Laponya Mart 2015
“…Finlandiya, Norveç ve İsveç’in Kuzey Kutup Dairesi içinde kalan bölgelerinde çok eski tarihlerden bu yana yaşamakta olan bir etnik grup olan Laponlar (ya da Samiler), bu ışıkların ölenlerin dünyayı terketmekte olan ruhları olduğuna inanıyorlardı. Işıklar gökyüzünde belirdiğinde herkes sessizleşiyor, çocuklar oyun oynamayı bırakıyorlardı. Işıklara saygısızlık etmenin çok büyük şanssızlık, hastalık ve hatta ölüm nedeni olduğuna inanıyorlardı. Lapon şamanlar, ışıklar ortaya çıktığında üzerinde aurora sembolleri resmedilmiş davullarını çalıp auroraların gücünü kendi bedenlerine hapsetmeye çalışıyorlardı…”
Daha önceki İzlanda gezimizde kısa süreliğine görüp de doyamadığımız kuzey ışıklarını (Auro Borealis) 40 Renk Fotoğraf Projesi’nin 16. rengi Laponya’da dakikalarca ve defalarca hayranlıkla izleme şansını bulduk.
Saariselkä Ivalo’da kaldığımız ilk gece otele yakın ormanlık bir arazide, ışıklar kendini gösterdiğinde sanki ilerlersek daha yakınına gidebiliriz düşüncesiyle, dizimize kadar gelen karda bata çıka gidip, bir düzlükte tripodlarımızı yerleştirdik. Gökyüzünün dans etmeye başladığı ilk anda zafer naraları atıp, kalın eldivenlerimizin altında defalarca deklanşörü hissetmeye çalıştık. Gökyüzünde bir rengahenk, yeryüzünde ise sessiz ve karla kaplı bir ormanın içinde çınlayan “orda, şimdi burda, arkaya bakın” seslerimiz vardı.
Gökbilimci Galileo Galilei, 1616 yılının başlarında şafak vakti gelen Roma tanrıçası Aurora’nın adını ve kuzeydeki rüzgar Boreas’ın adını kullanarak bu ışık gösterisini “aurora borealis” olarak tanımladı. Tarih öncesi çağlardan beri gökyüzünü gözlemleyen insanlar uzay olaylarının en yakın ve en dramatik tezahürü olan bu büyüleyici ışık gösterisine mitolojik ve dini anlamlar yükledi.
Örneğin Fransa ve İtalya’nın fakir sakinleri, ışıkların savaşlarda ölümü öngören bir talihsizlik olduğuna inandılar. İskoçya ve İngiltere’de, gökyüzünün Fransız Devrimi’nden yalnızca birkaç hafta önce kırmızıya boyandığı ve daha sonra Gallic ülkelerinde ortaya çıkan çekişmelerin de bir işareti olduğu düşünüldü. Japon kültüründe ise, Kuzey Işıkları altında düşünülmüş bir çocuğun güzel görüneceğine, akıllı ve şanslı bir geleceğe sahip olunacağına inanılırmış. Aborijinler, Güney Işıkları’nı izlemeye daha alışkındılar ve tanrıların başlarının üzerinde huşu içinde dans ettiklerine inanırlardı. Cree Kızılderilileri, Aurora’nın yaşam alanının bir parçası olup, gökyüzünde sevdiklerinden ayrı kalan ölülerin ruhlarının, geride bıraktıkları ile iletişim kurmaya çalıştıklarını düşünürler. Kuzey Dakota’daki Mandan halkı için ışıklar yine büyük savaşçıların devasa pişirme kaplarında düşmanlarını kaynattığı ateşlerdi. Yerli Grönland’lılar ışıkların doğumda ölen çocukların dans eden ruhları olduğuna inanıyordu. Alaska’da, bazı Inuit grupları, ışıkları, avladıkları hayvanların ruhları, yani Beluga balinaları, somon ve geyik olarak gördüler. Finlandiya’da, mistik bir tilkinin aurorayı yarattığı, gür kuyruğunun ise karı püskürttüğü ve gökyüzüne kıvılcımlar attığı düşünülüyordu. Bazı yerli Amerikalılar eğer auroraya ıslık çalarsanız, aşağıya süzülüp sizi alacağına ve el çırparsanız geri çekileceğine inanırlardı.
Her defasında gökyüzü tuvalinde farklı bir şekilde ortaya çıkan bu biraz da dramatik ışık gösterisi boyunca çocukken bulutların şekillerini bir cisme benzetme oyununu oynayabilirsiniz. Derin bir sessizliğin ve büyük bir boşluğun içerisinde bir süreliğine bilimsel açıklamaları unutup ilkel çağlarda yaşadığınızı varsayarak tüm korkularınızı ve umutlarınızı hayalinizdeki fırçayla gökyüzüne boyayabilirsiniz.
İkinci gece, kuzey ışıkları yine aynı bölgedeydi ama yorgun, durgun ve zayıftı.
Güçlü bir ışık umuduyla sokak aralarında saatlerce dolaştık. Karabatak gibi kaybolup nereden çıkacağı belli olmayan gösteriyi kaçırmamak için gökyüzüne doğru uzayan başımızın neredeyse 360 derece dönebilmeye başladığı bir anda, haftasonu eğlencesinden dönen kasaba sakinlerinin yerden ayırdıkları gözleri yıldızlara uzandı.
“Bu gece hava çok bulutlu, belki” diye yorumda bulundular. O kadar ilginç ki; binlerce km uzaktan görmeye gelenler için kuzey ışıkları nasıl sıradışı bir olaysa, onlar için de o kadar sıradandı! İstanbul’da her köşe başında kedi görüp şaşıran turistlere benziyorduk.
Aynı gece, Hotel & Igloo Village Kakslauttanenu’da kaldığımız cam iglo evlere ulaştığımızda lütfen diye içimizden geçirdik. “Lütfen bu gece, bize burada görün”. Akşam yemeğinden sonra karlı tepelere doğru kızaklı geyik turuna çıktık. Kuzey ışıkları sabrımızı ve umudumuzu ödüllendirmek istercesine bu geceye çok iyi hazırlanmış ve iki perdelik bir gösteri hazırlamıştı. Birinci perdeyi kızaklarda izledik, ikinci perdeyi ise ormanın içinde cam igloların arasında ve sonsuz bir gökyüzünde. Otel arazisinin ortasında donmuş gölün üzerinde öylesine büyük bir gökyüzü vardı ki, kuzey ışıkları sanki melek tasvirlerindeki hare gibi gökyüzünü taçlandırıyordu. Soğuğu hissetmesem hala bir düşte yol alıyorum sanabilirdim. Bu düş nasıl bir yaşam sevinci ve nasıl bir doğaya müteşekkir olma duygusu yaşatıyor insana, tarif edilir gibi değil. Ormanların yeşili gökyüzünü boyamış, yıldızlar kar örtüsü gibi gökyüzünü kaplıyor, biz insanlar ise ortalığa saçılmış kum taneleriydik. Bulunan en eski Homo Sapiens’in yaşı yaklaşık 190.000, dünyanın yaşı 4.5 milyar yıl, evrenin yaşı ise yaklaşık 13.8 milyar yıl.
Gösterilerin sonunda oyuncular seyircinin önünde saygıyla selama durur ama bu sefer biz bu yaşlı ve muhteşem doğanın önünde saygıyla eğilmiştik.