir eseriniz var mı sorusunu şöyle yanıtlar:
“‘Gülünecek Şey’ adlı romanımı yazdığım için pişman değilim ama onu beğenmiyorum. Bu hoşnutsuzluğun nedeniyse hiçbir gülünç öge içermemesi. Şaka ve zevzekliklerimizi sevgiyle, hayretle ve minnettarlıkla kabullenmeye hakkımız olduğuna inandığımdan, bana sorarsanız tabutta bile gülebilmeliyiz. Muşluların, değişen ve yitirilen şeylerle ilgili hislerini belirtirken söyledikleri gibi, inç eink, inç eğank (Neydik, ne olduk!)”
“Bitlis” adlı oyununda Anadolu coğrafyasının nasıl farklı kültürler tarafından harmanlandığına dikkat çeker. “Ermenilerle mi karıştılar?” sorusuna cevaben şunları söyler:
“Tabii ki Ermenilerle ve burada yaşamış olan herkesle: Gürcüler, Çerkesler, İranlılar, Yahudiler, Abhazlar, Rumlar, Süryaniler, Araplar, Suriyeliler, Çingeneler ve Kürtler, en çok Kürtler; ayrıca Bulgarlar, Romenler, Sırplar, Karadağlılar ve Makedonyalılar’la… Burası kavşak noktası… (Kendisine gösterilen ve ailesine ait olduğu iddia edilen yerin bir mizansen olduğunun farkına varan Saroyan, yn) Dzabırgor Mahallesi’nin sonundaki o yüksek yerde babamın evinden geriye neden bir iz kalmadığını bilmiyorum… Bize ait mezarlar tahrip olmuş; kilen buğdayların arasında kır çiçekleri boy atıyor, ayrıca en güzel kiliselerimizden biri sığırların sığınağı olmuş; çan kulesi de güvercin yuvasına dönüşmüş. Sadece atların ve ineklerin içtiği, devasa kayaların arasından akan suların olduğu yerden nereye yürüsek, Türkler ve Kürtler bizi seyrediyor. Babalarımızın gömdüğü altınları çıkarmaya geldiğimizi düşünüyorlar.”[20]
Sürgün edebiyatında dönü teması geniş kapsamlı bir araştırma alanıdır. Yaşanan büyük trajedileri izleyen duygular ise “hatırlama” ve “öfke”dir. Sonra şiddet içermeyen hak arama süreci tabip eder bunu. Şiddetin bütün biçimleri ile hesaplaşma bunu takip etmelidir. Kopulan, koparılan toprağa bir kez olsun yeniden ayak basmanın amacı hasret gidermekle sınırlı kalmaz; bireysel düzeyde kalsa da bir yeniden sahiplenme, sürgün cezasının bir anlamda temyizi söz konusu. Bu, Saroyan’a zengin bir edebiyatı ateşleyebilecek güçte kıvılcımların yaratılabilmesine olanak sağlar. Ona göre, insanlığın değişime karşı sürekli bir kırılganlık anlamına gelen uzun coğrafi geçmişi zaten kendi başına yıkıcıdır. Sürgün ve göç hikâye biriktirir. Saroyan’ın yaptığı bunu kendi diline uyarlayıp kayıt altına almaktır.
Onun sürgün duygusuyla hesaplaşması, çatışmaların içinde bile benzerliklerin ve diğer toplumlarla iç içe yaşamanın zenginleştirici özelliklerinin farkında olması sayesinde, günlük hayatta karşılaştığımız dogmaların üzerine çıkan kuvvetli bir ulusçuluk-ötesi bileşeni de barındırır.
“Bitlis’i çok çalıp söyledim ben. Çünkü insanlarımın dağlık şehridir o, ve bir anlamda başlı başına bir ülkedir. Şöyle ki orada yaşayan Ermeniler, Kürtler ve Türkler, kendilerini hemşerileriyle diğer şehirlerde yaşayan soydaşlarından çok daha yakın akraba olarak görmüşlerdir.
Tesadüfi Karşılaşmalar, (Chance Meetings), 1978”[21]
Yetmiş Bin Süryani
William Saroyan kitaplarının dizi editörü Aziz Gökdemir’in Saroyan’ın “Yetmiş Bin Süryani” adlı yapıtının sunuşunda “yapıtlarında karşımıza çıkan 1930’ların ekonomik bunalımı sonrasında düşe kalka, güle oynaya yaşamlarını sürdürmek için çabalayan Ermeni göçmenler, Türk okur için Gazap Üzümleri’nin çerçevelediği bir dünyada yaşayan, ama Steinbeck’in roman kişilerine kıyasla daha ‘bizden’ insanlar olduğunu dile getirir.
