
İlk defa görüşeceğiz. Bir dostun yeğeniymiş. Üniversiteyi bitirip, soluğu Londra’dan alanlardan. Sözleştiğimiz mekanda buluştuk. Merhabalaşıp tanışarak cam kenarındaki boş bir masaya oturduk. “Ne yiyip içeceğini sordum” “kahve içerim” dedi. Masaya gelen garson kıza iki kahve söyledim. Kahveler gelene kadar biraz daha tanıştık. Ben ona okulunu , mesleğini planlarını sordum. O da bana kaç yıldır İngiltere de olduğumu, ne iş yaptığımı ve yatırımlarımı sordu.
Çok geçmeden kahvelerimiz geldi. Heyecanla anlatmaya başladı. Cümlesinin birini bitirmeden diğerine geçiyor. Onun merakla anlattığı planlarını dinlerken kirli beyaz fincandaki kahvemi bitirdim.
Bu görüşmede sıkıldığımı belli etmemek için ara sıra “Hadi ya, öyle mi!” diye cevaplar veriyorum. Gelecekle ilgili plan ve projelerini anlatırken bir yandan da camın önünde gelip geçen genç kızlara uzun uzun boynu kırılırcasına bakıyor. Kendi kendime homurdanıp duruyorum. “Ne zaman biter bu talihsiz görüşme?” diye.
Genelde hep böyle oluyor. Londra’ya ilk gelen biraz okumuş gençlerin hayalleri ve hevesleri çok büyük ve uçuk oluyor. Buraları fethedecek gibi coşkulular, tabiî ki bu birkaç ay sürüyor. Sonra bir restoran da ya da bir kebapçı da mutfak işine başlayınca kulakları düşüyor.
Bir ara sustu bunu fırsat bilip “Artık kalkalım,” diyerek sandalyede asılı montumu giydim, kasaya gidip cebimde birikmiş bozukluklarla kahve paralarını ödeyip küçük bir bahşişle kasadaki kıza teşekkür edip geri döndüğümde arkamda duruyordu.
“Abi senin ingilizcen çok iyi ya!” dedi.
“Yok öyle değil, basit üç beş kelime, birkaç ay sonra sen beni geçersin.” diyerek kapıya doğru yürüdük.
Dışarı çıkıp biraz yürüdükten sonra vedalaşıp ayrıldık.
Birkaç adım uzaklaşmıştı ki arkasından
“İlhan kardeş hayallerini İngilizce kurmaya çalış!” diye seslendim.
Altı ay kadar sonra aradı görüşmek istedi benimle. Çalıştığım yere davet ettim onu. Birkaç gün sonra geldi. Sessiz yorgun bir hali vardı. İki kahve yapıp yanına da birer dilim kek alıp cam kenarındaki bir masaya oturduk. Ne dışardan gelip geçenler ilgisini çekiyordu. Ne de hayaller kuruyordu. Hâl hatır sorup sustuk. Arada bir servise kalkıyortkalkıyordumelefonuna gömülüyordu.
Tekrar yanına geldiğimde
“İlhan çok durgunsun, hayırdır, hayallerini bıraktın mı?” diye sordum.
“Ne hayali abi, 14 saat çalışıyorum, altta çalış üstte uyu, yanmış yağ kokusu, et kokusu sinmiş bir oda da. Sabah yine aynı rezil işe başlamak, insanda hayal mi bırakıyor, iflahım sökülüyor abi, geri Türkiye’ye gitmeyi düşünüyorum.” diye sitem etti.
Belli ki zor şartlarda çalışmak gözünü korkutmuş.
Gitmenin çözüm olmayacağını, işini değiştirip rahat bir işte çalışmasını ve ertelemeden bir ingilizce kursuna başlamasını söyleyip gönderdim.
Arada ne kadar geçti bilemiyorum. Bir gün çıkıp geldi. Yanında kendi yaşlarında bir arkadaşıyla. Omuzunda sırt çantası. Biraz oturup kalkmak için müsaade istedi. Yere bıraktığı çantasını dizleri üzerine alıp içinden iki dergi çıkartıp.
“Sana yayın, bırakalım” diyerek dergileri masaya bırakıp kalktılar. Ücretini sorup ödedim. Ama sormadım nasıl ve ne zaman bu işe başladığını.
Vedalaşıp, her ay geleceklerini söyleyip gittiler.
Bir daha da gelmediler.
Birkaç yıl sonra gördüm ve tanıyamadım. Saçları uzamış, sakallı, sol kulağında renkli kuş tüyünden küpesi, renkli boyalarla şekiller çizilmiş deri çeketinin yakasına ve renkli şapkasında bolca rozet takılı, sol bacağından dizine doğru inen gümüş rengi kalınca bir zincir, Dr martens marka siyah botlarıyla tamamen farklı bir tip karşımda duruyordu.
O hızlı hayal kuran çocuk gitmiş, yerini sakin, umursamaz İlhan’a bırakmıştı.
Yanındaki rutubet kokulu saçları tarak görmemiş kız arkadaşına İngilizce ” He’s my uncle” diye (amcası) olarak tanıştırıp, biri İngilizce birisi Türkçe “görüşürüz” diyerek hızlı adımlarla yürürlerken yine arkasından.
“Hayallerini bırakmasaydın bari!” diye seslendim.
İkisi birden dönünce kızın Türkçe bilmediğini hatırlayıp
“İlhan, I wish you didn’t leave
dreams” diye İngilizce tekrar ettim.