Gökdemir’in 1915’te şiddetle fırlatılan bumerangın, er ya da geç bize yeniden döneceği konusunda herhangi bir tereddüdü yoktur.
Saroyan’ın yapıtlarını üç grupta ele alır:
“Birinci grup, ülkemizde defalarca basılan öykülerle aynı özellikler taşıdığı halde, yazar şan şöhret kazanmadan önce Ermeni yayın organlarında yayımlandıktan sonra arşivlerin karanlığına gömülen öykü ve şiirlerden oluşmaktadır… İkinci grup, Saroyan’ın ABD’de yazar olarak ünlenmesini sağlayan, kimi zaman öyküden çok delidolu köşe yazısını andıran yapıtları kapsıyor… Üçüncü grubu politik öyküler olarak adlandırmak mümkün, ama bu terime hemen bir dipnot eklemek gerekiyor, çünkü yazar kendi açısından “Ermenistan’ın Evladı Antranik”, “Nereye Gidersen Git Çığlığında Memleket” ve “Sen Bir Ermeni Ben Bir Ermeni” gibi öykülerle herhangi bir tartışma ya da polemiğe girmiyor, yalnızca 1915’in göçmenlerin gündelik yaşamına etkisini betimliyor.
William Saroyan, insanları insanlık dışına çıkaran, izleyen diğer insanları insanlıklarından utandıran olaylara bakarken, sorunu, bozukluğu, çıldırmışlığı ve benzeri tüm olumsuzlukları şu ya da bu halkın değil, tüm insanlığın mayasında gören bir yazar.”[22]
Gökdemir, katıldığı bir “Ermeni Gecesi” etkinliğinin sonunda paltosunu giymiş konuklardan birinin ilgilendiği konuya dört saat boyunca ancak iki cümleyle değinilmiş olduğu için merakını gideremediğinden etkinliği düzenleyen bir öğrenci derneği başkanına yanaşıp şu soruyu sorar:
“Soykırımda Türklerin hepsi mi size karşı cephe aldı?”
Yanıt oldukça çarpıcıdır:
“Hayır, birçok kişi bize yardım etti, korudu. Belki onlar olmasa bugün ben ve arkadaşlarım da burada olamazdık.”[23]
Saroyan, “Yetmiş Bin Süryani” adlı yapıtının birinci öyküsü “Ömür Denen An”da Ermenice yazılmış kitaplarla bağını şu sözcüklerle açıklar:
“Ermenice okuyamasam da kitapları sadece tutmak bile hoşuma gidiyordu; çünkü biliyordum ki babam onları tutmuş, o kitaplara dokunmuş, sayfalarını çevirmişti. Tuhaf, süslü yazılar ben çok etkiliyordu. İlk önce hiç hoşuma gitmemişti, çünkü bazılarını okuyamıyordum. Ama büyüdükçe okuyamadığıma memnun oldum, çünkü böylece, harflerin benim için giderek babamın çok şeyler anlatan o engin sessizliğinin bir simgesi haline geldiğini fark ediyordum. Ermenice yazıların her bir sayfası, babamla dili ve konuşmayı aşan bir fikir ve duygu alışverişiydi.”[24]
“Nenem” adlı öyküsünde paganik nitelikler taşıyan, yine de kendine has bir Tanrı’ya şiddetle bağlı, ufak tefek ama güçlü kuvvetli biri olan anneannesinden söz ederken masal ve hikâyelerle geçmişi arasında nasıl bir bağ kurduğunu şu sözlerle açıklar:
“Hiç okula gitmemişti, kendi dilini okumayı öğrenmemişti ama bir şair inceliğiyle anlattığı sayısız masal bilirdi. Kaç kere anlatırsa anlatsın kendi ninelerinden ve teyzelerinden duyduğu hikâyelerin bir kelimesini bile değiştirmezdi. Bize anlattığı hikâyelere kendi tarzından, felsefesinden çok şey katar, sadece kendinin uydurabileceği ifadeler eklerdi… Bazen nenem saatlerce konuşmazdı, o zaman eski memleketi ve orada mahvedilen, katledilen, bozulan huzurlu hayatı düşündüğünü anlardık. Memlekette ağabeyleri ve kız kardeşleri varmış. Birçoğunun yok edildiğini biliyordu, geri kalanlar da evsiz, aç ve hasta imiş. Saatlerce bir köşede oturur, tespih çeker, iç geçirirdi.”[25]
“Ermenistan’ın Evladı Antranik” adlı öyküde yazar, dil ve tarih bilincinin nasıl biçimlendiğini şöyle tanımlar:
“Ermenice konuşmayı ninem bizim evde kalmaya başlayınca öğrendim ben. Her sabah Antranik adında bir askerin şerefine bestelenmiş şarkılar söylerdi; nihayet bu adamın dağ köylüsü bir Ermeni olduğunu, bir gün yağız atı ve emrindeki bir avuç adamla düşmanla savaşa tutuştuğunu öğrendim… Ninemin türküleri olanı biteni anlamak için önümde yol açtı… Dili çok geçmeden kavradım, çünkü zaten içimde hatırlanmayı bekliyordu, kelimeleri oturtmak yetti. Biliverdim: Ermeni’ydim ben. Maraza çıkaran namussuzlara Tanrı’nın lanetini okudum… Onu bunu namussuz diye diğerlerinden soyutlamak hakça değil. Ermeni nasıl acı çekerse Türk de acı çeker. Saçma işte, ama bunu bilemezdim o zaman. Bilemezdim şu Türk dediğimiz insanın zorlandığı yola sapan, kendi halinde dünya tatlısı bir biçare olduğunu. Ondan nefret etmenin, aynı hamurdan çıkma Ermeni’den nefret etmeye eşdeğer olduğunu… 1915 yılında General Antranik dünyayı kuşatan belanın sebeplerinden biriydi, ama buna kendi hatası diye bakmamak gerek. Önünde başka seçenek kalmamıştı; yapması gerekeni yapıyordu o kadar. Türkler Ermenileri öldürürken bir yandan General Antranik ve askerleri de Türkleri öldürüyordu. Az önce andığım hoş, kendi halinde, zararsız Türkleri –asıl suçlular cephe gerisinde, savaşın yakıp yıktığı yerlerden uzaktaydı çünkü. Böyle işte, göze göz, ama hep yanlış göz. Bunlar olup biterken ninem General Antranik’in bu işten sağ salim ve muzaffer çıkması için dua ediyordu… General Antranik basit bir Ermeni köylüsü olduğundan İngiliz, Fransız, İtalyan hükümetlerinin sözüne inanmıştı, hizmetleri karşılığında halkı özgürlüğünü elde edecekti… Güçlü hükümetlerin benzer hükümetlerle ortak çıkarlar doğrultusunda dostluk kurmaya muhtaç olduğunu, isteklerinin bu yöne kayacağını, savaş sonrasında bu denklemde ne kendisine ne de Ermenistan halkına yer kaldığını kavrayamamıştı. O pek güçlü devletler Ermenistan için bir şeyler yapmaktan bahsettiler bir ara, ama kıllarını kıpırdamadılar… Cehennemin dibine kadar yolu var bu meselenin. Ermeni eğilim zaten ben, Amerikalıyım. Fakat doğrusunu isterseniz, her ikisi birdenim, hem hiçbiri değilim. Ermenistan’ı da Amerika’yı da çok seviyorum ve kendimi ikisine birden ait hissediyorum, ama sonuçta şuyum ben: bu dünyada ikamet eden bir insan. Siz de öylesiniz ha, nerede olursanız olun… İnsanın ülkesi ağaçlar, bağlar, çayırlar, kuşlar, taşlar, tepeler, dğlar, vadiler midir? Yazın sıcağında dalda olgunlaşan şeftali midir? Semanın bir uçtan diğerine kol kanat gerdiği ülkede kulağa çalınan ana dilin ezgisi midir? Ermenistan benim için hem hiçbir yerde, hem de her yerde idi.”[26]
Etnik aidiyeti ve ulusal kimliği ve tarih bilinci konusunda her ne kadar eleştirel bir dili olsa da Ermeni olduğunu “Unutursam Tanrı beni kahretsin. Unutursam sonsuza kadar lanetleneyim” diyen biridir Saroyan. “Yılan” adlı öyküsünde Bitlis’teki evlerinde yaşayan yılana evin bir mensubu muamelesinin yapıldığını söyler. Bilge ve Bitlis’teki en yaşlı yılan sayar onu, ama daha da önemlisi onlara göre bir evde yılanın olması o evin bereketinin artacağı anlamına gelmektedir.
Ödlekler Cesurdur
Yapıtın önsözünde Gökdemir, ölümden çok yaşamı ve bir arada yaşama kültürünü kutsayan Saroyan’ın yurt ve vatan algısına dair şunları söyler:
“… Vatanın, kan dökmenin kutsandığı değil, birlikte yaşanan, insanların düşlerini paylaştığı,, birleştirdiği bir dünya; korkunun değil, insana saygının egemen olduğu bir yer olarak tanımlar. Yurdunu ancak masallarda, anlatılarda tanımış, anadilini yedeğe alarak başka bir dilde tüm bir kültürü, ulusu yeniden kuran, kurgulayan biri olarak Saroyan’ın yazdıklarında sloganlara rastlamamamız bundan. Saroyan gittiği her yerde çiçeklerle, güleryüzle karşılandı, ama bir yandan da zengin bir geçmişin yıkıntılara indirgenmiş haliyle her adımda karşılaşmanın yarattığı hüzün onu rahat bırakmıyordu. Fakat ilk öykülerinden beri var olan bu temayı sık sık gülmeceye dökebilmesi, şematik sınıflamalara rağbet etmeyip evrensel portreler çizebilmesi onu sürgün edebiyatında apayrı bir yere oturtuyor. Saroyan işte bu niteliğiyle insandan insana, halktan halka ve geçmişten geleceğe köprüler kuran yazarlardan biri oldu.”[27]
Saroyan, “Yabancı” adlı öyküsünde meydan okuyan bir kişiliğinin ipuçlarını veriyor okura:
“… Bir gün öğle yemeğinden sonra öğretmenimiz Miss Clapping dersi kesti: ‘Öğle yemeği için eve giden Ermeni öğrenciler, sizlere söylüyorum, sarımsaklı yemekler yemeyi kesin, koku tahammül sınırımı aştı artık’ dedi. Hakikaten de o gün öğle yemeğinde kızarmış patlıcan, kuzu buduyla güveçte pişirilmiş bamya ve çalı fasulyesi türlüsü yemiştim. Bu yemekler de sarımsaksız yenmezdi ki.
Camları açamayacak veya radyatörleri kapatamayacak kadar soğuk bir gün değildi. Sınıfın havası çok ağır sıcaktı. Miss Clapping’e ‘Camı açın o halde’ dedim. ‘Ne demek istiyorsun?’ derken hafiften dudakları titremeye başlamıştı. ‘Demek istiyorum ki öğle yemeğinde kim ne yerse yesin fark etmez, bu sınıfın havası bozuk. Buranın temiz havaya ihtiyacı var. Pencereyi açmak insanlara sarımsaksız yemek yemelerini söylemekten daha kolaydır.’
Miss Clapping’in beni müdüre şikâyet etmesi ve müdürden yediği sopa yüzünden okuldan soğumama neden olan bu olay için annem şöyle bir çözüm buldu: ‘Öğle yemeğinde sarımsak olduğunda bir dal maydanoz çiğnersin olur biter. Ermeni yemeklerinin onurunu korumak için de bu kadar hevesli olma’ dedi. Bu tavrı beni çileden çıkarmıştı. Sıra arkadaşı Saroyan’ın yediği sopa faslında sonra ona dönerek: ‘Anladın mı şimdi ne demek istediğimi? Sen bir yabancısın, bunu sakın unutma. Akıllı bir yabancı da duygularını kendine saklar, çenesini de kapalı tutar. Öğretmenleri değiştiremezsin, müdürleri değiştiremezsin, insanları değiştiremezsin.”[28]
“Çoban Kızı” adlı öyküsünde sadece para kazandıran mesleklere odaklanan kişilerden biri olan büyükannesi Saroyan’ın yazar kimliğini pek kale almaz ve şu uyarıda bulunur:
“Biliyorum, senin için ‘yazar’ diyorlar, herhalde öylesindir, durmadan sigara içmene bakılırsa meşguliyetine şüphe yok, bütün evin içi dumanla doluyor; ama yine e elle tutulur bir şeyler yapmasını öğrenmelisin, kullanılabilir, görebileceğimiz, dokunabileceğimiz şeyler.”[29]
Aram Derler Adıma
Öykülerinde tek bir şeyi anlatır Saroyan: insanı… Yazarken içten ve yalındır. Onun eserlerinde süslü tabirler, söz oyunları aramak boşunadır; aslolan, öykünün bütünü ve konudur.
Açılığında dört bir yana dağıldığından Ermeniler için çok şey ifade eden nar elbette Saroyan’ın da öykülerinden birinin konusu olur. “Nar Ağacı” adlı öyküsünde Saroyan doğaya tutkuyla bağlı Melik Amca’sının elverişli olmayan topraklarda ısrarla ekmeye çalıştığı nar ağacı aslında sadece nar ağacı değildir, ondan fazladır. Bize düşlerimizin peşi sıra gitmemiz ve hayata tutkuyla bağlanmamız gerektiğini anlatır. Melik Amca’sının bütün çabalarına karşın güç bela yetiştirdiği narların pazarda müşteri bulamaması en sonunda araziyi sahibine vermesine sebep olacaktır:
“Ne var ki büyümüyorlardı. Bu da toprak yüzündendi. Toprak çöl toprağıydı. Çoraktı. Amcam satın aldığı yaklaşık iki yüz altmış hektarlık çöle işaret ederek, kimsenin şimdiye kadar duymadığı şiirsel bir Ermenice ile ‘Bu viranede bir bahçe yeşerecek, topraktan soğuk kaynaklar fışkıracak ve bir sürü güzel şey meydana gelecek’ dedi.
Amcam topraktan su çıkarmayı başarana kadar aradan birkaç ay geçti…. Nihayet arsa temizlenmiş ve toprak sürülmüştü, su da vardı, yani ekip dikme vakti gelmiş demekti. Nar ağaçları diktik. Son derece kaliteli ve çok da pahalıydılar. Toplam yedi yüze yakın nar ağacı diktik; yüz tanesini kendi elimle ben diktim, amcamsa sekiz dokuz tane. Kupkuru çölün ortasında bir yerde sekiz hektarlık bir nar bahçemiz oldu böylece, amcam üstüne titriyordu. İki yıldan sonra ağaçlar tomurcuklandı. Amcam için bu büyük zaferdi ama tomurcuklar pek meyve vermedi. Çok güzeldiler, o kadar.”[30]
İçinde yaşadığı toplumun bütün ötekileştirilenleri konusunda duyarlı olan Saroyan “Zavallı Bağrı Yanık Arap” adlı öyküsünde de Halil isminde bir Arabın yaşantısına dikkatlerimizi çeker:
“Gözleri çocuk gözleriydi, ama anılarla yüklüydü bu gözler, yıllar önce ayrıldığı sevdiklerinin, belki memleketinin, anasının, babasının, kardeşlerinin, atının ve daha pek çok şeyin anılarıyla… Kalın ama yumuşak saçları vardı, daha ilk günkü gibi simsiyah, tek bir kır yok. Amerika’ya yeni gelen göçmen çocuklarına anne babaların öğrettiği gibi saçlarını daima soldan ayırırdı. Bıyığını ve geniş omuzlarını saymazsak yüzü ve görünüşü tam bir okul çocuğu gibiydi. Tek kelime bile İngilizce bilmezdi. Biraz Türkçe, birkaç kelime Kürtçe, biraz da Ermenice, hepsi o; zaten çok az konuşurdu. Konuştuğu aman sesi sanki kendi içinden değil de, çok uzaklarda bıraktığı memleketinden gelirdi. Konuşmak zorunda kalmış olmaktan pişmanmış gibi konuşurdu. Bu anlatılması hiçbir zaman mümkün olmayanı anlatmaya çalışan birinin acıklı çabası gibi görünürdü. Sanki söylediği her söz kederine keder katıyordu.”
Memleketi ve ilişkilerini gittikleri her yere taşıyan uluslardan biridir Ermeniler de. Araks Kahvehanesi de böyle bir kahvehane. Bazı mekânlar sadece bu nitelikleriyle geleceğe kalırlar. Halet-i ruhiyesi olan mekânlardır bunlar. Müdavimleri aramızdan ayrılsa bile onlar hep bir araya gelmeye ve hayata dair sohbetler etmeye vesile olan mekânlardır. Araks da bunlardan biri:
“Araks Kahvehanesi o zamanlar bayağı ünlü ve önemli bir yerdi. Yirmi yıl önce o kahvenin müdavimi olanların çoğu artık bugün yaşamıyor ama Araks Kahvehanesi hâlâ aynı yerde, aynen dimdik ayakta.
Çoğunlukla Ermenilerin gittiği bir yerdi, ama başkaları da gelirdi. Hepi de eski memleketlerini hatırlayan, dahası seven insanlardı. Orada da aynı buradaki gibi bir araya gelir, tavla, iskambil oynarlardı. O toprakların yemeklerini, rakısını, şarabını, öğleden sonra içilen küçük bir fincan kahveyi çok severlerdi. Hâlâ oraların hikâyelerini anlatır, türküsünü söylerlerdi. Evlerinden binlerce kilometre uzakta, tanıdık kokular aldıkları Araks Kahvehanesi’ne gitmeden edemezlerdi.”[31]
İnsanlık Komedisi
Soğuk savaşın egemen olduğu bir dönemde yapıtın bir yerinde savaş karşıtı bir manifesto gibi okunmaya elverişli bu mektup bize insanlığımızı hatırlatır gibidir:
“Seni çok özlüyorum ve hep seni düşünüyorum. Ben iyiyim. Savaşlara hiç inanmadığım, gerekli olduklarında bile saçma bulduğum halde, şimdi orduda olmaktan onur duyuyorum., çünkü bir sürü insan benim gibi savaşın içinde. Durum bundan ibaret… Hiçbir düşmanı insan olarak kabul etmiyorum, zira insan olan hiç kimse benim düşmanım olamaz. O her kim olursa olsun, benim dostumdur. Benim kavgam onunla değil, önce kendi içimde yok etmeye çalıştığım, o bahtsız yanıyladır.
Kendimi bir kahraman gibi hissetmiyorum. Bu türden duygular besleme yeteneğim yok. Kimseden nefret etmiyorum. Öte yandan aşırı yurtsever de değilim. Ülkemi, insanlarını, şehirlerini, evimi, ailemi her zaman sevdim. Keşke asker olmasaydım. Keşke savaş olmasaydı. Gelecekte beni neyin beklediğini bilmiyorum ama her ne olacaksa razıyım; hazırım gerekeni yapmaya. Çok korkuyorum sana itiraf etmeliyim bunu, ama zamanı gelince doğru olanı, yapmam gerekeni yapacağıma inanıyorum. Yüreğimin emrinden başka bir emre boyun eğmeyeceğim.”[32]
İnsanlık Komedisi’nin giriş bölümünde annesi Takuhi Saroyan’a özel bir yer ayırarak aralarındaki dil sorununa dair şunları söyler:
“… Sen İngilizceyi Ermenice kadar iyi okuyamadığın, dolayısıyla Ermenice gibi tadına varamadığın, bense Ermeniceyi ne okuyabildiğim ne de yazabildiğim için, ümidimizi iyi bir çevirmene bağlamaktan başka çaremiz yok.”[33]
Paris-Fresno Güncesi 1967-68
Göç ve sürgünün mağdurları sadece yerini ve yurdunu terk etmekle kalmıyor, uğradığı ayrımcılık yüzünden gittiği yerde etnik, dinsel, kültürel ve farklılıklarının da bedeli ödemekle karşı karşıya kalabiliyor. Paris-Fresno Güncesi’nde de bunlardan birine dikkat çekiyor Saroyan:
“Ünlü siyah şairlerden biri, bir beyaz ressama, ‘Sen sosyetik Yahudilere resim yaparak onlara uşaklık etmekten başka işe yaramayan bir Yahudisin!’ demiş. Arkadaşı bu sözlerden incinmiş; uşak dediği için değil de, tiksintiyle ‘Yahudisin!’ dediği için. Hiç kimse, günün birinde adından, ırkından, dininden, mesleğinden ya da yaşama tarzından ötürü tanıdığı biri tarafından tacize uğrayacağından kuşku duymamalı.”[34]
Yazmak tarihe bir çentik atmaktır. Saroyan’ın tanıklıklarını belgeleme ve içindeki yazma tutkusunu göstermesi açısından aşağıdaki sözleri dikkat çekicidir:
“Geçen yıl Sanger’de yeni açılan halk kitaplığına uğradığımda, kütüphaneci hanıma, ‘eski Fresno Halk Kitaplığı’nda görevli Bayan Mc Cardle’dan haber var mı?’ diye sordum. ‘Neden kimse onun hakkında hiçbir şey yazmadı, anlayamıyorum’ dedi bana.
Birileri yazmalıydı. Hakkında bir şey yazılmadan kimse bu dünyadan göçüp gitmemeli”[35]
Saroyan’ı diğer yazarlardan farklı kılan en ayırt edici özelliği keskin bir mizah duygusuydu. Güncesinin 14 Ağustos tarihli notu da bunun kanıtlarından biri:
“… New York’tan yanlışlıkla satın aldığım külçe gibi deri ayakkabılarımla yola koyuldum; çok az kullanmış olduğum halde, insan ayağına değil de bir mandaya göre olduklarını anlayacak kadar giymiştim. Ama bu yağmurda pekâlâ münasiptiler, benim de mandadan farkım kalmamıştı zaten.”[36]
Sadece yazanlardan değil Saroyan, aynı zamanda yazdıkları üzerinde düşünenlerden. Bu yaklaşımı onun yazdıklarını daha da çok katmanlı kılıyor ve çoğu zaman farklı okumalara uygun metinler yazmasına kaynaklık ediyor. Bu ona metne hem yazarın hem de okurun özünden bakabilme fırsatını sağlıyor. Güncesinin 27 Ağustos tarihli notları da bunlardan biri:
“Her gün yazmanın amaçlarından biri, ileride belirli bir dönemde günlerin nasıl geçtiğinin bilebilmek, yazarın nerelere gittiğini, ne gibi düşüncelere sahip olduğunu, madden ve manen sağlıklı olup olmadığını şöyle böyle öğrenebilmektir.
Ama ‘geçmişte’ işlerin nasıl gittiğini öğrenmenin ne yararı var? Asıl önemli olan işlerin ‘şimdi’ nasıl gittiğini bilmek değil midir?”[37]
Göçle gelen için yaşam her zaman mücadele alanına döner. Diğerleri için sıradan olan pek çok şey için sizin mücadele etmeniz gerekir. Bu da sizi ve mensubu olduğunuz aileyi diğerlerinden ayırır ve farklı kılar. Saroyan bunu kendi çevresinde şöyle gözlemler:
“Başkalarını gözlemlediğim zaman, yani başka ailelerin çocuklarını, kendi çocuklarımı ve Armenak Saroyan’la Takuhi Saroyan’ın dört çocuğundan biri olan kendimi düşünürüm. Başkalarının çocuklarının ne kadar aklı başında, terbiyeli, becerikli, saygılı ve ne yapacaklarının kestirilebilir olduğunu, buna karşın benim halkımın çocuklarının insanları hayrete düşürdüğünü görür, şaşar kalırım. Öteki çocuklar kim oldukları, bu dünyadaki yerleri ve yapıp ettikleri konusunda fevkalâde rahattır. Oysa biz Ermeniler için bu ta en başından beri müthiş bir mücadeledir… Ailenin çeşitli kollarını gözümün önüne getirdiğimde, uysal, sıradan, ciddi, uyumlu, hevesli, saygılı, talepkâr olmayan, hoş, becerikli, ne istediğini bilen, uzun lafın kısası, öteki nazik insanlarda rastlanan özelliklere sahip bir tek aile bile bulamıyorum. Kaçıklık ailemin her kolunda kendini gösteren başat bir özellik. Çatlak olmayan birini bulmak mümkün değil. Neden böyle! Nasıl bu hale geldik? Cevabı yok bu soruların tabii.”[38]
Onu sıra dışı kılan şey farklı düşünme biçimi. Diğer insanların kendine dert edinmediği konular üzerinde uzun uzadıya düşünmesi ve buna zaman ayırması. Maddeden önceki hayata dair düşünceleri ve derim bir mizah duygusu onu farklı kılan yanlardan biri:
“Küçükken, kendimin de maddenin yaratılmasından önceki Boşluk’u düşünür; bu bağlamda yaratılan şeylerin haklılığını sorgulardım. Başlangıçtaki Boşluk’la ilgili kafamı kurcalayan düşüncele, sekiz yaşına gelip de Fresno sokaklarında gazete satmaya başladığım günlere kadar sürdü. O tarihten sonra bu gibi şeylerle uğraşacak zamanım kalmadı, ancak bazı sabahlar uykuyla uyanıklık arasında tüm olumsuzluklar üşüşüp huzurumu kaçırıyordu.”[39]
Babasının erken ölümünü bir türlü kabul etmeyen ve akla uygun hale getirmekte zorlanan Saroyan’a bir dostu selam vererek yanaşır ve babasını ziyaretten döndüğünü söyler. Babasının doksan dört yaşında olduğunu, ancak evinden çıkmak istemediğini, yemeğini kendi pişirdiğini, bahçesiyle ilgilendiğini, Ermeni gazetelerini okuduğunu, kurgulu gramofonda Ermeni plaklarını dinlediğini söyler. Saroyan ona böyle bir babası olduğu için kendini talihli sayması gerektiğini söyler. Fakat daha sonra adamın kendi babası ise aynı yıl, aynı dünyada, birbirlerinden belki de birkaç milden az bir mesafede doğmuş olduklarını, ancak kendi babasını yitireli neredeyse elli yedi yıl olduğunu düşünerek hüzünlenir.
Ermenilere özgü olanlar ile bize özgü olanlar yer yer fazlasıyla benzer birbirine. Saroyan’ın güncesinin 26 Kasım tarihli paylaşımı da bunlardan biri:
“Ermeniler yaşlılarına düşkündür; onlara bakmaktan yükünmezler. Oysa bazı Kuzey Amerika Yerlileri saygılarını, yaşlıları uzak bir yere götürüp ölüme terk ederek gösterirler. Kimileri bunu vahşet olarak niteleyebilir, ama yerlilerin bu fikirde olmadığı aşikârdır. Her iki halde de ölüm kaçınılmazdır. Eğer yaşlı bir adam, zamanının geldiğini hissederse, oğlunun onu sükûnetle ölümü bekleyeceği bir yere götürüp bırakmasına itiraz etmez. Bu herhalde, bir yandan hayatın devam ettiği bir yerde, ağzından salyalar aka aka, sarsak sarsak yürüyerek öteye beriye sıçmaktan daha soylu bir davranıştır.”[40]
Yazarlık ve yazma eylemi üzerine çokça düşünür Saroyan. “Neden?” sorusuna anlamlı karşılıklar bulmaya çalışır. Yer yer verili gerçeklik ile bire bir örtüşmemesine karşın insanoğlunun neden yazma konusunda tutkulu olduğunu anlamaya çalışır. 2 Aralık’ta güncesine şu notları düşer:
“Yazarlık başlangıçta kibirlilik şeklinde tezahür etse de, çok geçmeden yerini alçakgönüllülüğe bırakır. Yazmak ruhun taşkınlığıdır; insanlık ailesinin bir üyesine yakışmayacak, imkânsız ve aykırı taleplerle ruhu taciz eder. Yazar olmak aynı zamanda sağaltıcıdır da; olağanüstü bir üstünlüktür, yapılmasında yarar olan bir edimde bulunmaktan, tüm zamanların yüce şahsiyetleriyle kol kola yürüyor olmaktan ve Tanrı’nın ya da insan soyunun gözde evlatları arasında sayılmaktan ötürü harikulade bir anlam taşır.”[41]
Saroyan’ın güncesinin 2 Aralık tarihli notu ise bize yazının önemi ve insan aklının nelere muktedir olduğunu göstermesi açısından ilginçtir:
“Guy de Maupassant, sağuğun bazı insanlarda nasıl ölüm etkisi yarattığını çok çarpıcı bir üslupla anlatır. 1929’da San Francisco’da Diamond’daki sebze ve meyve halinde çalıştığım gülerden birinde, tramvayda bir hikâyesini okurken neredeyse donduğum hissine kapılmıştım. Hâlbuki güneşli ve ılık bir gündü.”
Sonsöz Yerine
Ardında parıltılı bir iz bırakarak 1981 yılında Fresno’da aramızdan ayrılan Saroyan’ın adı Amerikan edebiyatının en iyi kısa öykü, roman ve öykü yazarları arasına çoktan yazılmıştı. Cenaze töreni dolayısıyla Paris’te Rue Jean Goujon’daki Ermeni kilisesinde düzenlenen dini ayine kutsal Eçmiyadzin’den gelen Tüm Emeniler Gatoğigosu Vazken I konuşmasını şöyle tamamlamıştı:
“William Saroyan’ın yazıları, hümanizmi sadece Ermenileri anlatıp Ermenilere seslenmez; tüm insanlar hakkında ve tüm insanlar içindir”
Kaynakça
Garig Basmadjian vd: “Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan”, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2008
William Saroyan, “Yetmiş Bin Ermeni”, Çev: Ohannes Kılıçdağı ve Aziz Gökdemir, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2016
William Saroyan, “Ödlekler Cesurdur”, Çev: Ohannes Kılıçdağı, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2016
William Saroyan, “Aram Derler Adıma”, Çev: İrma Dolanoğlu Çimen ve Ohannes Kılıçdağı, Aras Yayıncılık, İstanbul, 201614
William Saroyan, “İnsanlık Komedisi”, Çev: Beril Eyüboğlu, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2016
William Saroyan, “Paris-Fresno Güncesi”, Çev: Beril Eyüboğlu, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2016